10 eylül dergisi kapaklarndan oluşan kolaj

Sayı 4 Aralık 1989 İnsan hakları insani toplumun ürünü olacaktır

İnsan hakları insani toplumun ürünü olacaktır

Erden Akbulut

10 Aralık İnsan Hakları Günü, ülkemizde yaşama hakkı ve düşünce ve örgütlenme özgürlüğü gibi en temel iki hakkın doğrudan tehdit altında olduğu, diğer insan hakları adı verilen hakların ise Anayasa düzeyinde kısıtlandığı koşullarda kutlanıyor. Erden Akbulut, bu yazısında insan haklarının ne olduğunu, insanlık tarihinde ne zaman, hangi koşullarda gündeme geldiğini ele alırken, bu hakların ta baştan sınıfsal bir karakter taşıdığı vurgusunu getiriyor. Ülkemizde hemen hemen üzerinde hiç durulmayan sosyalist insan hakları konseptini de irdeleyen E. Akbulut, insanın çok yönlü gelişmesini sağlayacak, gerçekten insani hakların ancak insanlığın tarih öncesinin son bulup gerçek tarihinin başlayacağı koşullarda gerçekleşebileceğini belirtiyor.

Günümüzde bir yandan yeni-tutuculuk politikasından, öte yandan "yeni politik düşünceden esen "kafaları bulandırma rüzgan"ndan nasibini almayan kavram, kategori, konsept yok gibi. Bunların başında da "demokrasi" ve "insan hakları" geliyor. Rüzgarın her iki kaynağı da bu kavramları "sınıfsallık"tan aşırarak evrensel, genel-geçerli, hiç değişmez kurallar va'zediyor. Cumhurbaşkanlığına seçilişi konusunda TBMM'de teşekkür konuşması yapan T. Özal, "düşünce ve ifade hürriyetini, inanç ve vicdan hürriyetini, teşebbüs hürriyetini", hem de bir sıralamaya tabi tutarak üçlü birlik haline getiriyor. Diğer yanda "yeni politik düşünce"nin ülkemizdeki şampiyonu TBKP çevreleri, amaçlarının "demokrasi ve insan hakları"oldüğunu ilan ediyor. Hangi demokrasi, hangi insan hakları soruları, artık bu çevrelerce "aşılmış" bulunuyor.

10 Aralık 1948'de Birleşmiş Milletler Örgütü'nce İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi kabul edildi. Sosyalist ülkelerce esas olarak "özel mülkiyeti temel insan haklarından biri saydığı için" benimsenmeyen bu Bildirge'nin kabul tarihi, yine BMÖ kararınca 1949'dan başlayarak İnsan Hakları Günü olarak ilan edilip kutlanır oldu. Bu vesileyle, bu yazımda, gerek günümüzde taşıdığı önemi, gerekse muğlaklaştırılma girişimini gözönünde bulundurarak insan hakları konusunu ele alacağım.

Nedir insan hakları? İnsan hakları, her insanın en temel varlık ve gelişme koşullannın kabul edilmesini esas alan bağlayıcı haklar bütünüdür. Böylece insan haklarıyla insanlann değişik toplumlardaki toplumsal konumu, özellikle de onlann devletle ilişkileri düzenlenir. Bu nedenle insan hakları tarihsel-toplumsal, yani ülkeden ülkeye ve zaman içinde değişiklik gösteren ve sınıf mücadelesiyle bağlı bir kavramdır. Bir diğer deyişle, insan hakları da, her hak gibi, son tahlilde egemen olarak örgütlenmiş sınıfın, üretim ilişkilerince koşullanmış iradesinin bir ifadesidir.

