Kitap Dizisi:4 |  Mehmet Bozışık |
TUTUKLANMA VE YARGILANMALARIM II

(3. sayıdan devamla)

Kaçış Planı
     Bu olaydan sonra dış memleketlere kaçma fikrine kapıldım. Ve Şükrü Dinsel uçak subaylarından olduğu için ondan yararlanmayı düşündüm ve olayı kendisine açtım. Beraber kaçmayı kararlaştırdık. Kaçmanın uçak aracılığıyla olmasında anlaştık. Kimi askeri haritalara ihtiyaç vardı, onları kısa zamanda Şükrü sağladı. Sahte bir kimlik kartı sağladı. Kaçışımız uçakla olacağı için hedef olarak başlangıç Bulgaristan, sonra Moskova. Denizin bozuk dalgalı zamanlarında kendimden geçercesine denizin beni tuttuğunu ileri sürerek, o zaman uçakta da normal durumda olmayabilirim ve şimdiye kadar uçağa hiç binmemiş olduğum için ilk olarak bir prova gidişi yapar ve arkasından da gerçek kaçma hareketini uygularız şeklinde Şükrü ile anlaştık.


     Ben bu olayı Şükrü’den başka İzmirdeki yoldaşlardan hiçbirisine anlatmamıştım. Şükrü, çalıştığı Amerikan Geri kumpanyası işçilerinin bir kimlik kartı ile iki kişilik uçak biletiyle bir cumartesi beni çalıştığım yerden alarak İzmir havaalanına gidiyor, uçağa biniyor, İstanbula hareket etmiş bulunuyoruz. Ben uçağın sol ve tek koltuğuna oturmuş, Şükrü’nün ise iki kişilik sağ koltukta yanında kelli felli bir vatandaşla konuşmasını yan gözle izliyordum. Hadiseleri gözden ciddi surette geçiriyor ve bir tuzağa düşüp düşmemenin muhasebesini yapıyordum. Nihayet hiçbir sıkıntı ve arızaya uğramadan İstanbul havaalanına gelmiş bulunuyoruz. Bu hareketimiz yalnızca bir deneme, uçağı kaçırma girişimi değil.

Şükrü Dinsel’in Yalanı
     Daha önce konuşmamız sırasında Şükrü, şimdiye kadar hiç İstanbula gelmediğini ve kenti hiç bilmediğini söylemişti. İstanbula geldiğinde burada kalmayacağını, annesinin bulunduğu Bursaya gideceğini söylemiş, iki gün Bursada kaldıktan sonra İstanbula geleceğini anlatmıştı. Unkapanı köprüsünde iki gün sonra buluşacağımıza karar vermiştik. İstanbul havaalanı otobüsüne binmiş, Fatihe geldiğimizde, Şükrü “Ben Fatihte, burada ineceğim” diyerek elimi sıkmış, bana veda etmişti. Bu hareketi beni aniden uyandırdı ve İstanbula hiç gelmemiş ve hiçbir yerini tanımamış olduğunu söyleyen bu adamın yalan söylediğini o anda anlamıştım. Fatih durağını tanıyıp orada inmesi hakkında en küçük bir eleştiri yapmadan ve renk vermeden ondan ayrıldım. Ve İstanbulda kaldığım iki geceyi Halil Çetinkaya’nın evinde geçirdim.
     İki gün sonra kararlaştırdığımız yere giderek Şükrü ile buluştuk. Gayet soğukkanlı hareket ederek birbirimizin elini sıkmıştık. Şükrü, “yolculuğumuz hiçbir arızaya uğramadı, senin de bu yolculuktan hiçbir şikayetin olmadı”, dedi. Bunu gözönüne alarak İzmire gitmememiz ve uçağı buradan kaçırmamız önerisinde bulundu. Ve ihtiyacımız olacak silahlara burada kavuşacağımızı söyledi. Doğal olarak onun ileri sürdüğü öneriyi kabul etmedim. Şöyle savundum: “Buraya tecrübe uçuşu yapmıştık. İzmirli yöneticilere hiçbir şey söylemedik. Peki biz buradan kaçarsak, İzmir il kurul yönetiminin hiçbir şeyden haberi olmazsa, TKP merkez komitesi hakkımızda ne düşünür. Bu durumda bizim kimsenin haberi olmadan Moskovaya gidişimiz Moskovada olumlu karşılanmaz. TKP’nin haberi olmadığı için orada hapse atılabiliriz. Onun için İzmire gitmemiz ve örgütümüze, TKP merkez komitesine bağlanmamız gerekir ve ondan sonra ikimiz arasında verdiğimiz kararı uygularız”, şeklinde konuştum.
     Ayrı ayrı araçlarla İzmire gittik. İzmirde ilk gün Şükrü’nün teşkilatımıza nasıl girdiğini araştırdım. Alsancakta şerbet satan seyyar bir vatandaş aracılığıyla partiye girdiğini öğrenince Alsancağa gidip, şerbetçiyi buldum. Böyle bir şeyden haberi olmadığını, bu şerbetçi vatandaştan öğrendim. Ve İzmire gittiğimin üçüncü günü sabah erkenden polis tarafından tutuklandım.

