Sayı 7-8 Nisan 1990 Ne yapmalı?
Ne yapmalı?
Okuyucularımız anımsayacaklardır, dergimizin Şubat sayısında şu değerlendirme yer almıştı: "...kabaca tablo bu. Böylesi bir tabloda komünistler, sosyalistler, devrimciler nerede yer alıyor? Ne yapıyorlar? Şurada sonu gelmez birlik tartışmaları, burada hedefi belirlenemeyen kampanya tartışmaları. Yaşamın öne çıkardığı sorunlara yanıt arayışı, işçi sınıfı ve emekçi halkın hareketi ile bütünleşme, onu yönlendirme çabası gündemin hep daha geri sıralarına itiliyor... Durumu nesnel olarak saptamak ve bundan çıkış yolunu somut olarak ortaya koymak gerekiyor. Ne yapmalı sorusu Marksizm-Leninizm konumlarında yer alanlar bakımından güncel ve ivedidir. Bu soru net biçimde yanıtlanmadan hiçbir parti, grup ya da çevrenin ne kendi içinde ne de birlik eylem birliği sürecinde ileriye doğru hareketi olanaklı görünmüyor. On Eylül bu soruya kendi yanıtını etraflı bir biçimde önümüzdeki sayıda verecek; diğer parti grup ve çevrelerin de yanıtı önem taşıyor."
Bu yazımız, ne yapmalı sorusunu, 10 Eylül taraftar ve okuyucularının çoğunluğunun kendini net biçimde, ortaya koyan iradesi temelinde yanıtlıyor.
Hayat doğruladı
10 Eylül, daha TBKP program taslağının ortaya çıkışıyla birlikte "reformist-devrimci" ayrımının gündeme geldiğine işaret etmiş, bu ayrımı dikkate almadan birlik konusunda ilerleme sağlanamayacağını vurgulamıştı. "Her geçen gün kapitalizmin yeni yeni erdemlerini keşfeden çevrelerle birlik olmaz" diyerek reformizme karşı Leninci bir odağın yaratılması gerektiğini döne döne açıklamıştı.
TBKP bugün tam bir bozgun havası yaşıyor. Başta İstanbul olmak üzere birçok il komitesi istifa etmiş durumda. Üyelerinin önemli bir bölümünü yitiren Politbüro ve Merkez Komitesi darmadağınık. Kısacası TBKP artık örgütsel bir bütünlük taşımıyor, yani reformist akımın ana örgütü dağılmış bulunuyor.
Hayat bu görüşümüzü doğruladı. Toplumsal devrim ve iktidar hedefinden vazgeçen, burjuvaziye teslimiyel temelinde legalite peşinde koşan TBKP çizgisinin çıkmaz bir sokak olduğu Türkiye ve dünyadaki gelişmelerle kanıtlandı. Dergimizin diğer devrimci çevrelerin yürüttüğü ideolojik mücadeleyle kendine güvenini yitiren, temsilciliğini yaptığı Gorbaçovcu "yeni düşünce"nin her yerde kapitalist sağın, anti-komünizmin ve ulusal düşmanlıkların hortlamasına yol açtığının görülmesiyle pırıltısını yitiren ve legalite girişimleri başarısızlığa uğrayan TBKP bugün tam bir bozgun havası yaşıyor. Başta İstanbul olmak üzere birçok il komitesi istifa etmiş durumda. Üyelerinin önemli bir bölümünü yitiren Politbüro ve Merkez Komitesi darmadağınık. Kısacası TBKP artık örgütsel bir bütünlük taşımıyor, yani reformist akımın ana örgütü dağılmış bulunuyor.
Buna karşılık, TBKP kadrolarının bir bölümü ile "yeni politik düşünce"yi benimseyen TSİP çevreleri, Sosyalist Birlik dergisi ve bir grup bağımsız aydınla birlikte, reformist odağı daha geniş bir temelde yeniden örgütlemek için harekete geçmiş bulunuyor. Leninizmin ve özellikle de Leninist parti öğretisinin kesin reddini öngören bu girişim, bir savunucusunun sözleriyle, "özgür bireyleri mevcut siyasi partiler yasası zorunlu kılmıyorsa bir tüzüğü bile olmaması gereken gevşek bir yapıda biraraya getirmeyi" hedefliyor. Savaşım örgütü olarak değil, düzen örgütü olarak tasarlanan bu partide marksistlerin yanı sıra marksist olmayan çevrelerin de bulunmasının arzu edilir bir gelişme olacağı vurgulanıyor. Böylece bu proje, Krasin'in toplumsal devrimi değil, kapitalizmin demokratik varyantını esas alan teslimiyetçi projesinin Türkiye topraklarında gerçekleştirilmesi anlamına geliyor. 10 Eylül bu projeyi kesin olarak reddediyor.