Tüm insanların eşit hak ve özgürlüklerden yararlanması düşüncesi ve istemi, insanlık tarihinin oldukça geç bir ürünüdür. Bu düşünce ve istem, toplumların evriminde insanının insana birebir tabiyetinin aşılmasını gerektiren üretim ilişkilerinin serpilip gelişebilmesi bakımından burjuva aydınlanma hareketinin siyasal anlayışında biçimlenmiştir Bu siyasal anlayış, Rönesans dönemindeki hümanizma tarafından geliştirilen ve insani-olmayan toplum düzenine bir tepkiyi dile getiren "herkes için insan onuruna uygun varoluş biçimi" olarak, her insanın eşitlik, mutluluk ve güvenlik gibi doğal haklarını içeren bir teori olarak ortaya çıkmıştır. Ortaçağ'da Kilise adına köleciliği ve sertliği eşitsizliğin doğal biçimi olarak aklamak üzere Aquino'lu Thomas tarafından biçimlendirilen ve bugün de Katolik Kilisesi'nin resmi ideolojisini oluşturan klerikal toplum teorisinin karşısına çıkan burjuva aydınlanma hareketi, her insanın doğal eşitliği tezini geliştirmiş ve bu teze dayalı bir hukuk sistemi kurarak savunmuştur. Bu sistemde her insanın doğal eşitliği, doğaya, tanrı iradesine ya da akıla dayandırılmıştır.

Tüm insanların doğal eşitliği görüşleri, nesnel kaynağını, bir yandan baski altında tutulan ve sömürülen halk yığınlarının toplumsal yaşam koşullarından, öte yandan feodal aristokrasi karşısında kendini kısıtlanmış gören burjuvazinin kapitalist yaşamının ve üretim biçiminin özgürce gelişmesinin önünde duran engellerden almıştır.

Her ne kadar insan haklarının tarihi Magna Carta'ya (1215) dek geri götürülürse de, bu belge aslında kralın erki ile feodal aristokrasi arasındaki ilişkiyi düzenler. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Sened-i İttifak (1808) gibi, bu belge de tüm insanların haklarını ele alan bir belge değildir. Dolayısıyla bir insan hakkı belgesi olarak değerlendirilmesi oldukça tartışmalıdır. Belirgin önemi, tanrısal iradenin yeryüzündeki temsilcisi kabul edilen kral ya da halife-padişahın mutlak erkine sınırlama getirebilmesini göstermesinde yatar.

Baskı altında tutulan ve sömürülen yığınların insan haklarına ilişkin hukuksal istemlerine ilk kez Alman köylülerinin Köylüler Savaşı (Bauernkrieg 1524-1526) adıyla tarihe geçen genel ayaklanmasında rastlanır. Feodal beylerin ve tefecilerin aşırı baskı ve sömürüsü altındaki Almanya.ve Avusturya Alpleri köylülerinin bir yandan İncil konusunda özgürlük gibi dinsel istemleri, öte yandan sertliğin kaldırılması gibi siyasal istemleri içeren 12 maddelik programları, insan hakları uğruna 100 bin köylünün kılıçtan geçirilmesiyle bastırılmıştır.

Burjuva aydınlanma hareketi içinde insan haklarını ilk sistemli dile getirilişini J. Locke'de görüyoruz. Ona göre, bireyin toplum içindeki haklarının kaynağı, kendi emeğini, insanlar ortak olarak verilmiş ancak şimdi kendi emeğiyle mülkiyetin sahip olduğu şeylere ortak etmesinden geçer. Birey siyasal erkin, kendi mülkiyetini korumasını bekler. Kişi, istediği gibi düşünme, istediği dini seçme ve düşündüklerini ifade etme hakkına sahiptir. Topluluk içinde yaşayan kişi tek bir haktan, bir diğer kişiyi yargılama ve cezalandırma hakkından vazgeçer. Böylece birey kendi özgürlüğünü bulur. Toplumsal sözleşme teorilerinden birini biçimlendiren Locke, devlet öğretisiyle liberalizmin temellerini atarken, mülkiyet hakkını esas alır ve bu "en eski" hakka saygının her insanın ve devletin en üst yükümlülüğü olduğunu vurgular. Mülkiyet hakkından, yasa önünde eşitlik, haksız tutuklanmanın önlenmesi, yasalara uygun davranma, yasa temelinde vergilendirme, dilekçe hakkı gibi haklar türetilmiştir.