Lütfü Kırdar ve Hilmi Uran
     İzmirde bulunduğum süre içinde yaptığım faaliyet hakkında tek bir soru ile karşılaşmadan İstanbula iki İzmir polisi nezaretinde tutuklu olarak gönderildim. İstanbul Sansaryan Handaki polis müdüriyetine getirildim. Ağır işkenceler altında sorguya çekildim. Sorgumda, Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi hakkındaki faaliyetlerime dair hakkımda ileri sürülen bütün suçlamaları kabul etmem için yapılan ağır işkencelerde her tarafım kan revan olmasına rağmen hiçbir suçlamayı kabul etmedim.
     Bu arada bu işkencelerin yapıldığı günlerde bir gün bulunduğum hücreye İstanbul valisi Lütfü Kırdar ile o zamanki CHP genel sekreteri Hilmi Uran gelmişti. Hilmi Uran’ı 1943 senesinde sürgün yerim Mucurdan tanıyordum. Polis tarafından yapılan kanlı işkenceleri onlara gösterdim. Onlar polisi haklı çıkardılar ve benim itirafta bulunmamı tavsiye ettiler. Verdiğim yanıt şu olmuştu: “İşkenceciler benim ağzımdan beni suçlayacak tek kelime alamazlar.” Verdikleri yanıt şu olmuştu: “O halde işkence sürecek.”
     18 Eylül 1948 günü adliyeye verilip İstanbul Sultanahmet Hapishanesine atıldım. Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi sanıkları ile başta Doktor Şefik Hüsnü olmak üzere kucaklaştım.
     Bir süre sonra beni mahkemeye çıkardılar. Başhakim Salim Başoğlu, Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi davasında verdiği aleyhte kararda hakkımda aleyhte görüş izhar ettiği için reddi hakim talebinde bulundum. Dilekçem kabul edilerek benim Başhakim Nefi Bey’in yönetiminde bulunan İstanbul 1. Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanmam kararlaştırıldı. Üç şahit dinlendi, birisi erkek, ikisi kadın. Erkek şahidin ismi Arif. Hikmet Kıvılcımlı sempatizanı idi. İfadesinde gizli neşriyat yapılan hurufatı onun evinde sakladığım itirafında bulundu. Lütfiye ismindeki Bebekte oturan kadın da aynı hurufatın onun evinde de bir süre saklandığı ifadesinde bulundu. Sultana ismindeki Rum kadın yoldaş ise, aleyhimde ifade almak için polis tarafından omuz kemikleri kırıldığı halde bana en küçük bir suçlamada bulunmadı. Benim çok dürüst, işçileri, fakir köylüleri çok seven mert bir kişi olduğumu söyledi. Bu sözlerini poliste tutuklandığı zaman da söylediğini, hakim Nefi Bey’e tekrar söylemekten de gurur duyduğunu bildirdi. Bu Rum kadın bu duruşmadan kısa bir süre sonra Yunanistana, Atinaya sürgün edildi. Bu duruşmada uzun bir müdafaa hazırlamıştım. Nefi Bey “buna lüzum yok” diyerek dinlemekten vazgeçti ve çok kısa bir süre sonra kararını verdi: Üç sene hapislik ve Adana kentine de bir müddet sürgün. İşte benim komünizm mücadelesi yaptığım süre içindeki 7. yargılanmam.

