10 eylül dergisi kapaklarndan oluşan kolaj

Sayı 7-8 Nisan 1990 Ölümün eşiğinde bir insan AKİF ÖZDEMİR

Ölümün eşiğinde bir insan AKİF ÖZDEMİR

(Konuşmamız başlamadan önce Akif: "Hazırım başlayabiliriz" diyor. Tam ilk sorumu sormak üzereyken, birden öksürüklerle sarsılarak ayağa kalkıyor, tuvalet kısmına doğru koşuyor, içerden bir süre öksürük ve tükürme sesleri geliyor. Sonra da mahçup bir yüzle odaya dönüyor. "Sık sık ağzımdan balgam geliyor, bu da beni çok rahatsız ediyor. Arkadaşların yanında olunca kendimi daha da rahatsız hissediyorum. Onların durumumdan etkilenebileceği duygusu beni çok huzursuz ediyor. Gerçi, dostlarım en küçük bir rahatsızlık belirtmiş değiller ama ben yine de bu halimden hoşnut değilim" açıklamasını yapıyor, yeniden yatağına sırtüstü uzanıyor, bir süre nefeslenmesini bekliyorum. Çünkü adeta, soluksuz kalmış gibi sarsılıyor. Ağır ağır nefes alışları düzeliyor. Sakinleşiyor, ses titreşimleri her şeyin yolunda olduğu anı verince, "Hazır mısın dostum, başlayabilir miyiz?" diyorum. Başıyla evetliyor ve röportajımıza başlıyoruz.)

RUŞEN: Dostum, önce istersen biraz kendinden, kısa öz geçmişinden bahset...

AKİF: 1953'de Ağrı'da doğdum. Çocukluk yıllarımda Adana'ya göçtük. Gençlik yıllarım da Adana'da geçti. Yoksulduk. Babam: "Medet Adana'da, büyük kentte" deyip sırtlamış aileyi köyden... Gençlik yıllarımda boş bir insandım, doğru dürüst okuma yazmam da yoktu. Bir kavga sonucu birini bıçaklayıp cezaevine düştüm. Kavganın siyasi bir yönü yoktu. O zamanlar siyasetten falan anlamıyordum. Deniz Gezmiş'e bile: "Denizde gezmiş!.." diyebilenlerdenim. "Bu ahiler denizde geziyor ama niye geziyor bir türlü anlamıyoruz. Devletin gösterdiği tepkileri de anlamıyoruz. "Ne var ki bunda, gezer, gezer..." diyoruz. Cezaevinde kaldığım sürede ilk kez siyasi mahkumlarla çok sonraları karşılaştım. Ceyhan'da banka soymak suçundan geldikleri söyleniyordu. Bir gün yanlarına gittim. "Siz anarşist misiniz?" dedim. Öyle saf ve öfkeli sormuş olmalıyım ki; güldüler, "Yok, biz siyasiyiz!" dediler. Sandım ki; suçlarını inkar ediyorlar. "Herhalde bu da bunların inkar biçimi" dedim içimden... Daha sonra cezaevi idaresinin bu insanları dövmeye başladıklarını gördük. Ezmek istiyorlardı. Acımaya başladım. Bu duygularla karışık bir ilgi ve sempatiyle onlara doğru yöneldim. Çok geçmeden ceza-evimize Yılmaz Güney'inde Yumurtalık yargıcını vurduğu için içeri düştüğünü öğrendik. "O da siyasidir!.!' dediler, şaşırıp kaldım: "O adam iyi adamdır. Eğer siyasi ise siyasilik de iyidir" sonucuna ulaştım. Tabii filmlerine göre konuşuyordum. Gerçek yaşamda da çok iyi bir insan olduğuna tanık oldum. Siyasilerin yoksullardan yana olduğunu duymuştuk. Bir de biz o sıra cezaevinde zengin mahkumların elinden çok çekiyorduk. Top oynatmazlar, bahçede volta attırmazlar, koğuş içi yaşantımıza müdahale ederler, istedikleri zaman bizim gibi "gariban"ları dövdürtürler, baskı yaparlardı. Zenginliğin dışarıdaki anlamını da biliyoruz. Tüm çocukluğumuz karnımızın gurultularıyla geçmiş. Hak etmediği biçimde yaşayanları sevmiyorum artık... Devrimci değerlerle böylesi bir süreçten geçerek harmanlandım..

RUŞEN: Yani bir adli suçtan içeri girdin, ilgin ve sempatin orda başladı, öyle mi?

AKİF: Evet, 1974'de içeri düştüm ve orada "siyasi olmak gerekir" sonucuna ulaştım.

RUŞEN: Evli miydin?

AKİF: Yok o zamanlar bekardım. Daha sonra evlendim. Son kez içeri düşmeden iki yıl önce evlendim. Bir oğlum var. Cezaevine düştükten iki ay sonra doğdu. Dokuz yıldır içerde olduğuma göre, oğlum onuncu yaşına doğru gidiyor...

RUŞEN: Peki, oğlunun ismi ne?

AKİF: Akif...

RUŞEN: Senin ismini vermişler...

AKİF: Evet, babam, içeri düştüğümden itibaren benden umudu kesmiş durumdaydı. "Oğlumun bir gün ölüsünü verecekler bana!.." deyip duruyordu. Oğluma bu yüzden ismimi vermiş.

RUŞEN: Oğlun senin son durumunu biliyor mu? Bir şeyler hissediyor mu?

AKİF: Bilmez mi, koca çocuk!.. Anlıyor. Hatta Ceyhan Özel Tip Cezaevi'nde geçen yıl ziyaretime geldiğinde bir ara gelip kucağıma oturdu. Gözlerini gözlerime dikip: "Baba, sen ölecek misin?" dedi. "Bu da nereden çıktı? dedim. Söylemedi ama, "N'olur ölme, eve gel baba..." diye ağlamaya başladı. "Annem artık eve gelmiyor, küsmüş bizimle, bari sen gel..." diyordu bir yandan da...

RUŞEN: Pardon, annesi niçin evde değil?