İngiliz ve Fransız aydınlanmacı düşünürlerince geliştirilen insan hakları istemleri, burjuva devrimlerinin ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşımlarında "eşitlik, özgürlük, kardeşlik" biçiminde belgileşti. Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nda utkuya ulaşılmasından sonra insan hakları ilk kez Virginia'da 1776'da Bill of Rights (Haklar Yasası) adlı bir yasayla düzenlendi. Aydınlanma hareketinin siyasal anlayışından etkilenen bu yasanın 1. maddesinde şöyle deniyordu: "Tüm insanlar doğal olarak eşit ölçüde özgür ve bağımsızdırlar ve toplum haline gelişten sonra da kendileri ve kendilerinden sonraki kuşaklar tarafından anlaşma ya da kaba kuvvetle alınamayacak haklara, yani yaşama hakkı, özgürlük hakkı, mülkiyet edinme ve elinde tutma hakkı gibi belirli, doğuştan kazanılmış haklara sahiptirler." 4 Temmuz 1776'da T. Jefferson tarafından 13 Birleşik Devlet adına açıklanan Bağımsızlık Bildirgesi'nde Amerika'daki sömürgelerin İngiltere'den bağımsızlaştığı ilan edildikten sonra şöyle deniyordu: "Biz tüm insanların doğuştan eşit olduğunu ve tanrı tarafından yaşama, özgür ve mutlu olma gibi vazgeçilmez haklarla donatıldığını kabul ediyoruz. Bütün erkin kaynağının bizzat halk olduğu düşüncesi ilk kez bu Bildirge'de dile getiriliyordu. Ancak bu haklar zencilere ve kızılderililere tanınmadı. Dahası Bildirge köleliği de kaldırmadı.

1789 Fransız Büyük Devrimi'nin hemen başlarında 26 Ağustos 1789'da Ulusal Meclis, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'ni kabul etti. Avrupa burjuvazisinin bu en ünlü siyasal-hukuksal belgesi, Amerika'da kabul edilen Bill of Rights'tan, Montesquieu'nün erkler ayrılığı anlayışından ve Rousseau'nun halk egemenliği görüşlerinden esinlenerek kaleme alınmıştı. Bildirge'de, bir yandan kapitalizmin ekonomik zorunlulukları, öte yandan halkın daha çok ütopik umutlan dile geliyordu. Bildirge'nin başlangıç bölümünde, insan haklarının bilinmemesi, unutulması, kötüye kullanılması ya da çiğnenmesi, kamusal felaketin tek nedeni olarak yer almakta, bu yüzden de "törensel bir açıklamayla doğasal, vazgeçilmez ve kutsal insan hakları"nın yazılmasının gerekli bulunduğu belirtilmektedir. Bildirge'de "özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnç gösterme", halk egemenliğine dayanan devletin sonul amacı olan dört devredilmez ve vazgeçilmez insan hakkı olarak açıklanmıştır. Bunu somutlaştırmak için Bildirge'de eşitlik, meşruiyet, devlet erkinde söz sahibi olma, fikir ve kanaat özgürlüğü ve mülkiyet özgürlüğü hakları (örgütlenme hakkı yer almamıştır) sıralanmıştır. İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, ilk devrim anayasasının (1791) ayrılmaz bir parçası haline getirilmiştir. O tarih ten bugüne dek de insan hakları İngiltere, Kanada ve Avustralya dışında bütün burjuva devletlerinin anayasalarının bir parçasını oluşturagelmiştir. 1793'te Jakobenler'in erki döneminde kabul edilen yeni anayasanın içerdiği insan hakları ise, demokratik tutarlılığı bakımından dikkat çekicidir. Bu anayasada temel insan hakları 35 madde halinde düzenlenmiştir. Bunlar arasında eşitlik, özgürlük, güvenlik ve mülkiyet, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü, devlet erkinde etkinlik gösterme, meşruiyet, serbest meslek özgürlüğü, çalışma hakkı, öğrenim hakkı ve devrim yapma hakkı yeralmıştır.