Sekizinci Tutuklanmam
     Bu cezalarımı ve sürgünümü yerine getirdikten sonra komünizm suçlamasının 8. olayını anlatmamızın da zamanı gelmiş bulunuyor.
     Sene 1951. Kış aylarından bir gün. TKP merkez komitesinin Cihangirde yapacağı toplantı için Tevfik Dilmen’in bir vatandaştan kiraladığı evde toplanmıştık. Tüm yeryüzü insanlarının barış içinde kardeşçe, özgürce yaşaması için sömürüden, işkenceden, baskıdan ezgiden kurtulabilmesinin yollarını, usullerini yeni sınıf mücadelesini bizlere gösteren, öğreten büyük adamların Marks’ın, Engels’in, Lenin’in ve Stalin’in sosyalizmin, komünizmin kurulması hakkındaki görüşlerinin şaşmaz sürdürücüsü ve sadık takipçisi olan Türkiye Komünist Partisi merkez komitesi üyeleri, 1951 senesinin sonbaharında Cihangirde bir yurtdaşımızın evinde toplanmıştı. Toplantıya katılanlar şu yoldaşlardı: Dr. Şefik Hüsnü, Zeki Baştımar, Reşat Fuat, Halil Yalçınkaya, Mihri Belli ve Mehmet Bozışık.
     1932 senesinde İstanbulda Balatta Zeki Baştımar’ın annesinin evinde TKP’nin 4. kongresinde merkez komitesi üyeliğine seçilen Ahmet Fırıncı ile aynı kongrede, hapis olduğu için kongrede bulunamayan, ama merkez komite üyeliğine seçilen Hikmet Kıvılcımlı, çağrıldıkları halde ve hiçbir mazeret ileri sürmemelerine rağmen, merkez komitesinin toplantısına gelmemişlerdi. Bu durum toplantıya katılanlar üzerinde makûs etki yaratmıştı.
     Toplantıda gündemde iki konu vardı: 1. Partimizde yeni iş bölümü 2. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin Amerikanın etkisiyle Mehmetçiğin emperyalizm hesabına Türkiyeden 30 bin mil uzakta bulunan Kore Savaşlarına gönderilmesi konusu.
     Partimizin merkez komitesinin yeni iş bölümü şu şekilde kararlaştırıldı: Zeki Baştımar’ın eskisi gibi genel sekreterliğinin devamı. Hatta şöyle bir durum da yaşandı: Hikmet Kıvılcımlı, toplantıya katılsaydı onun genel sekreterliğe atanması ihtimali vardı. Hikmet toplantıya gelmeyince genel sekreterlikte bir değişiklik olmadı. Halil Yalçınkaya tüm Türkiye sendikacılar konusu ile ilgilenmekle görevlendirildi. Mihri Belli ise partinin illegal yayın organlarını yönetmek ve partinin illegal yayınını organize etmekle. Mehmet Bozışık ise partinin gizli yayınını uzun süre yürütmesinin sonucu ve gizli yayın kurulmasının deneyimli bir yoldaşı olduğu için Mihri Belli’ye bu alanda yardım etmek ve gizli yayın evinde çalışacak insanları Mihri Belli ile tanıştırmakla.