AKİF: Hanımımdan ayrıldım. Oğlum baba evinde kalıyor... PKK davasından yargılandım, ömür boyu hapis cezasına çarptırıldım. Gerçi şimdi Askeri Yargıtay'da dosyamız yeniden görülüyor ama o zaman müebbetlik olmamdan ve hem de ölümcül durumumdan dolayı ayrılmak istedim. Doktorlar "Öldü ölecek!.." diyorlar, açlık grevleri dönemi de başlamıştı. Yani yarından yana her şey koyu bir belirsizlik içindeydi. Yaşasam bile içerde olmam evliliğimizi olumsuz etkileyecekti. Karımı karşıma aldım: " Biz ayrılacağız" dedim. Kabul etmedi. "Beklerim" diye karşı çıktı. Evliliğimiz görücü usulüyle gerçekleştiği için aramızda büyük bir aşk, sevda olayı yaşanmamıştı. Kars'tan Adana'ya gelmiş, apartmanda yaşayacak, Adana lüksü görecek, bütün özlemi buydu. Benden büyük bir beklentisi de yoktu. Bunu bildiğim için beklemesini de uygun bulmuyorum. "Yazık, beklemesin" dedim. Amcamın kızı da. O hala "Beklerim!" diyordu. Bekleyecek ama örf ve adetlere göre bekleyecek, bir sürü eziyetler görecek, yoksunluklar yaşayacak. "Git, ayrıl!" dedim. Babasının evine gitti. "Seni burada bekliyorum" diye bir kaç mektubu geldi. Çok geçmeden isteyenleri olmuş.

RUŞEN: Evlendi mi?

AKİF: Evlendi... Köylülerimiz birbirine: "Olmaz böyle şey!., demiş, "Gelinimizi başkasına nasıl verirsiniz?.. "Tüm köy birbirine akraba olduğu için kazan kaldırmışlar. Cezaevinden onlara geniş bir mektup yazdım. "Engel olmayın. Doğrusu budur. Biz evliyken iyiydik, güzeldik. Ama şu an böyle oldu, ben öleceğim, karım da benimle birlikte mezara girmesin. Yaşamını bildiğince yaşasın..." dedim.

RUŞEN: Peki Akif, şöyle bir durum olsaydı: Mahpus olmana rağmen, koltuğunun altındaki sorunun olmasaydı, karının seni beklemesini ister miydin? O da bekler miydi?

AKİF: O beni her halükarda beklerdi, böyle de, öyle de... Fakat çok acı çekecekti. Yöremin yargıları çok keskindir; aşiret ilişkisi gibi bir şey. ötesi ben zaten çekiyorum acıyı, peşimden başkalarını niçin sürükleyeyim? Ben belli bir inanç doğrultusunda gelmişim. Devrimci düşünceyi dört dörtlük bilmesem de, kendimi giderek bir devrimci gibi görmeye başlamışım. Güzel ve anlamlı bir değerler bütünlüğü içerisinde olduğumu biliyorum. Bu yönüyle karşılaştığım acılar bana artık hafif geliyordu. Onları çok doğal buluyordum. Ama O'na ağır gelecekti. Çünkü o bilinçte bir insan değildi. Ayrılmak en doğrusuydu...

RUŞEN: Zaman zaman onunla birlikte geçen anıları düşündüğün oluyor mu?

AKİF: Oluyor... Onu içerde pek çok defa andım, düşündüm... Ayrıldıktan sonra fotoğrafları bende kalmıştı. Onları saklıyordum. Bende bazı fotoğrafları olduğundan evin haberi yoktu. Üzüldüğümü bilmesinler istiyordum. Üzülüyordum ama bunu belli etmemeye çalışıyordum. Daha sonra Eskişehir'e sevk edilirken karımın fotoğrafları ayrıldığım arkadaşların yanında kalmış. Aniden götürmüşlerdi bizi. Diğer unuttuğum eşyalarımla birlikte onları da arkadaşlar bizim eve göndermişler. Şimdi ben evden isteyemiyorum, onlar da "unutayım" diye göndermiyorlar. Yırtmışlar ya da saklamışlar, bilemiyorum.

RUŞEN: Bu halin hala onu sevdiğinin işareti dostum...

(Susuyor, konuşmak istiyor... Gözlerimle onu cesaretlendirmeye çalışıyorum. Başını eğiyor, önüne bakıyor. Özlemin bu çarpıcı boyutundan etkileniyorum. Sanki tek isteği var: geçmişte "zulasında" sakladığı o bir kaç resmin yeniden kendisine verilmesini istiyor. Eskiden olduğu gibi, yine ara sıra, "ele güne belli etmeden" eski karısının resimlerine bakmayı istiyor. Bunu özlüyor. Anlamlıca bakışıyoruz. Konuşmaya başlıyor yeniden...)

AKİF: Ayrılmışız artık... Evlendiğini de duydum. Ona rağmen yine de o resimlerin bende kalmasını isterdim. Karımdı o benim. Oğlumun anası. Bir kaç resmi bende kalmışsa n'olur ki!.. Aslında çok iyi bir insandı. Temiz ve dürüsttü. Bağlıydı. Çok iyi anlaşırdık...

RUŞEN: Seviyorsun O'nu değil mi?..

AKİF: ...evet... Ama bu ne ifade eder ki?.. Artık çok başka bir insan o... Ve bana o kadar uzak ki...

RUŞEN: Dostum, konuşurken sık sık durmak ve derin derin nefesler almak zorunda kalıyorsun... Bunun nedeni nedir?

AKİF: Sağ akciğerim büyük oranda çalışmıyor. Çok az bir kısmı çalışıyor. O da zaman zaman sigarayı biraz fazla kaçırdığımda tıkanıyor...

RUŞEN: Sigarayı bıraksan...

AKİF: Bazen dayanamıyorum, içmek istiyorum... "Nasılsa öldüm, öleceğim" diyerek, bu tür küçük zevkleri tümden boşlamak istemiyorum, içmemek bana çok anlamsız geliyor... Aslında içsem de, içmesem de bir. Ama sigaranın hüznümü dağıttığını inkar edemem... Hızlı hareket etmemem, çabuk çabuk konuşmamam gerekiyor. Tek ciğerim çalıştığı için nefesim daralıyor.

RUŞEN: Ciğerinin nasıl parçalandığı konusuna geçeceğiz ama ondan önce bir soru sormak istiyorum: Duyabildiğim kadarıyla, bir arkadaş, senin iki aylık ömrün kaldığını cezaevi doktorundan öğrenmiş... Ve artık bunu sen de biliyormuşsun, doğru mu? Ne derece bir gerçekliği ifade ediyor?