Burjuvazinin erke gelişiyle birlikte yaşam bulan insan hakları, burjuvazinin özel-sınıfsal çıkarlarını, tüm insanlığın çıkarları olarak ileriye sürme çabalarıdır. Çünkü bilindiği gibi, belli bir sınıf ancak toplumun genel hak ve çıkarları adına genel egemenliği kendine maledebilir. Nitekim egemen konuma gelen kapitalist sosyo-ekonomik formasyon içinde genişletilmiş kapitalist yeniden üretim, kendi kendilerinin kaderi hakkında karar verme hakkına sahip iç güçler gerektirmiştir: Hakları doğal durumlarından değil, bir burjuva toplumuna üye olmaktan ve bu üyeliği güvence altına alan devlete borçlu olan işgüçleri gerektirmiştir. İşte bu yüzden burjuva devrimleri, temel hakları, açıkça sınırlanmış sınıf ve katmanlar için değil, yurttaş olanlar için ileri sürmüştür. Öte yandan burjuvazinin çıkan, iç ve dış pazarı fethetmektedir; çünkü burjuvazi, dış pazarda iç pazarın koşullarına uygun koşullarda sermayesini daha da değerlendirecek bir ortamı hazır bulmak istemektedir. Bu nedenle devlet yurttaşı olarak insanlık ailesinin bir grubunun üyelerini, aynı zamanda ‘doğal hakla’la donatmaktadır. İşte bu yüzden burjuva devrimleri temel hakları aynı zamanda tüm insanlar için, insan hakları olarak ileri sürmüştür. Böylece Fransız Büyük Devrimi'yle birlikte kabul edilen haklar, ta baştan insan ve yurttaş hakları olarak adlandırılmıştır. Nitekim bugün de burjuva devletlerin anayasalarında bu tanımlama önemini korumaktadır.

Oysa burjuvazinin erke gelişinde ilan ettiği ve rekabetçi kapitalizmin ebedi olma iddiası taşıyan siyasal sistemini kabul edilebilir kılmayı hedeflediği insan hakları, ne tüm insanlara, ne de tüm yurttaşlara tanınmıştır. Bir yandan tüm insanlara eşit haklar talep ederken, öte yandan kadınlar ve köleler eşit haklara sahip değildir ve belli yurttaşlık haklarının kullanımı servet durumuna bağlıdır; örneğin seçme ve seçilme hakkı. Bir yandan özgürlük en yüksek şey olarak nitelenirken, öte yandan özel mülkiyet kutsanmaktadır; herşeyden önce nüfusun çoğunluğunun içinde bulunduğu ekonomik zor durum ve devletin uygulamaları, emekçilerin, herkes için aynı ölçüde geçerli olduğu ileri sürülen haklardan burjuvaziyle aynı ölçüde yararlanmasını engellemektedir.

Karl Marks'a, Yahudi Meselesi adlı yapıtında insan haklarının, söz anlamının karşıtı olarak sınıf hakları olduğunu ortaya koymuştur. Marks'a göre, siyasal kurtuluş elbette büyük bir ilerlemedir ama bu ilerleme, sömürüye dayalı toplumun sınırlan içinde bir ilerlemedir; maddi ve manevi zenginlikleriyle insan değil, yalnızca mal sahibi insan özgürleşmiştir; insan haklarının hiçbiri, meta alan ve satanların dışına taşmamıştır. Bu nedenle insan hakları arasında büyük harflerle formüle edilmiş siyasal kurtuluş insanın kurtuluşu değildir.

Karl Marks, burjuva devriminin üçlü ana belgisini, "mülkiyet, özgürlük ve eşitlik" olarak şöyle değerlendirmiştir: "Çerçevesi içinde çalışma gücünün alım-satımının hareket ettiği dolaşım ya da meta alışverişi alanı, gerçekten de doğuştan gelen insan haklarının hakiki bir cennetiydi. Burada egemen olan yalnızca özgürlük, eşitlik, mülkiyet... Özgürlük! Bir metanın, örneğin çalışma gücünün alıcısı ve satıcısı yalnızca kendi özgür iradeleriyle belirlenmiştir... Eşitlik! Onlar meta sahipleri olarak birbirleriyle ilişki içindedirler ve eşdeğeri eşdeğeriyle mübadele ederler... Mülkiyet! Herkes yalnızca kendi mülkünü tasarruf eder."