Gizli Yayınevi
     Ve Bozışık kendisine verilen görevi yerine getirmekte gecikmedi. Daha önce gizli yayın evinde çalıştırılan Ramazan yoldaşı buldu. Parti kararını ona bildirdi. Ramazan yoldaş yaşlandığını ileri sürdü. Bu görevde kendisinin değil, oğlu Muammer Tamkant’ın çalışmasını sağladı. Bozışık, Muammer yoldaşla anlaştı ve kendisini Belli ile tanıştırdı. Bu durum karşısında Belli, Bozışık ve Muammer birarada toplanarak konuyu konuştular ve yapacakları işleri tespit ettiler ve kararlaştırdılar. Karar şuydu: Gizli yayınevi Beylerbeyinde kurulacak. Muammer oturduğu Ortaköyden Beylerbeyine taşınacak, orada ona küçük bir bakkal dükkanı açılacak ve evde de gizli parti matbaası kurulacak. Bu matbaanın gelişmesine, işlerin intizama sokulmasına Bozışık’ın yardımı sağlanacak. İşte Mihri, Boz Mehmet ve Muammer Tamkant’tan oluşan yoldaşların aldıkları karar bu idi. Bu kararın yerine getirilmesinin baş sorumlusu Mihri Belli’ydi.

Baştımar’ın Önerisi
     Ne var ki günler, haftalar geçmesine rağmen bu kararın uygulanmasına dair hiçbir iz ortada bulunmadığı bir sırada Zeki Baştımar ile karşılaştığımda, onun şu şikâyetini öğrenmiş bulunuyorum. Kendisine bağlı üniversitedeki öğrenci yoldaşlara Mihri’nin direktif verdiğini ve partinin işlerinin karıştığını, iki koldan direktif alan üniversiteli yoldaşların tereddüt içinde olduklarını, dolayısıyla Mihri’nin parti disiplinini ihlal ettiğini ve partimizin gelişmesini engellediğini ileri sürerek merkez komitesinden disiplinsizlikten dolayı ihraç edilmesi, bu arada gizli yayın organına ait hiçbir şey yapılmadığını, partinin kendisine verdiği işi yapmayı boykot ederek partinin teşkilat işleriyle uğraşmasının sonucu parti faaliyetinin sekteye uğramasının sorumlusu olan Mihri’nin merkez komitesinden çıkarılması teklifi ile karşılaştım. Aynı durumu Halil Yalçınkaya’ya da anlattığı, Mihri’nin merkez komitesinden atılması önerisini kabul ettiğini, bu konuda benim de aynı öneriyi kabul edip etmeyeceğimi öğrenmek istediğini söyleyerek konuşmasını sona erdirdi.
     Zeki Baştımar’ın bu önerisini ben de doğru bulup onayladım. Çünkü aylar günler geçtiği halde gizli yayın konusunda hiçbir şey yapılmadığının baş şahidi benim. Zeki Baştımar aynı öneriyi Şefik Hüsnü ile Reşat Fuat’a da yapmış, ama onlar bu öneriyi kabul etmemişler.
     Bu olaydan bir süre sonra, tutuklamalar başlıyor ve bunlar arasında ilk tutuklananlardan biri de hiç de beklemediğim halde Muammer Tamkant oluyor. İlk tutuklular arasında ve ilk tutuklu Sevim Tarı oluyor. Arkasından Tevfik Dilmen, Mihri Belli ve diğerleri. Hayretimi mucip olan Muammer Tamkant’ın tutuklanması. Babası Ramazan yoldaş partimizin yıllarca gizli matbaasını çalıştıran bir yoldaş olduğu ve en küçük bir olay yaşamadığı halde oğlunun parti görevi almasının kısa bir süresinde tutuklanması, Mihri’nin kendisini kimi üniversiteli yoldaşlarla tanıştırmasından sonra yaşanmıştı.
     Bir süre sonra ben de tutuklandım. Sansaryan Handa tabutluklarda hücrelerde ihtilattan (görüşmeden) men olarak iki sene yatırıldım ve bir süre de Harbiye Askeri Cezaevinde taş odalarda Şefik Hüsnü, Reşat Fuat, Celal Zühtü Benice, Mihri Belli ile de beraber yatırıldık. İki senelik süre boyunca Sansaryan Handa polis müdüriyetinde işkenceden geçirilen ben, Mehmet Bozışık, Dr. Şefik Hüsnü, Zeki Baştımar, Reşat Fuat Baraner, Mihri Belli ve Enver Gökçe yoldaşlardı. Halil Yalçınkaya, merkez komitesi üyesi olmasına rağmen ifadesi alındıktan kısa bir süre sonra Harbiye Cezaevine gönderilmişti.
     Bu komünist hareketi tutuklamasında Ankaradan, İzmirden, Eskişehirden ve İzmitten tutuklananların sayısı 186 idi. Askeri mahkemeye verilmemizin tek nedeni subay olan Abdulkadir Demirkan, yani yeni ismiyle Vedat Türkali. Tahkikatı yapan askeri hakim Halil Ölçer ve Birinci Şube Başmemuru Ahmet Topaloğlu. İşkence 17 yoldaşımızın akli dengesinin yitirilmesiyle neticelendi. Baş işkenceci Ahmet Topaloğlu mükafaten Adnan Menderes hükümeti tarafından milletvekili seçildi, bu yetmedi, milli müdafaa vekâletine (savunma bakanlığı) getirildi, fakat insanlara yaptığı işkencelerin tesiri ile sinir krizleri geçirdi, vakitsiz, genç yaşta denecek durumda hastalanarak sinir rahatsızlığından öbür dünyayı kendisine mekân olarak seçti.