AKİF: Bana yıllardan beri hep bu türden şeyler söylediler. Ceyhan'dayken de doktorlar: "Sen patlamaya hazır bir bomba gibisin. Her an ölebilirsin. Her an iltihaplaşma derinleşebilir" diyorlardı. Zaten ben bunu biliyordum. Şu anda hem kanama, hem de iltihaplaşma var. Kan ve irin ağzımdan geliyor. Zaman zaman ciğerimde birikme yapıyor, böylesi anlarda tüm her tarafımı ateşler basıyor, boğulacak gibi oluyorum ve birikme ağzımdan dışarı çıkıyor. Ağzımdan gelmediği anda, hele açlık grevleri döneminde, doğrudan ameliyat yerinden patlıyor. O birikinti oradan dışarı akıyor. Kan ve irinin bir biçimde mutlaka dışarı akması gerekiyor, bu olmadığı zaman ölüm gün meselesi haline geliyor. Yani ölümüm her an mümkün... Ama o iltihaplanma ve açılmalar olmasa, doktorların dediğine göre kırk-elli yaşlarına değin yaşayabilirmişim. Otuz yedi yaşındayım. En fazla beş-on yıllık bir süre biçiyorlar ama tıpkı bir ihtiyar insan gibi yaşamam gerekirmiş. Ağır ve yavaş hareketlerle. Tabii bu da en iyi koşullarda olasıymış...

RUŞEN: Yani cezaevi koşullarında olası değil miymiş?

AKİF: Evet... Bu gerçeği kabul etmeyen hemen hiçbir uzman doktor kalmadı. Hepsinin de birleştiği tek sonuç, bu koşullarda iyileşmemin çok zor olduğu üzerineydi.

RUŞEN: O halde, bu iki ay meselesi nereden çıktı?

AKİF: En son muayene olduğum doktor: "Artık göğsündeki iltihaplanmanın bir kısmı taşlaşmış ve dışarı akamayacak durumda. Biraz daha birikirse ölebilirsin..." demişti. Fakat ben yine de iltihaplanmanın çözülebileceği ve ağzımdan ya da ameliyat yerimden dışarıya akacağı ümidini taşıyordum. Ama doktor benim ardımdan, "İki aylık bir ömrü kaldı" gibisinden şeyler söylemiş. Dostlar da uygun bir şekilde bana söylediler. Mesele bu... Ölebilirim, çünkü bir an birikme, tıkanma yaratabilir.

RUŞEN; Koltuğunun altında bazen yumurta büyüklüğünde bir delik açıldığı söyleniyor, doğru mu?

AKİF: Evet. Bir yumurta rahatlıkla içeri giriyor. Bu tür açılmalar genellikle cezaevinde dayaklar, açlık grevleri olduğu zamanlar oluyor. Sekiz on aydır hiç açılmadı...

RUŞEN: Şimdilik iyiyim mi diyorsun?

AKİF: İyiyim de, şu iltihabın taşlaşmış olması beni ürkütüyor. Koltuğumun altındaki deliğin açılmamış olması beni bir anlamda rahatsız da ediyor. Çünkü birikinti daha çabuk dışarı akıyor. Ama açılması da başka dert... Açık yara daha fazla mikrop kapıyor iltihaplanma artıyor. Yani tam bir fasit daire...

RUŞEN: Tekirdağ Cezaevinde bir anının olduğunu dolaylı yoldan duymuştum. Onu bir kez daha anlatır mısın?

AKİF: Cezaevinde arama yapılıyordu. Bizim koğuşa da geldiler. Aradılar hiçbir şey bulamadılar. Askerin bir tanesi koltuğumun altındaki deliği gördü. "Komutanım! Komutanım! Bunun koltuğunun altında delik var! İçinde bir şey olabilir! "Belki olabilir" düşüncesiyle gelip yaramın deliğine baktılar. Ben tepki gösterdim. "Bu kadar insanlık dışı bir şeyi nasıl düşünebilirsiniz?" dedim. Subay hiç tınmadı, bakmaya devam etti.

RUŞEN: Vücudunun içine, iç organlarına bakıyor değil mi?

AKİF: Evet, o delikten iç organlarım gözüküyor. Baktı, baktı, sonra da askere: "Yok oğlum, burada herhangi bir şey saklıyor olamaz!" dedi. Yani yine de aramasını yaptı...

RUŞEN: Zaman zaman yara yerinin açılması durumunda, o delikten dışarıya sigara dumanlan çıktığı ve sesler geldiği doğru mu?

AKİF: Zaten o açılma dönemlerinde ilginç bir ses hiç kesilmeden devam eder. Bir şeyin fokur fokur kaynaması gibi... Bazen sanki gaz yapıyormuşsun gibi sesler gelir! Emniyette, hücrede birlikte kaldığım arkadaşlardan bir kaçı, durumumu bilmedikleri için, gaz yaptığımı sandılar: "Ayıptır arkadaş!" dediler. Yarayı gösterince özür dilediler. Yine bir ara hastanede yanımda hemşireler duruyordu. Koltuğumun altından sesler gelince, tuhaf tuhaf bana baktılar. "O sesler koltuğumun altından geliyor kardeşler, yanlış bir şey anlaşılmasın" demek zorunda kaldım. Üzüldüler tabii. Bazen bu yara yüzünden çok sıkıntılı anlar geçirdiğimi de inkar edemem. İrin ve kan devamlı geliyor... Yanımdakiler görüp tiksiniyorlar. Dostlarım gerçi hiç belli etmiyor ama onlar da insan... Bunu bildiğim için hep tek kişilik hücrelerde yaşamaya çalışıyorum. Herkesin gözünden uzak olmak istiyorum...

RUŞEN: Gerçekten delikten duman da çıkıyor mu?

AKİF: Evet. Deliğim sanki fosur fosur sigara içiyor!.. İlk kez karşılaştığım insanları şaşırtıp bir-yığın espriler üretiyorum. İçtiğim sigaranın dumanının gömleğimin kol ucundan dışarı çıkması kimi şaşırtmaz ki!.. Gerçekliğimi öğreninceye kadar nasıl yaptığımı bir türlü anlayamıyorlar, meraktan çatlıyorlar!..

(Gülüyor, ben de gülüyorum... Trajikomiklik bu olsa gerek!..)