Ya devrimciler
Peki ya reformizme karşı çıkan devrimci çevre ve yapılar ne durumda? TBKP'nin reformizmine ve SBKP yönetiminin yeni politik düşüncesine karşı genel olarak Marksizm-Leninizm’i savunanlar açısından hangi tespitleri yapabiliriz? Bu soruları, sona ermek üzere olan (dergimiz sizlere ulaştığında sona ermiş olacak) Kuruçeşme görüşmelerinin bir değerlendirmesiyle birlikte ele almak gerekiyor.
10 Eylül, daha Kuruçeşme toplantılarının başında, "reformizm-devrimcilik" ayırımını dikkate almadan bütün solu aynı partide birleştirme girişiminin sonuçsuz kalacağını vurgulamış, reformizme karşı Leninist bir odağın şekillendirilmesinin zorunlu olduğunu vurgulamıştı. Ne var ki özellikle "elmalarla armutların birliği" adı verilen bir anlayış nedeniyle, Marksizm-Leninzm konumlarını savunan çevrelerin bağımsız bir odak halinde biçimlenip davranması sağlanamamıştı. Böylece devrimin pratik-politik sorunlarını değil, sonu gelmez soyut teorik tartışmaları eksen alan bir sürece yol açılmış oldu.
Böylece bu proje, Krasin'in toplumsal devrimi değil, kapitalizmin demokratik varyantını esas alan teslimiyetçi projesinin Türkiye topraklarında gerçekleştirilmesi anlamına geliyor. 10 Eylül bu projeyi kesin olarak reddediyor.
Bugün gelinen noktada birlik değil ayrışma görüyoruz. Ayrışan taraflardan biri, Leninizmin mirasını red temelinde reformcu, legalist, uzlaşmacı ve evrimci bir partiden yana olanlar. Böyle bir perspektifi reddeden, genel olarak toplumsal devrim ve iktidar hedefini önce koyan çevreler diğer kutbu oluşturuyor. Bu kutup içinde ağırlıklı bir yer tutan çoğu troçkist çevreler "devrimci sosyalist blok" önerisiyle ortaya çıkıyorlar. Bizce bu öneri de günün yakıcı sorunu olan birleşik Marksist Leninist partiyi bugünden başlayarak adım adım örme hedefini bulandırıyor. Birlik sorunu çürümeye terk edilmemeli, bitmez tükenmez tartışmalarıyla yeni bir Kuruçeşme maratonuna, kapı açılmamalıdır. 10 Eylül sekiz ay önce yaptığı öneriyi tekrarlıyor: Ana halka Leninist odağın derhal biçimlendirilmesidir. Farklı yapı ve geleneklerden gelen Marksist-Leninist çevreler toplumsal devrim perspektifiyle toplumsal pratiğe bugünden müdahale edecek, sınıf mücadelesinin istemlerini karşılayacak örgütsel yapının, yani leninist partinin ilk köşe taşı olarak "Leninist odak" biçiminde biraraya gelmelidirler. Tekrarlıyoruz, Leninist odak, Leninist birlik, birleşik Leninist parti... örgütsel alanda kavranacak halkalar dizisi budur. Ne olduğu iyi tanımlanmamış, herkesin başka bir şey anladığı "devrimci sosyalist blok" değil.
Birleşik önderlik
Değişik geleneklerden Marksist-Leninistlerin bölünmüşlüğü Türkiye'nin özgül bir gerçeğidir. Ülke ve dünyadaki gelişmeler toplumsal devrim ve sosyalizmi güncel bir hedef olarak benimseyen çevre ve örgütlerin sadece ideolojik-teorik alanda değil, aynı zamanda politik pratik alanda birleşik bir odak yaratmaları için kaçırılmaması gereken bir fırsat sunuyor. Mülk sahibi sınıfların egemenliğine son verilmesi hedefini benimseyen, sınıfsız topluma ulaşma yolunda proletaryanın devrimci iktidarının zorunluluğunu kavrayan, burjuva ve küçük burjuva partilerinden kendini kategorik olarak ayırmış, ideolojik netlik-devrimci program temelinde örgütsel birliği öngören ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını savunan, savaşımın hiçbir biçimini dışlamayan ve hiçbir biçimini mutlaklaştırmayan, her koşulda savaşımını sürdürme yeteneğine sahip Leninist bir kaldıraca ihtiyacımız var. Bu kaldıraç çok çeşitli çevre ve geleneklerden kadroların harmanlanmasına hizmet edecek, işçi ve emekçi yığınların gözünde sosyalizmi çekici bir seçenek haline getirecektir. Enternasyonalizmi ete kemiğe büründürecek böylesi bir parti hedefi gerçekçi sayılabilir mi? Biz gerçekçi olduğunu düşünüyoruz. Bu düşüncemiz uluslararası ve ülke içi ki gelişmeden kaynaklanıyor.