Burjuvazinin erke gelip onu pekiştirmesinin ardından, kapitalizmin iç hareketiyle bağlı gelişmesine de koşut olarak, burjuva devletlerin anayasalarında yer alan insan hakları da sınıf savaşımının zorlu alanlarından biri durumuna geldi. Başta işçi sınıfı ve emekçiler olmak üzere demokrasi güçleri, kazanılmış özgürlüklerin ve hakların korunması ve yeni yeni hak ve özgürlüklerle genişletilmesi yönünde savaşım yürüttü. Bunun sonucunda çalışma hakkı, örgütlenme ve gösteri hak ve özgürlüğü, kadınların eşitliği, işgününün yasal olarak sınırlanması ve zorla çalıştırmanın yasaklanması, grev hakkı vb. insan hakları arasına katıldı. Buna karşılık burjuvazinin erkini güvence altına aldığını hissetmesi ve halk yığınlarının desteğine artık açıkça gereksinim duymadığı kanısına varmasıyla birlikte, insan haklarına saldırısı, bunları kısıtlama yönündeki girişimleri yoğunlaştı. Daha 1848 devrimlerinin ardından burjuvazi, Anayasada yer alan insan haklarını kolayca değiştirilebilir yasalarla sınırlama yöntemine yöneldi. Giderek burjuva erkleri, insan haklarını bir bütün olarak askıya alan olağanüstü hal yönetimi, sıkıyönetim gibi yönetim tarzlarına meşrulaştırmaya girişti. Nitekim emperyalizm çağıyla birlikte, insan haklarının devlet erki yoluyla açık-gizli ortadan kaldırılması eğilimi güçlendi. Bir bütün olarak siyasal gericileşmeye denk düşen tekellerin egemenliği çağında, rekabetçi kapitalizmin gereksinim duyduğu ve onun siyasal rejimini meşrulaştırma ve burjuvazinin diktatörlüğünü gizleme aracı olmaya dönük insan hakları bir "lüks" haline geldi. Bunun en çarpıcı örneğine insanlık faşizmle birlikte tanık oldu. Nitekim Almanya'da Weimar Anayasası'nın 48. maddesinde cumhurbaşkanına tanınan insan haklarını kısmen ya da tamamen askıya alma "hakkı"nı kullanan Hitler, 28 Şubat 1933'te insan haklarını askıya almakta bir an olsun duraksamadı. Bu acı deneyim ertesinde, faşizmin yenilgiye uğratılmasının ardından, 1948'de Birleşmiş Milletler Örgütü'nce kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi' nin üzerinden daha 2 yıl geçmeden, 1950'de kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde temel insan haklarına, bu kez sözleşme düzeyinde sınırlamalar getirildi ve ulusal devletlere geniş bir inisyatif alanı tanındı.

Bütün bunlar, bugün işçi sınıfı ve emekçiler bakımından kazanılmış haklarını koruma uğruna savaşımın ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Sosyalist insan hakları anlayışı ise, işçi sınıfına kazanılması gereken gerçekten insani hakları göstermektedir.

Günümüzde ne gariptir ki insan hakları sınıf içeriklerinden kopartılarak sınıflar ve sistemler üstü hale getirilmeye çalışılmaktadır. Bu durum, egemen burjuvazi bakımından elbette garip değildir de, insan hakları savunucuları, kendilerine "sosyalist", "komünist" adını verenler bakımından son derece gariptir. Elbette burjuvazinin egemen olduğu, devletlerde yoğun saldırı altında bulunan ve işçi sınıfı ve emekçileri mücadeleleriyle geliştirilmiş olan burjuva insan hakları uğrana savaşım büyük önem taşımaktadır. Ancak sosyalist insan hakları konseptinin varlığının yok sayılması ya da bilmezlikten gelinmesi, bu savaşımı daha baştan kötürümleştirmektedir. Bu nedenle sosyalist insan hakları konseptinin anlamını ve içeriğini daha yakından ele almak, özellikle sosyalist demokrasi, sosyalizmde insan tartışmalarının yoğunlaştığı günümüzde daha bir önem kazanmaktadır.