RUŞEN: Koltuğunun altındaki yara güncel yaşamını nasıl etkiliyor?

AKİF: özellikle aramalarda önemli sorunlarla yüz yüze kalıyorum. Üst araması yapan askerler, koltuk altında bir deliğin olduğunu bilmiyorlar. Hoyratça davranıyorlar. Sakınılı davrandığımı görünce: "Orayı da arayacağız!" diyorlar, ellerini yarama hızlıca çarpıyorlar, çok acı veriyor... Spor falan yapamıyorum. Günlük işlerde kimseye bir yardımım dokunmuyor. Bazen sabahları uyandığımda koltuk altımdan akan kan ve irinin üstümü başımı, yatağı berbat ettiğini görüyorum. Temizlenme sorunu epey yoruyor beni. Kimi zaman hücrede oluyorum, pansuman bezi bulamıyorum. Yatağın içinden çıkardığım pis pamuklarla silmek zorunda kalıyorum. O da çok mikrop kapmasına neden oluyor. Bunun gibi daha pek çok sorun işte.

RUŞEN: Yaranın yaşamsal önemde olduğu onlarca doktor raporuyla kesinleşmiş olduğu halde ve kesinkes bakım gerektiği halde neden açlık grevlerine katılıyorsun? Orada ölebilirsin, bunun bilinciyle yola çıkıyorsun değil mi?

AKİF: Evet, tüm dostlarım bana: "Açlık grevlerine katılma!" deyip çağrı çıkarırlar. İstemezler katılmamı. Fakat sorunu ben doğrudan bir onur sorunu olarak algılıyorum. Gerçi bana hasta olduğum için "yasakçılar", idareciler doğrudan pek bir şey yapamıyorlar. Ellerinde ölebileceğimi düşünüyorlar. Ama ben, açlık grevlerine sapasağlam insanların katılıp öldüğünü görüyorum, ölüme gitmeyi benimsediklerine tanık oluyorum. Onlar bunu göze aldıklarına göre ben niçin almayayım? Sağlam bir insanın ölmesini, hasta bir insanın ölmesinden daha az yeğ görüyorum. Eylemlilikler dönemi, eğer içerdeki devrimcilerin onurlarının ve değerlerinin ayakta kalması içinse, bu uğurdaysa, iki elim kanda da olsa katılırım.

RUŞEN: Bulunduğun tüm cezaevlerinde yapılan açlık grevlerinin hepsine katıldın değil mi?

AKİF: Evet katıldım... Kendimi zorunlu hissediyorum. Katılmaz-sam eksildiğimi, yoksullaştığımı sanıyorum...

RUŞEN: Görebildiğim kadarıyla, koltuk altında kırık kaburga kemikleri de var?

AKİF: Evet. Omiriliğe yakın bir yerde bir türlü alınmayan irice bir parça hala duruyor. Almak tehlikeliymiş. Alamadılar. Diğerlerini aldılar. Bir ara yeni bir kaburga kemiği de taktılar. Bir açlık grevinde yediğimiz dayak sonucu yara yeniden açıldı, eklenen o kaburga kemiği çürümeye başladı. Eylem bittikten sonra doktorlar: "Bu kaburga artık yaramaz sana" deyip ameliyatla aldılar. Fakat bir yenisini de takmadılar. Ancak iyileşebilecek kadar bir tedaviyle beni cezaevine geri gönderdiler.

RUŞEN: İstersen sana bu ölümcül yarayı yıllardır taşıtmak zorunda bırakan gelişmelere dönelim. Niçin koltuğunun altında bazen yumurta büyüklüğünde bir delik, bazen kırık bir kaburganın yapmış olduğu iltihaplanma ve neredeyse tümü çürümek üzere olan parçalanmış kan ve irin dolu bir ciğer taşımak ve bitimsiz acılara, sızılara gömülmek zorunda kaldın? Seni bu hale getiren nedenler nelerdi ve kimlerdi? Sana ne yaptılar dostum?

AKİF: 1981 yılında, Adana'da, Polis Kolejinde gözaltına alındım. "Sen PKK'lısın konuş bakalım!.." dediler. Adana'daki işkence merkezi burasıydı. O dönemde üç-beş arkadaş işkenceyle burada öldürüldü, örneğin: Suphi Karaçalı, Şevket Amca, Cafer Tandoğan burada öldüler. Cafer Tandoğan'ın öldüğünü görmedim de, öbür iki kişinin ölümüne tanık oldum. Bana da: "Doğruyu anlat, biz biliyoruz, her şeyi söyle..." türünden baskılarla yüklenmeye başladılar. Siyasi düzeyde kalın ye net çizgiler çizebilecek durumda değildim. Bilinç düzeyim o zamanlar buna el-vermiyordu. Devrimcilerle ilişkilerim var. Dostlara yardımcı oluyorum, ama işkence esnasında bu ilişkilerden bahsetsem benden isim isteyecekler, isim söylesem bahsettiğim kişileri de alıp getirecekler, işkence yapacaklar. Bu da ayıp bir şey olacaktı.

RUŞEN: Yani sen hiç bir örgütle doğrudan bir bağlantı içinde değilsin, ama belirli bir sempati içindesin, öyle mi?

AKİF: Tabii, tabii, bütün mesele bu... Sempatim var. O zamanlar ben kebapçılık yapıyordum. Dostlar geliyorlar kebap dükkanıma oturuyorlar. Yemek yediriyorum, bazen para topluyorlar, ben de onlara yardımcı oluyorum. Sevgide, saygıda kusurum olmuyor...

RUŞEN: Bu yüzden seni Adana Emniyetine aldılar...

AKİF: Evet, ismimi veren kişi de polise şunları söylemiş, "Konuşturursanız çözülür, tanıdığı insanları size verir" demiş. Bunu kabullenebilirdim. Zaten bu kadarını heryerde övünerek söylerim. Fakat sorun isim verme. Ve kimsenin benim yüzümden ezilmesine, işkence görmesine gönlüm elvermedi. Öyle bir fasit daire ki, isim versen bu kez "Olay anlat, duyduklarını, gördüklerin anlat!" diyecekler, bir yığın senaryolar hazırlanacak...

RUŞEN: Böylece sen orda "konuşmama tavrı" na mı girdin?