Hepimiz birlikte yaşadık, son altı ayda olaylar başdöndürücü bir hızla gelişti, özellikle reel sosyalist ülkelerdeki gelişmeler özenle irdelenmesi gereken yeni bir îurum yarattı. Artık yeni bir dünyayla karşı karşıyayız. 1917 Ekim Devrimi'yle başlayan sürecin ana ekselini oluşturan iki kutuplu (kapitalist ve sosyalist) dünya, sosyalist sistemdeki çözülmeyle birlikte yeniden tek jir kapitalist dünyaya dönüşme yoluna girmiş bulunuyor. Bugün artık bütünsel bir sosyalist sistemden söz îtmek mümkün görünmüyor; sosyalizmi sürdürmekte ısrar eden Küba ve Arnavutluk gibi tek tek ülkeler var. Başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist ülke yönetimlerinin hemen hepsi kapitalist-emperyalist dünyaya eklenme perspektifini benimsedi. Demokratik Almanya, tıpkı Çekoslovakya'nın II. Dünya Savaşı'ndan ince Hitler'e peşkeş çekilmesi gibi yeni bir onursuz 'Münih Anlaşması'yla Batı Alman kapitalizmine teslim ediliyor. Polonya, Macaristan ve Çekoslovakya kendilerini IMF'ye bağlayarak kapitalizme doğru yelken açtılar. Romanya'da komünizm günahkâr bir ideoloji lan edildi. Bulgaristan "özel girişimciliğe dayalı bir devlet" olacağı ibaresini anayasasına geçirdi. Vietnam serbest piyasa doğrultusunda hızla adımlar atıyor. Çin “sosyalizm” söylemine devam etmekle birlikte bir yanları kapitalist reformlardan geri dönmeyeceğini ilan ediyor, diğer yandan halâ CIA ile işbirliğini sürdürerek Amerikan emperyalizminin Çin toprakları üzerinle kurduğu Sovyetlere yönelik dinlenme üssünün faaliyetine bile halâ ses çıkarmıyor.
Bugün artık bütünsel bir sosyalist sistemden söz etmek mümkün görünmüyor; sosyalizmi sürdürmekte ısrar eden Küba ve Arnavutluk gibi tek tek ülkeler var. Başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist ülke yönetimlerinin hemen hepsi kapitalist-emperyalist dünyaya eklenme perspektifini benimsedi.
Bu durumda dünya sosyalizminin yetmiş yıllık deneyiminin muhasebesini yapmak, işlerin bu noktaya nasıl geldiğini tutarlı biçimde açıklamak büyük önem kazanıyor. "Yeni politik düşünce" yandaşlarının Marksist-Leninist perspektifi reddeden sahte yenilikçiliğinin tersine, Marksist-Leninist bakış açısıyla teorimizi yetmiş yıllık reel sosyalizm pratiğinden çıkan derslerle zenginleştirmek gerekiyor. Enternasyonalist teorimizi güncel "reel" politikaların yetmiş yıldır biriken bozucu etkisinden arındırmak, sosyalist ülkenin/ülkelerin savunulmasının gerekli kıldığı (ya da kılmasa bile bunun böyle algılandığı) politikaların teori düzeyine çıkarılmasının yol açtığı tahribatı gidermek, sapla samanı, özle kabuğu birbirinden ayırmak görevi önümüzde duruyor. Tüm dünyadaki devrimlerin deneyiminden yararlanarak ve özellikle 1960'lardan bu yana Türkiye devrimci pratiğinin derslerini sistemleştirerek teorimizi yeniden işlemek, marksizm leninizmi kendi topraklarımızda yeniden üretmek zorundayız. Yeni ufuklara ancak böyle bir zenginlikle ilerleyebiliriz. İşin sevindirici yanı, çeşitli marksist leninişt grupların birbirlerinden bağımsız olarak ideolojik-teorjk alanda önümüzde muazzam bir görevin bulunduğunu tespit etmeleri, başdöndürücü hızla gelişen olaylar karşısında ortak (en azından temel yönleriyle benzer) bir tutum alabilmiş olmaladır. Birleşik bir önderlik hedefini gerçekçi kılan birinci olgu budur.