Sosyalist insan hakları anlayışı, insanlığın gelişiminin gerçek koşullarının bilimsel analizinden yola çıkar. Bu anlayışın temelleri, ilk kez K. Marks ve F. Engels tarafından Alman İdeolojisi adlı yapıtlarında ortaya konmuştur. Buna göre, toplumdaki güç ve olanakların uyumlu gelişmesi, özellikle de insanın en geniş anlamda kişiliğinin gelişmesi, ne burjuva insan hakları bildirgesi metninin eksiksiz gerçekleştirilmesiyle, ne de onun daha da geliştirilmesiyle sağlanabilir. Burjuva toplumunda, insan kişiliği ile, kökleri üretim tarzında olan yaşam koşullarının insan kişiliğine nüfuz etmesi arasında antagonist bir çelişki vardır. İnsan ile toplum arasındaki bu çelişki, kapitalist iş organizasyonundan kaynaklanır. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin sonucu olarak, insan kişiliğini biçimlendiren araç olan çalışma, aynı zamanda insanın sömürülmesinin de aracıdır. Önemli üretim araçlarını elinde bulunduran özel mülk sahipleri aynı zamanda manevi ve siyasal araçlara da sahiptirler, bu yüzden kapitalizmde insanın temelli yeri üç katlı (sömürü, aptallaştırma, baskı) yükte kendini belli eder. Kapitalizmin özünden kaynaklanan insan ile onun yaşam koşullan arasındaki çelişki, ancak tüm toplum köklü bir dönüşüme uğratıldığında ve bir kişilik düşmanı kapitalizmin yerini "içinde herbirinin özgürce gelişiminin, tümünün özgürce gelişmesinin koşulu olduğu bir birlik" olan sınıfsız toplum aldığında ortadan kaldırılabilir. Böylesi bir toplumda, "toplumsal çalışmanın üretici güçlerinin büyük bir atılımıyla, insanın çok yönlü gelişmesi güvence altına alınır". Bu bir ham hayal midir, yoksa gelişmenin nesnel eğilimi mi? Kapitalizmin ürünü olan modern sanayi, devraldığı işbölümünü nitelikçe dönüşüme uğratır ve insanın çok yanlı yetkinleştirilmesini, çalışmanın değişen gerekleri çerçevesinde yaşamsal bir sorun durumuna getirir. İşçilerin, bir makine parçasının uzantısı olmaktan çıkıp üretim sürecinin egemeni durumuna dönüşmesi, nesnel, kapitalizm tarafından yaratılmış ancak özel mülkiyetin sınırladığı toplumsal gelişimin bir türlü çözüme kavuşturamadığı gereksinimidir. Bu gereksinimin giderilmesi, kemikleşmiş işbölümünden kaynaklanan ve çok yönlü gelişimden uzak tutulan kısmi bireyin, yaşadığı varlık koşullarını kendi denetimi altına alan, bilgiyle onu örgütleyen ve ona egemen olmaya başlayan tam anlamıyla gelişmiş bir birey haline dönüşümünü sağlayacak gerçekçi hak istemlerinin maddi temelidir.

Bu süreçte belirleyici olan, kapitalizmi aşarak sosyalist bir toplum kurmayı olanaklı kılacak olan erk değişikliğidir. Erke gelen işçi sınıfı, önce kendisinin ve tüm emekçilerin egemen burjuvazi karşısında siyasal tabiyetini ortadan kaldırır ve daha sonra da insanın insan tarafından sömürülmesine ve aptallaştırılmasına son verme yoluna girer.

Somutlayacak olursak, ilk sosyalist insan hakları bütünü, taslağını Lenin'in hazırladığı ve 12 Ocak 1918'de onaylanan Emekçilerin ve Sömürülen Halkların Hakları Bildirgesi'dir. Bu bildirge, 10 Temmuz 1918'de Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Federasyonu'nun ilk anayasasına da konmuştur. Buna uygun olarak, işçi-köylü-asker sovyetinin erki ele geçirmesi, sömürücülerin direncinin bastırılması, toprak ve bankaların halk mülkiyetine geçirilmesi, ekonomide işçi denetimi (bu, fabrika ve işletmelerin işçi-köylü temsilcilerinin eline geçişinin ilk adımını oluşturur), herkese çalışma hak ve yükümlülüğü, işçilerin silahlandırılması, ulusların ve milliyetlerin eşit haklara sahip olması, dinin ve din karşıtlığının propaganda özgürlüğü, kanaat ve toplantı özgürlüğü, basımevlerinin işçilere ve köylülere devredilmesi, işçi ve yoksul köylülerin parasız eğitim hakkı, politik kanaatleri yüzünden kovuşturulan yabancılara sığınma hakkı hükme bağlanmıştır. Böylece sosyalist devrim, tüm yurttaşlarına kişiliklerini geliştirmede eşit haklar sağlamayı önüne koymuş, sosyalist üretim ilişkilerinin kurulması ve devlet içinde sınıf antagonizmalarının aşılması yoluyla da bunu sağlamanın maddi koşullarının doğrultusunu göstermiştir. "Bütün insanlar için öyle bir yaşam konumu yaratılsın ki, her insan kendi insani doğasını özgürce geliştirebilsin", Marksizmin bu temel hareket noktası, tarihte insanlığın ancak böylesi bir eşiği asmasıyla olanaklı olabilir ve Marksizm bu doğrultuya bilimsel müdahalenin aracı olarak kendini belli eder.