AKİF: Evet. "Biz seni konuşturmasını biliriz!" dediler, önce babacan tavırlara girdiler. Sonra falakaya yatırıp bıkmadan, usanmadan vurmaya başladılar, özellikle Sadullah çok dövüyordu...

RUŞEN: Sadullah kim?

AKİF:. İşkenceci polis Sadullah Teymür. Adana Emniyetinin en gaddar işkencecilerindendir. Başkaları da vardı. Komiser Orhan Behiç. Daha önce kendisini Karşıyaka'dan tanırdım. 1974'de işlediğim suçtan dolayı beni dövmüştü, işkence sırasında Ona: "Sen beni tanırsın! İçki içerken arkadaşımı bıçaklamıştım. İçkiciden devrimci olmaz. Benden vazgeç" dedim. Kağıdın üzerine PKK yazdı. "Ne bu?" diye sordu. Ben de "Bu P, bu K, bu da K" dedim. Ayakkabısının ucunu ağzıma soktu. Arada bir falaka sopası kaba etlerime iniyordu.

RUŞEN: Orhan Behiç yapıyor değil bunları?

AKİF: Tabii. Sadullah Teymür zaten falakacıydı. Ayı Mahmut sırtıma bindi.

RUŞEN: Soyadı ne bu işkencecinin?

AKİF: Bilmiyorum. Bu adama "Ayı Mahmut" deniyordu.

RUŞEN: Bu olayın tam tarihini anımsıyor musun?

AKİF: 1981'in beşinci ayında oldu. Gününü çıkaramıyorum... Sonuçta bir kez daha aynı işkenceler, bir kez daha... Günler bu zulüm içinde akıp gitmeye başladı. On altıncı güne kadar böyle sürdü. Yedi sekiz kere işkenceye götürüldüm. İşkence tezgahında ölüp ölüp dirildim. Her seans bir saatle üç saat arasında sürüyor. On altıncı gündü, yine beni falakaya çektiler. Çırpınırken, falakadan ayağımı sıyırdım ve kurtuldum. Bu duruma Sadullah Teymür çok sinirlendi. Falaka sopasını kaptı ve çivi çakar gibi vurmaya başladı. Aslında sorgum da bitmişti. O seans sırasında komiser Orhan Behiç: "Yazılı ifadesini alıp bunu gönderin gitsin" diyordu. Yani emniyetten çıkmanın son anlarına gelmiştim. Yani işkenceci Sadullah'ı sinirlendirmesek tüm bunlar başımıza gelmeyecekti. Adam o kalın sopayla vücuduma sayısız kez vurdu, kaburgalarıma on beş-yirmi kez hızla dürttü. Ve ben yere yıkıldım. Yattığım yerde kendimden geçercesine kıvranmaya başladım. Sadullah Teymür: "Kalk ulan, kalk!" diye bas bas bağırıyordu. Kalkamıyordum. Onu görüyordum, gözümün açık olması Sadullah Teymür'ü çıldırtıyor ve numara yaptığımı sanıyordu. "Kalk ulan numaracı!" diyordu. Yanıt ta veremiyordum, boşluğa düşmüş gibiydim. Daha sonra beni kendisi kaldırmaya çalıştı. Beceremedi. Bu kez Lütfü Çınar isimli biri var, TİKB' dendi, onu çağırdılar. O gelip, beni kucağına aldı ve götürdü. Babacanca sözler söylemeye başladılar. "Haydi Akif doğrul, iyileş, seni hemen serbest bırakacağız!" dediler.

RUŞEN: Ölümcül yaranı burada mı aldın?

AKİF: Evet. Sadullah Teymür'ün falaka sopasını kaburgalarıma çivi gibi çakması sonucunda aldım. Tabii o da dahil, tüm polislerin yüzüne bir endişe gelip çöktü. Töhmet altında kalacaklarını anladılar. Beni hemen arkadaşların bulunduğu bir hücreye götürüp kapattılar, öyle bir hücre ki, el kadar bir şey ama içinde tam otuz kişi var! Herkes birbirinin üzerine yığılmış oturuyor. Çömelerek oturmuşlar.

RUŞEN: Dostum, o gün, o hücrede seninle birlikte olan insanlardan anımsayabildiklerin var mı? Bu isimler önemli. Bir anlamda tanıkların sayılabilir...

AKİF: Tabii var... Dev-Yol davasından Engin HÖKE, Süleyman ERYILMAZ, Cabbar GÜLSEN, Muharrem ERYAŞAR, TİKB'den Lütfi ÇINAR, Partizandan ismini anımsayamadığım biri, Dev-Sol davasından Süleyman GÜLER, yine Dev-Yol'dan Ali Rıza SOLMAZ, halktan Metin ÇİMEN, Ferman KARAYlĞİT, tüm bunlar tanığımdır... O hücreye alındıktan hemen sonra, Engin HÖKE durumumun vahim olduğunu hemen anladı. Kararlı bir arkadaştı. İşkenceler boyunca bizlere moral verirdi. Beş altı arkadaşı ayağa kaldırıp, herkesten iyice sıkışmalarını istedi. Boşalan yere yüzükoyun uzandım. Engin bana suni teneffüs yaptırdı. Kırık kaburgalarım ciğerlerime batmış, nefes alamıyorum. Suni teneffüsle biraz rahatladım.

RUŞEN: O hücrede ne kadar kaldın? Seni hastaneye götürmüyorlar mı?

AKİF: Üç gün sürdü bekleyişim. Polisler endişeli. İkide bir gelip yokluyorlar. Aralarında: "Bu kadarı fazla oldu! Başımıza dert olacak!" diye konuşuyorlar. Bırakmak istiyorlar ama gidemiyorum ki, hastaneye götürmek istiyorlar, ama başlarına iş açılacak gerekçesiyle onu da yapamıyorlar. Hücre arkadaşlarım bir şeyler yapmak istiyorlar ama ellerinden bir şey gelmiyor. O anlamsız bekleyiş dördüncü güne kadar sürdü. O gün bir subay geldi. Hücrenin kapısı açıldı. Otuz kişinin arasında yüzükoyun yerde yatıyordum. Başımı kaldırıp baktığımda sadece subayın postallarımı görebiliyorum. Benimle ilgilendi. Dostlar, kaburgalarımın kırık olduğunu söylediler. Polislere kızdı. "Hemen hastaneye götürün!" dedi. Apar topar Adana Göğüs Hastanesine götürdüler. Ama Baştabib: "Alamam" dedi!"