Müşerref Hekimoğlu
     17 insanın, evet onyedi insanın, komünistin akli dengesini yitirmesine sebep olan Ahmet Topaloğlu genç denecek yaşta savunma bakanı olarak ölünce, bu işkenceci adamın ölümü nedeniyle arkasından gözyaşları dökenlerden ve ona mersiye yazanlardan birisi de Cumhuriyet gazetesinin köşe yazarı Müşerref Hekimoğlu’ydu. Bu olayı hiç unutmadım ve unutmayacağım.
     Ahmet Topaloğlu’nun işkencelerine 1952 senesinde uğrayanlardan biri olarak İstanbulda Harbiyede askeri mahkemede komünizm faaliyetinden ötürü 8. kez, evet sekizinci kez muhakeme olmuş, suçlanmış, senelerce hapiste yatmam sağlanmış ve hapisten çıktıktan sonra 3 sene sürgün olarak Eskişehirin Sivrihisar ilçesinde yaşamaya mahkum edilmiştim.

1953 Yılı
     8. kez komünizm mücadelesinden dolayı burjuva askeri mahkemesinde duruşmam İstanbul Harbiyede olmuştu. Sene 1953. Yanılmıyorsam hazirandaydı. Askeri duruşma hakiminin ismi İzzet Kurtcebe. Savcının adı Albay Halil Ölçer. Bu adam 1951 senesinde komünist tahkikatının başlangıcında tezgâhını polis müdüriyetinin, yani Sansaryan Hanının bir odasında kurmuş, bütün işkencecilerle birlikte hareket etmiş ve tutuklanan 186 komünistin ifadesinin alınmasında ve işkence neticesinde 17 yoldaşımızın akli dengesinin yitirilmesinde işkenceci Birinci Şube Başmemuru Ahmet Topaloğlu kadar mesul bir kişidir ve şimdi de savcı olarak karşımızdadır.
     Duruşmamızı kalabalık bir gazeteciler grubu izlemektedir. Özellikle Ahmet Emin Yalman’ın Vatan gazetesi hepimizin dikkatini üzerinde toplamaktadır. Benim aleyhimde iki şahit dinlenmiştir. Birisi Şükrü Dinsel, ikincisi Libyalı Ömer Atik. Şükrü Dinsel özellikle o uçak kaçırma olayını anlatmıştır. Onun bu sözlerine ve ithamlarına karşı mahkeme başkanının “bu ithamlara karşı ne dersiniz” demesi üzerine uzun boylu konuşmadım ve yalnız şu sözleri söylemekle yetindim: “Hayatını köpeklik yapmak prensibine adamış bir kimsenin sözlerine karşı söyleyecek başka bir söz bulamıyorum. Bu adam köpeğin teki.” Libyalı, 4 sene komünistlikten hapis yatan Ömer Atik’in aleyhimde ithamına karşı da: “Bu adam alkoliktir. Şu anda sarhoştur ve ağzı leş gibi içki kokmaktadır. Anormal bir kişidir. Böyle alkolik, anormal insanların sözlerine inanılması üzücüdür”, dedim.