Kuşkusuz sosyalist insan hakları, her yerde, her zaman için geçerli olan, tarihsel karakter taşımayan haklar değildir. Bu hakların özünde toplumların gelişmesine ilişkin bilimsel öngörü yatar. Bu anlayışla formüle edilen sosyalist insan hakları, içinde herkesin birlikte sahip olduğu, birlikte yönettiği ve böylece de kendisinin, işyerinin ve tüm toplumun ileriye doğru gelişmesinin koşulları üstünde karar sahibi olduğu bir toplumun biçimlendirilmesine yardım eder.

Sosyalist insan hakları, her tarihsel-somut uğrakta, yükselen bir hareket halinde kişi özgürlüğünü toplumsal zorunluluklara ve maddi olanaklara uygun bir tarzda ortaya koyar ve bunu yaparken tek tek herkesin toplumsal faaliyetin en önemli biçimlerine katılma hak ve yükümlülüğünü ve yine herkese toplumun göreceli bağımsız belli bir alanının ve kendinin gelişmesinde sorumluluk taşımasını getirir ve böyle bir faaliyetin önkoşullarını güvence altına alır.

Sosyalist toplumda tüm insan haklarının içeriği, ne herkesin özel iradesiyle hareket edeceği devletin olmadığı serbest bir alan tarafından, ne tek tek kişilerin merkezi bir karar mekanizmasına zincirlenmesi tarafından, ne de kişi gelişimi yolunda atılacak adımların önceden dikte edilmesi tarafından belirlenir. Sosyalist toplumda insan hakları ne birey ile toplum arasında bir engeldir, ne de tek tek her insanın bireyselliğini dışlar. Bu hakların temeli, sosyalist üretim tarzının utkusu sonucu toplumsal gereksinimler ile tek tek kişilerin çıkarlarının birbiriyle çakışmasıdır. Böylelikle insan hakları değişen maddi olanaklara uyum sağlar ve en önemli toplumsal itici güçleri etkili kılar.

Sosyalist insan haklarının amacı, ne toplum dışında tek tek duran yalnızlaşmış bireylerdir, ne de kişinin yığın içinde yok olmasıdır. Sosyalist insan hakları, çok yanlı uyumlu, gelişme gösteren kişilerden oluşmuş bir toplumun ortaya çıkmasını hedefler. Bu yüzden de, insan haklarının fiilen uygulanması ne tek tek kişilerin özel bir işidir, ne de devletin bir lütfudur. Temel haklar ve bunlarla çakışan temel yükümlülükler, aynı nesnel zorunluluğun hukuki ifadeleridir, yani herkesin ödev ve istemi, yükümlülük ve hakkını gerçekleştirmeye yardım etmek durumundadır.

Sosyalist insan hakları, bireyin birbirleriyle ilişkisi olmayan haklarının bir demeti değildir; bu haklar, tüm insanların en önemli gelişme koşullarının kabulü temelinde, bağlayıcı anayasal haklar bütünüdür. Böylece, bireyin özgürlüğü toplumun ' özgürlüğüyle bütünleşir. Ulusların kendi yazgılarını kendilerinin belirleme hakkı, tüm insan hakların ilkidir ve yurttaşların temel hakları, tek tek kişilerde ifadesini bulan halk egemenliğidir.

Sosyalist insan hakları, ekonomik, kültürel, ideolojik ve politik hakları bütünleştirmiştir. Bu haklar, birbirlerini karşılıklı olarak belirler; çoğu kez iç içe geçmişlerdir ve bütünselliklerini sosyalist insan haklarında bulurlar: Şöyle ki;

A) Çalışma hakkı, yeteneğe uygun ve yaptığı kadar ücretlenmeye, sosyalist işletme ve ekonomi yönetiminde birlikte faaliyete denk düşen iş yerini özgürce seçme hakkından oluşur. Bu hak, kalifiye olma, boş zaman, izin, sağlık ve iş korunması, hastalıkta, sakatlıkta ve yaşlılıkta her türlü bakım, konut ve kişisel mülkiyet haklarıyla tamamlanmıştır.