RUŞEN: Niçin almıyor? Korkuyor mu Baştabip?

AKİF: Hayır, tersine çok iyi bir insandı. Polislere bağırdı: "Emniyetlerde insanları ölümcül hale getiriyorsunuz. Sonra da buraya getirip: "iyileştirin!" diyorsunuz. Ben bu genci hastaneye kabul edemem, çünkü zaten onu öldürmüşsünüz!., dedi. Polisler önce şaşırdılar. Sonra da bağırıp çağırmaya başladılar. "Bu adam komünist!" dediler, "sen komünist olmasan, devleti güç durumda bırakmak istemezsin" dediler. Baştabip çekindi ve kaydın yapılmasını kabul etti. Polisler omuzlarında çalıntı bir eşya taşır gibi yukarıdaki katlardan birine, bir odaya götürdüler. Bir süre sonra ise, Baştabip yanıma geldi. "Zorla yatırıldığıma" dair bir belge vermemi istedi. Nedenini sorduğumda: "Bilemiyorum, günün birinde belki işime yarar. Başına bir hal gelirse belki bir gazetede yayınlatırım" dedi. İşkenceyi anlatan bir yazı verip altını imzaladım, Ona teslim ettim. İyi bir insandı yani...

RUŞEN O Baştabibin ismi neydi?

AKİF: Bilmiyorum. 1981 ortalarında Adana Göğüs Hastanesi Baştabibi kimse, o işte...

RUŞEN: Pardon seni hastaneye getiren polisleri tanıyor musun?

AKİF: Ayı Mahmut getirdi. Soyadını ve diğerlerini bilmiyorum.

RUŞEN: Sonra neler oldu? Özetleyerek anlatır mısın?

AKİF: Başucuma bir polis bırakıp gittiler. Doktorlar bir buçuk serum şişesi irin ve kanı şırıngayla ciğerlerimden aldılar. Biraz rahatladım. Beni hala polisin bekliyor olmasından ürktüm ve hastaneden kaçtım. iyileşirsem yine emniyete alacaklardı. Eve gittim. Ailem şok oldu. Yeniden polise alınmadan tedavi edilmemi sağlamak istediler. Adana'nın bütün hastanelerini dolaştık. "Yer yok", "Alamayız" gibi gerekçelerle, kimisi de poliste yaralandığımı öğrenince reddetti. Özel doktor Eşref Cengiz YORGANCI’ YA gittik. Ameliyatım için 200 bin TL istedi. 160 bine anlaştık. Özel Hayat Hastanesi'nde dört saat süren bir ameliyat geçirdim. Bir kaç gün sonra işkenceci polisler hastaneye damladılar. Ayı Mahmut içlerindeydi. "Ulan niye kaçtın? Seni tedavi ettirecektik." diye tatlı sert havalarda konuşmaya başladı. Yanımdaki polislere: "Siz dışarı çıkın biz Akif'le iyi anlaşırız" dedi. Çıktılar. Yalnız kaldığımızda: "Ülen işte anla, bu yara başka yerde oldu. Ne senin devrimcilerle ilgin var, ne de biz sana bir şey yaptık!.." Korktum, kabul ettim. Hazırladıkları yazıyı imzaladım.

RUŞEN: Yani onları böylece kendi ifadenle ve imzanla aklamış mı oluyorsun?

AKİF: Başka yolum yoktu, mecbur kaldım... İyileşince de eve gittim. Serbesttim.

RUŞEN: Özgürlük ne kadar sürdü?

AKİF: Dört ay. Bir gece yine geldiler, alıp emniyete götürdüler, iki muhbir öldürülmüş, benim öldürdüğüm ileri sürüldü. İşkence başladı. 'Kabul et' seansları hiç bitmeksizin sürüyor. İşkenceler, ameliyatımı iki yerinden açtı. "Öldürürüz, hastaydı öldü deriz!.." diyorlardı. Kabul etmedim. Günlerce sürdü işkence. O sırada PKK davası nedeniyle gözaltına alınan Makbule DEMİR isimli bir hemşire arkadaş vardı. Onun tavsiye ettiği antibiyotitlerle tedavi ediliyordum, öte yandan da işkence devam ediyordu. Yine ölümcül hale getirildim. Ama suçlamaları kabul etmedim. 1981'in onuncu ayında yeniden Adana Göğüs Hastanesi'ne kaldırıldım. Yara açık, irin-kan akıyor. Başucumda üç tane polis bekliyor. Tam kırk altı gün yattım orada. Artık iyi inandım: Bir kez daha emniyete gidersem bu kez beni kesinkes öldürecekler. Kaçmaya karar verdim.

RUŞEN: Kaçtın mı?

AKİF: Kaçtım... Polislerin dalgın bir anında firar ettim. Ama gidebileceğim hiçbir yerim yoktu. Üç gün saklandım. Dördüncü gün boş bir tarlada ölümcül halde buldular. Beni. Baygınca yatıyordum... Yine sopa, yine işkence, yine hastane... Top gibi oradan oraya atılıyordum. 1982'nin 15 Ocak günü Adana Cezaevi'ne ifadesiz kondum. Ve sonraki günlerde PKK davasından yargılanmaya başladım...

RUŞEN: Bir daha hiç dışarı çıkamadın değil mi?

AKİF: Evet, artık benim için yeni bir süreç başladı. Mart'a kadar Adana Cezaevi'nde kaldım. Günden güne soluyordum. Tedavi için başvurularım cezaevi idaresince önemsenmiyordu. Sonunda cezaevindeki bütün devrimci arkadaşlar benim için eyleme koyuldular, idare apar topar, aynı günün akşamı beni Tekirdağ'a şevketti. Orada Göğüs Hastanesi var. Böylece yıllarca sürecek olan bitmek tükenmek bilmeyen yolculuklarım, şevklerim, ömür törpülerim başladı.

RUŞEN: Bu süreçte karşılaştığın çarpıcı olaylardan bir kaçını anlatır mısın?