Duruşmalar
     Askeri Harbiye Mahkemesinde oturma şeklimiz şöyle: Başta Zeki Baştımar, onun yanında Halil Yalçınkaya, bitişiğinde ben Boz Mehmet, Boz’un yanında Mihri, bir insanın geçebileceği bir aralıktan sonra Sevim Tarı.
     Mihri ile Sevim Tarı birinci şubede ihtilattan men edildiğimizden beri birbirleriyle konuşuyordu. Bunu Mihri Belli bizlere kendisi söylemişti. Birinci şubedeyken birbirimizle konuşmak yasak olmasına rağmen, Mihri, nöbetçi olan bir polise bir miktar para vererek Sevim’le konuşma olanağını sağlamış. Mihri’nin anlattıklarını Harbiye’de taş odalarda dinlemiştik. Birbirleriyle poliste konuşma olanağı bulan bu yoldaşlar, Harbiye’de mahkemede birbirlerine her duruşmada mektup verirler ve alırlardı. Ve kısa bir zaman sonra, haftada hiç olmazsa bir defa olmak üzere, Harbiye’de bahçede uzun uzun konuşma iznini idareden almışlardı. Mahkeme esnasında da her zaman mektup alıp verirlerdi. Ve bu durumu iddia makamındaki Halil Ölçer görür, fakat en küçük bir müdahalede bulunmazdı. Ta ki Sevim yoldaşın Mihri Belli yoldaşa verdiği son mektuba kadar.

36 Sayfalık Rapor
     Bu olayın olduğu gün duruşma sonunda koğuşlarımıza giderken Mihri aramızdan askerler tarafından alındı. Arandığında üzerinden Sevim yoldaş tarafından verilen bir mektubun çıktığını öğrendik. O güne kadar birbirlerine verdikleri mektupları ele geçirme hevesinde olmayan savcı Halil Ölçer bu son mektubu elde etme hevesine kapılmış ve yetkililere emir vererek Mihri yoldaşın üzeri aranmıştı. Sonradan öğrendiğimize göre bu mektup değil, otuzaltı sayfalık, partimiz hakkında Sevim yoldaşın yazdığı, Doktor Şefik Hüsnü ve Reşat Fuat yoldaşların Sevim’den parti faaliyeti hakkında görüşlerinin anlatılmasını istedikleri bir rapormuş. Bu otuzaltı sayfalık yazı mahkeme tarafından 186 komünist yoldaşın mahkum olması için yegâne resmi delil olarak kullanıldı. Bunun suçluları yazılı rapor istedikleri için Doktor Şefik Hüsnü ve Reşat Fuat yoldaşlardır. Sevim ile Mihri’nin hapishanede istedikleri her zaman görüştüklerini hepimiz biliyoruz. 36 sayfalık rapor Sevim tarafından şifahi olarak anlatıldıktan sonra Mihri raporun münderecatını Doktora ve Reşat Fuat’a pekâlâ anlatabilirdi. Bu yol uygulanmıyor, aptalca hareket edilerek büyük yanlışlık yapılıyor. Mahkemede müdafaamı yaparken bu görüşümü dile getirmiştim ve şöyle demiştim: “Mihri ile Sevim şimdiye kadar birçok mektubu duruşma esnasında değiş tokuş yapmalarına rağmen iddia makamında oturan Halil Ölçer hiçbir mektubu elde etme girişiminde bulunmadığı halde, bu son hareketiyle otuzaltı sayfalık yazıyı yakalatması danışıklıdır ve Mihri ile Halil Ölçer arasındaki bir anlaşmanın var olduğunu ortaya çıkarmıştır.”
     Komünist partisi mensubu olmakla 8. kere itham edildiğim bu askeri mahkemede 20 sayfalık müdafaamın özelliklerinin en can alıcı bölümü idi Mihri ile Halil Ölçer hakkındaki görüşlerim. Bu duruşmada 7 sene 6 ay ve 3 sene de Sivrihisar sürgün cezasına maruz kaldım.