Bu hedef konusunda umutlanmamıza yol açan ikinci olgu ise, ülkedeki sınıf mücadelesinin somut durumunun bugün öncülük ihtiyacını acil olarak gündeme getirmesidir. Hiçbir devrimci çevre sınıf mücadelesinin öne koyduğu görevleri kucaklayamıyor. Mücadelenin boyutları yükseliyor. Geçen yıl kamu sektöründe çalışan sekiz yüz bin emekçinin toplu sözleşme yılıydı. Bu olgu dergimizin çeşitli defalar belirttiği gibi tarihimizin en kapsamlı işçi eylemlerine yol açtı. 1990 yılı özel sektörde çalışan yediyüzelli bin; işçinin toplu sözleşme yılı. Bu durumun ne tür olaylara yol açma potansiyelini taşıdığını görmek için falcı olmaya gerek yok. Daha şimdiden otuzbini aşkın işçi greve başladı.Toplumsal devrim mücadelemizin hep en zayıf halkasını oluşturan köylü hareketinde de ciddi kıpırdanışlar var. Tütün üreticilerinin son eylemleri yeni bir başlangıç. Öğrenci hareketleri kitlesel bir niteliğe bürünüyor. Kadınların, öğretmenlerin ve diğer kamu çalışanlarının hareketinde belirgin bir canlanma var. Muammer Aksoy'un ve Çetin Emeç'in öldürülmesi sinmeye değil, silkinmeye yol açıyor. Buna karşılık burjuvazi cephesinde işler epeyce karışık. Desteği yüzde onbeşlere inen, meşruiyeti son derece tartışmalı bir başkan baba ANAP iktidarı, ANAP'tan farklı bir program ortaya koyamayan aciz muhalefet, "en fazla gecekonduyu biz yıktık" diye öğünen sosyal demokrat belediyeler... Keyfiliğin, vurdumduymazlığın, işsizliğin pahalılığın, iş cinayetlerinin, en küçük özgürlüğe bile tahammül edemeyen boğucu hayanın sıradan vatandaşın psikolojisinde yol açtığı değişimleri, biriken öfkeyi herkes hissediyor. Türkiye bir patlamanın eşiğinde... Demirel bile "fırtına yaklaşıyor" diye uyarıda bulunuyor. Çeşitli Leninist gruplar bu konuda da ortak tespitler yapıyor, öncülük ihtiyacını vurgulayarak "öznel faktör"ün gün geçtikçe daha büyük önem kazandığına işaret ediyorlar. Öyleyse, daha şimdiden, çeşitli Leninişt grupların dünyaya ve Türkiye'ye ortak bir açıdan yaklaşabildiklerini ve ortak sonuçlar çıkarabildiklerini söyleyebiliriz. Devrimimizin antikapitalist karakter taşıyacağı, önümüzdeki adımın sosyalist devrim olduğu konusunda bu çevrelerde geniş bir mutabakat sağlandığı da dikkate alınırsa, Leninist çevrelerin ortak bir program temelinde ideolojik, politik ve örgütsel birlik oluşturma potansiyeline sahip oldukları açıktır. Şimdi gereken, yeterli politik ustalığın gösterilmesi ve bu potansiyelin fiile dönüştürülmesidir.
10 Eylül misyonu
Kuşkusuz, sözünü ettiğimiz politik ustalığın gösterilmesi sadece bizim değil, böyle bir birlikte yer alabileceklerini düşündüğümüz bütün Leninist çevrelerin görevidir. Birlik karşılıklı iradeyi gerektirir. 10 Eylül bu iradeyi göstermeye hazırdır. Birlik irademiz gerekli karşılığı bulursa Marksist-Leninist parti doğrultusunda köklü adımlar atılabileceğini düşünüyoruz.
Peki Leninist çevreler karşılıklı olarak bu iradeyi ve politik ustalığı gösteremezse sonuç ne olur? 10 Eylül sınıfsal bir misyonla yola çıkmıştır ve her durumda misyonunu yerine getirme iradesine sahiptir. Biz sorumluluğumuzun gereğini yaparız. 10 Eylül bütün saptırma girişimlerini boşa çıkararak bugüne kadar savunduğu Leninist çizgiyi sürdürecek, saflarını sıklaştırarak ideolojik netlik temelinde örgütsel omurgasını pekiştirecek ve enternasyonalist-devrimci görevlerine uygun davranacaktır.
10 Eylül