AKİF: Öyle çok ki, sayısız, hangi birini anlatayım... Yine de bir kaç örnek vereyim: Tekirdağ Cezaevinde, hastaneye gideceğim günü bekliyorum. Asker Kelime-i şahadet getirmemi istedi. Getirmedim, bir araba sopa yedim. Kan ve irin kustum. Hastane dönüşü nedensiz yere sekiz gün hücrede tutuldum. Yemek bile vermiyorlardı. Devrimcilere sempati duyan adli mahkumlar gizliden gizliye süt ve ilaç getirdiler. Yine Tekirdağ'dan Adana'ya tam sekiz günde getirildik. Bir ringin içinde kırk kişiyiz. Havasızlık, ilgisizlik ölüp ölüp dinliyoruz. Bizimle yolculuk eden boğazı delik yaşlı bir insan vardı. Yol boyunca bize yalvarıyordu. "Dayanamıyorum artık, n'olur beni öldürün!.." diyordu... Adana'da bir buçuk ay kaldım. Ankara'ya gönderildim. İki ay kaldım. Başkentin hiç bir hastanesi beni kabul etmedi. Baştan savmak için en uygun yer Tekirdağ. Tekrar oraya götürüldüm...

(Akif birden yerinden rahatsızlandı. Yattığı yerde kıpırtısızca kaldı. Yüzü kasılıyor. Sürekli inliyor... Bekliyoruz. "Yardım edelim" diyorum. Dostlar hüzünle: "Yapacak hiçbir şey yok..." der gibi bana bakıyorlar. Kulağıma: "Biraz yorulunca hep böyle olur" diyorlar. Uzun süreli konuşmak da onu yormanın bir biçimi. Duyduğum bitmeyen iniltilere benim neden olduğumu düşünüyorum. Bu yüzden üzülüyorum. Zar zor nefes alıyor. Kesik kesik... Belli belirsiz hırıltılar arasında, nefesi daralınca kollarının uyuştuğunu söylüyor. Bekliyoruz. Cesaretlenip: "İstersen bırakalım dost..." diyorum. Olmaz dercesine başını sallıyor. Yarım saat kadar geçiyor. İyice kendine geliyor, kaldığımız yerden devam ediyoruz...)

AKİF: Tekirdağ'a Kenan Evren gelmişti. Hastaneyi de denetleyecekmiş. Yanımda bir kişi daha vardı. İkimizi de götürüp hastanenin en dip yerindeki bir odada sakladılar... Sonraki dönemde Adanada oldum hep. Adana Cezaevi ile Adana Göğüs Hastanesi arasında mekik dokuyup durdum. Sayısız kez yaram açıldı gittim. İltihaplandı gittim. Açlık grevlerinde sedyelerle taşındım...

RUŞEN: Evet dostum, gerçekten zor, çok zor günler yaşamışsın... Adana'dan ne zaman ayrıldın?

AKİF: 1987'de Eskişehir Özel Tip Cezaevi'ne giden ilk grup olduk. Açılışı yaptık. Her yeni cezaevi yeni sorunlar demektir. Çok geçmeden eylemler başladı. Hak gaspları, dayaklar, hepsinden nasibimi yeniden aldım. Eskişehir Özel Tip Cezaevi'nin yöneticileri durumumu öylesine kanıksamışlardı ki, işi hafife alıyorlardı. Açlık grevlerinde şeker vermiyorlar ve şeker aramaları yapıyorlardı. Beni ararken: "Akif'in şekeri koltuğunun altındaki deliktedir, oraya bakın!.." diyorlardı. Oranın doktorları: "Bu cezaevinde yaşaması mümkün değildir" deyip Ankara'ya gönderdiler. Bir buçuk ay kaldım. Eskişehir'e döndüm. Eskişehir hemen Bursa Özel Tip'e gönderdi. Özel Tip: "Almam!" dedi. Kapıda kaldık. Bursa E tipine gönderildim. Dört ay kaldım. E tipi, Özel Tip'e gönderdi. Üç buçuk ay orada kaldım. Özel Tip, Ceyhan Özel Tip'e gönderdi. Orası da Gaziantep Özel Tip'e gönderdi...

RUŞEN: Müthiş bir trafik! Niçin oradan oraya gönderilip duruyorsun?

AKİF: Hepsinin gerekçesi aynı: "Cezaevimiz koşullarında kalması mümkün değildir, hayati tehlike vardır. Tam teşekküllü bir revirde kalması gerekir" gerekçe bu.

(Akif başucunda duran bir dosyaya uzanıyor. Bir yığın rapor çıkarıyor, incelemem için bana uzatıyor. Alıyorum. Büyük büyük imzalarla dolu kağıtlara göz gezdiriyorum. Elimde tuttuğum kağıtların bürokrasinin kendisi olduğunu anlıyorum. Bürokrasi cisimleşmiş avucumda duruyor. Bir yığın sözün içinden çıkan şu: "Ölürse ölsün!.." Herkes topu birbirine atıyor. Raporları sayıyorum. Tam on iki adet! Hepsinde de "Cezaevi koşulları uygun değildir, başka bir cezaevine şevkine..." yazıyor.)

RUŞEN: Peki dost, senin için en uygun cezaevi neresiymiş?

AKİF: Burasının (Gaziantep Özel Tip Cezaevi) olduğu iddiasıyla geldik. Ama buranın da doktoru: "Bu hasta bir an önce buradan gitmezse ölür!.." diyor. Gidelim gitmesine ama nereye? Gitmediğim yer kalmadı ki. Sorun bir cezaevinden öbürüne nakledilmek değil ki!., tedavi olamıyorum. İyileşemiyorum...

RUŞEN: Sana verilen son raporda: "Hasta operasyonu kabul etmemiştir" yazıyor. Niçin ameliyat olmak istemiyorsun?

AKİF: Olmak istiyorum. Bu dördüncü ameliyat olacak. Diğer üçünde ameliyat olduğum halde, beni yeniden ölümle burun buruna getiren cezaevi koşulları oldu. Ameliyat olduktan sonra "tam teşekküllü reviri" olduğu söylenecek cezaevlerinden birine gönderileceğim, ama reviri bile olmayacak!.. Olmayacak, başka bir yere gönderileceğim... Günlerim ringlerde geçecek. Karşılaşacağım bilinmeyen muamelelerle ameliyat yerim açılacak. Yeniden acılar, sancılar, sızılar... Yoruldum artık...

RUŞEN: Ama ameliyat olmazsan ölüm tehlikesinin daha da artacağı söyleniyor...