Dokuzuncu Tutuklanmam
     Sosyalizm mücadelesinde komünistlikten 9. kez tutuklanmam ve askeri sıkıyönetim mahkemelerinde duruşmam: 1990’da Ankara ve İstanbulda oluşumun öyküsü.
     Bu insanlık mücadelesinin ilki 1924 senesinin son ayında, kavganın sonu 1990 yılı; bu yıl 1997 yılının ağustos ayı, ama mücadelem sürüyor ve sürecek. Çünkü işçi sınıfı mücadelesinin, işçi sınıfının sadık bir neferi olduğum için.
     Askeri mahkemede 7 sene 6 ay ceza ile Sivrihisarda 3 sene sürgün cezasını çektikten sonra 1960’ta İstanbula geldim. Az sonra Zeki Baştımar ve başta Şehabettin Bakırsan da olmak üzere bütün yoldaşlar cezalarını çekmişler, İstanbula gelmişlerdir. Bu dönemde Zeki’nin Sultanahmette Divanyolunda açtığı yazıhanede toplanıyorduk ve yapılması gerekli parti işlerini konuşuyorduk. Bu toplantılarımız uzun süre devam etmedi, Zeki’nin Avrupaya gitmesi üzerine konuşmalarımız da sona erdi.

TİP Dönemi
     Ne var ki bu sırada Türkiye İşçi Partisi açıldı. Bu parti sosyalizm görüşlerini savunmada bizlere çok yakın olduğu için ve Mehmet Ali Aybar, Behice Boran gibi ilerici kimselerin yönetim kadrosunda bulunmasından ötürü bu partiyi destekleme kararı aldık. Bu sıralarda yurdumuzda önemli işçi hareketleri oldu.
     Biz komünistler bütün hareketleri destekledik ve Türkiye İşçi Partisine önemli katkılarda bulunduk. Toplantılara, yürüyüşlere önemli katkılarda bulunduk. Ve Taksimde 1 Mayıs alanındaki mitinglerin hepsinde kendimizi gösterdik. Hatta 1977 yılında 36 devrimci yoldaşımızın ölümüyle sonuçlanan katliamda da oradaydık. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamına karşı aktif protestolarda, çıkışlarda bulunduk.

12 Eylül
     Kenan Evren ve generallerinin 12 Eylül eyleminde bir çok ilerici yoldaşlar, hatta ben de tutuklandım. Selimiyeye getirildim, polisin sorgusuna maruz kaldım. 12 Eylül’de faşist general Kenan Evrenler tarafından hayatımızın tehlikeye girdiğini sezince dış memleketlere gitmeye karar verdik.
     Ben yurdumu 1981 Nisan ayında terkedip Almanya, Rusya ve Danimarkaya göç ettim. 9 sene gibi uzunca bir müddet orada kaldıktan sonra, Türkiye Cumhuriyetinin Kopenhag konsolosluğuna başvurarak, Türkiyeye gelmemi sağladım ve 1989 senesinin 22 Eylül’ünde yurdumuzdaydım.