B) Eğilim hakkı, okul, kültürel ve bedensel gelişme, bilimsel, kültürel ve sportif kendi başına faal olma, fikir, basın, inanç özgürlükleri, halk eğitimi ve kültürünün yönetiminde etkili olma hakkından oluşur.

C) Yönetme hakkı, bütün erk organlarını seçme-seçilme ve denetim, devlet organlarına katılma, dernek kurma, örgüt kurma, toplanma, gösteri özgürlükleri, kendi cumhuriyetini fiilen savunma, tüm devlet eylemlerinin hukuka uygunluğunu isteme haklarından oluşur.

Bu temel insan hakları, nesnel, gelişen zorunlulukların bir ifadesidir ve bu nedenle de kendisi bir gelişme sürecine bağlıdır. Böylece sosyalist toplum, komünist hareketin ilk istemlerinden biri olan "yükümlülük olmadan hak olmaz, hak olmadan yükümlülük olmaz" istemini gerçekleştirir.

Sosyalist insan hakları, tüm toplum için genel olarak bağlayıcı olan hak ve yükümlülükleri kurallaştırır; bunlar, sosyalist toplumun her üyesinin vazgeçilmez haklardır. Bu hakların gerçekleştirilmesi, tüm bireylerin çok yanlı gelişiminin, sosyalist toplumun kurulmasına tüm güçleriyle, yaratıcı faaliyetleriyle katılması yoluyla çok yanlı gelişminin ana biçimidir. Çünkü sosyalist toplumda insan hakları, insanların gerçek çıkarlarının gözetilip dile getirilmesinin bir ifadesidir. Ancak bu ilkesel uyumluluk, tek tek çatışma durumlarını da dışlamaz. Bu çerçevede sosyalist toplumda insan haklarının toplumsal işlevi, diğer işlevlerinin yanı sıra, işçi sınıfının öncülüğünde değişik toplum kesimlerinin kısmi çıkarları arasında doğan ve doğabilecek olan çelişkileri antagonizma noktasına varmadan çözümlemektir.

İnsan hakları gibi çok yanlı ve geniş bir konuyu, tarihsel ve sınıfsal boyutuyla, daha çok tanımlayıcı betimleyici bir yazıda sunmaya çalıştım. Sınıf savaşımının ekonomik, politik, ideolojik düzeyde ulusal ve uluslararası ölçekte odak noktalarından birini oluşturan insan hakları konusunda, sınıf pusulasını kaybedip, toplumsal gelişme ve zorunluluklardan kopartılmış "saf insan hakları" anlayışının bir yanılsama olduğunu özellikle vurgulamak istedim. Burjuva insan hakları anlayışı ile sosyalist insan hakları anlayışı arasındaki niteliksel farkı ortaya koymayı gözettim. Çok değil, son 10 yıl içinde burjuva insan hakları arasında yer alan en temel hakların açıkça çiğnendiği ve çiğnenmesinin anayasa ve yasalarla kurumsallaştırıldığı bir ülkede, bu ayrım ve vurguların kimi zaman silikleşmesi anlaşılabilir, ancak bunun teorileştirilmesi asla kabul edilemez. Sosyalist insan haklarını, temel anlayış ve olması gereken noktasında ele aldığımın farkındayım. Aslolan pratikteki kimi ihlallerden hareketle sorunun özünün kaçırılmaması, bu. teorik anlayış temelinde kavranması gerektiği kanısındayım. Yazımı Marksizm'in birey-topluluk ilişkisi, yani insan hakları konusuna temel yaklaşımıyla noktalamak istiyorum: Tek tek kişilerin kişiliklerinin gelişmesi toplumun ileriye doğru hareketinin temelli öğesidir; tek tek kişiler sosyalist topluluk içinde toplulukla birlikte yönetip yönlendirdikleri ölçüde kendi çok yönlü gelişimlerinin koşullarını biçimlendireceklerdir.