AKİF: Biliyorum. Her iki halde de ölümün bana çok yakın olduğunun farkındayım. Adalet Bakanlığı, Türkiye koşullarına göre en iyi olan cezaevlerine gönderilmem gerektiğine olumlu yaklaşıyor, ama eğer en iyi cezaevi burası ise, reviri bile yok. Ceyhan ise orası buraya gönderdi. Eskişehir, Bursa ise onlar zaten yetersiz olduklarını ileri sürdüler. Sonuç olarak bu cezaevleri ve daha başkaları Türkiye koşullarınca iyi olsa da, benim sağlık koşullarım için yetersizdi. Ki bu durum bu cezaevlerinin doktorlarınca, cezaevlerinin bağlı olduğu il ve ilçe Devlet Hastanelerinin Sıhhi Kurullarınca hazırlanan raporlarla ortaya çıkmış durumdadır.

RUŞEN: Anlıyorum... İyi ama bu durumda ne yapılabilir?

AKİF: Benim yaşam hakkım bundan dokuz yıl önce Sadullah Teymür'ün elindeki falaka sopası aracılığıyla elimden alınmak istendi. Devletin bir işkenceci polisi tarafından gasp edilmek istendi. Bu hakkıma saldırıldı ve saldırının hiçbir hukuksal dayanağı yoktur. Devlet bana, yaşama hakkıma ölümcül bir darbe vurarak suçsuz ceza vermiştir. Bir işkenceci dokuz yıl önce yaşama hakkıma zarar verirken, sadece ben mağdur duruma düşmemişimdir, ailem de mağdur hale getirilmiştir. Tek bir iğnem 62 bin lira... Yakınlarım ellerinde avuçlarında olanı satıp savurarak, bana iğne ilaç parası yetiştirmek için yıllardır çırpınıp durdular. Cezaevi koşullarında yaşayabilmem için pek çok özveride bulundular. Kız kardeşim üniversiteyi kazandığı halde gitmedi. İşe girdi. Bana ilaç, para yetiştirebilmek için... Yıllardır birlikte kaldığım dostların boğazlarından kesip bana bakmaya, ihtiyaçlarımı gidermeye çalıştılar. Tam dokuz yıldır yargılanıyorum. Hala tutukluyum. Askeri Yargıtay cezamızı bozdu. Tutukluluk hali infaza dönüştü. Haksızlığın giderilmesi haksızlığın kaynağında aranmalıdır. Yaşama hakkımı çiğneyenler, bu hakkın benim tarafımdan en iyi bir şekilde kullanılmasını da sağlamak zorundadırlar. Hele bu, devlet tarafından yapılmışsa bu gereklilik kat be kat artar. Benim içerde ölümüm işkenceye ve işkencecilere bir mükafat daha olacaktır. Yaşamam, ayakta kalmam ise bir yönüyle onların yenilgisi olacaktır...

RUŞEN: Affedersin... Şöyle söyleyebilir miyiz? Hayat hakkını devam ettirebilmenin artık bu koşullarda mümkünü yok. Bu yüzden de dördüncü ameliyatı olmak istemiyorum...

AKİF: Evet, öyle de denilebilir...

RUŞEN: Peki değerli dost, başkaca söylemek istediğin şeyler var mı?

AKİF: Var... Sorun sadece benim sorunum değildir. Cezaevlerinde daha pek çok kişinin sorunudur. Kısa ve uzun bir gelecekte pek çok dostun karşılaştığıma benzer acı gerçeklerle yüzyüze kalacağına. Onlar için yüreğim sızlasa da inanıyorum. İnsanlığın, devrimci-demokratların bana ilgi ve desteğini istiyorum. Bu aslında -nesnesi ben olsam da- insani değerlere bir sahip çıkma çağrısıdır. Bunca yıpranmışlıktan sonra, en iyi yaşasam da çok uzun ömürlü olmayacağımı, ölümün her an burnumun dibinde, koltuğumun altındaki delikte olgunlaşıp beni kuşatmaya hazır beklediğini biliyorum. Ama benim kazanmam -ölsem bile- yaşama hakkının kazanması, insani değerlerin, toplumsal güzelliklerin kazanması olacaktır. Bu bilinçle yoğrulan herkese, dışarıya, insanlığa, devrimcilere, dostlara, duyarlılara sevgiler yolluyorum...

(Röportajımız bitti. Kağıtlarımı rulo yaptım, kalemimi cebime koydum. Akif'in yatağına gittim. Kara gözleriyle içten ve sıcak gülümseyen yüzüne baktım. İçimden onu kucaklamak geçti. Kucaklaştık. Uzun ömürler dileyip hücreme döndüm. Bilincimin tavanında onun bir sözü asılıydı: "Haksızlığın giderilmesi haksızlığın kaynağında aranmalıdır." Doğruydu. Ama bunu kim yapacaktı? Akif mi? Tam dokuz yıldır arayıp durmuyor muydu? Ulaştığı yer ise adeta yaşamın son demiydi. Bu hakkı kim arayacaktı? Yanıt onun son sözlerinde içeriliyordu: İnsanlık... Devrimci-demokratlar... Yaşama hakkının kutsal olduğunu düşünenler... Bu hak arama yolculuğunda bir anlamda herkes sınava çekilmiş olmayacak mı? Eylül vurgununun ülke üzerinde oluşan toz dumanını aralamanın bir yolu da büyük küçük demeden haksızlıklara, bu "adalet'in dağıttığı adaletsizliklere, insan hakları ihlallerine tavır almaktan geçmiyor muydu? Duyarlılık ayağa kalkınca zulmün saltanatı yıkılmaz mıydı? Bilincimde asılı sorularla geldim, yatağıma uzandım. Küçük penceremden kararmaya yüz tutmuş dışarıya baktım. Gaziantep'e akşam iniyordu. Bir gün daha geçmişti. Akif'in sayılı günlerinden bir gün daha... İnsan eskisi Sadullah Teymür'ü düşündüm. Şimdi dışarıdaydı. Kim bilir nerelerde, ne yapıyordu? Ama Akif buradaydı... Bitişik bloğun bir hücresinde soluksuz kala kala tükeniyordu... Ey insanlık, ey dostlar, ey tükenmeyenler... Gaziantep damının küçük bir penceresinden size bir çığlık gönderiyorum. Duyun bizi... Akif ölüyor... Ölüyor Akif!..)