Tekrar Türkiye
     İstanbul havaalanına gelir gelmez tutuklandım ve derhal Ankaraya gönderildim. Ankarada polisin işkence odalarında bir süre kaldıktan sonra ifademin alınması için, görevinden ayrılır ayrılmaz faşist MHP’ye üye olarak ne olduğunu gösteren eski başsavcı Nusret Demiral’ın huzuruna çıkarıldım. Ve ona kürtlerin verdiği mücadele hakkında neler düşündüğümü bütün açıklığıyla anlattım. Daha genç olsaydım yapabileceklerimi de söyleyip, cezası idam bile olsa seve seve katlanacağımı belirttim. Sonunda beni Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesine çıkardılar. Orada da yeni MHP’li Nusret Demiral’a söylediklerimi tekrarladım. Bir süre sonra beni tutuklu olarak İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesine verdiler. Beni savunan avukatım İnci Hanımın da içinde bulunduğu duruşmada kendimi savundum. Aynı mahkemede Ahmet Kardam yoldaş savunmamın etkisinin sonucu gözyaşlarının akmasını engelleyemedi. O sıralarda ceza kanununun 141. ve 142. maddelerinin kalkması neticesi mahkeme tahliyeme karar verdi. Tarih 1990’dı.

Yargılanma Rekoru
     Ve işte yaşantımın ilk tutuklama tarihi 1924. Son komünistlikten tahliye tarihi 1990. Bu tarih 9. kez yargılanmamın tarihsel dökümüdür. Aksi ispat edilmediği takdirde komünizm suçundan en fazla burjuva mahkemelerine çıkarılma rekorunun bana ait olduğunu iddia ediyorum ve iddia etmekte devam edeceğim.
Mustafa Suphi neslinin, komünizmin er geç tahakkuk edeceğinin muannit savaşçısı, işçi sınıfı neferi M. Bozışık, yaş 96. Dokuz kez burjuva mahkemelerinin öyküsü.

Sözlerimi Bağlarken
     Komünist hareket suçlamasından soyguncu vahşi burjuva iktidarları tarafından 9. kez işkenceden geçirilip duruşmaya çıkmama ve 97 yaşıma basmama bir ay bile kalmamasına ve yüzden fazla polisçe tutuklanmama rağmen halen dünyada insanların kardeş olması mücadelesini veren bir insan olarak hâlâ yaşamaktayım ve işkenceci polisler gibi genç yaşta öbür dünyaya göçmediğim gibi şimdi de hiç gitmek niyetinde değilim. Sizlere sesleniyorum işkenceciler. Kafalarınızı iyi çalıştırın, sömürücüler hesabına aptalca, şuursuzca, budalaca hizmet yapmaktan, kendinizi vicdan azabına sokmaktan, çoluk çocuğunuzu üzmekten vazgeçin, insanlığın savunucusu olun.
     İnsanlığa büyük bir hizmet için, insanlık adına yapmış olduğum bu sınıf mücadelesinde, faşist iktidarlar ve devlet tarafından bana yapılanlardan hiç de şikayetçi değilim. İnsanlığa hizmet için yapılan, yani yaptığım onurlu savaşın büyük gururu içinde bu mücadeleyi verdim ve şimdi 97 yaşıma girmeme bir ay kala bu verdiğim savaşların sevinci içinde yaşıyorum.
     9. kez komünizm mücadelesini verdiğimin kısa mücadele öyküsünü “ÜRÜN” dergisini çıkaranlara ve onu okuyan yoldaşlara sunar ve sevgilerimi, saygılarımı sizlere iletirim.
 
Yazarın Diğer Yazıları
 TUTUKLANMA VE YARGILANMALARIM II
 Tutuklanma ve yargılanmalarım 1
 TÜRKİYE'NİN DURUMU VE SORUNLARIMIZ
 Türkiye'nin En Yaşlı Komünistinden Ürün'ün Çıkışına İlişkin Düşünceler