Sömürgecilik, kapitalizmin özünde yatan bütün
iğrençliklerin açığa çıkmasına neden olur. İşgal ettiği ülkenin halkını
köleleştiren, kaynaklarını talan eden, çıplak sömürüyü kural, işkenceyi olağan
kılan sömürgeci güçler, insanlığın sömürü ve zulme karşı binlerce yıllık
direniş birikiminden süzülüp gelen bütün değerleri ayaklar altına alırlar. Irkçı
nefreti ve şiddeti kapitalist şirketlerin kâr hırsının hizmetine koşanlar, adım
adım uygarlıktan ve insanlıktan uzaklaşırlar. "Geri halklar"a uygarlık götürme
adına vahşete dönüş yaşanır.
Irak'ta, Filistin'de, Afganistan'da işgal
orduları keyfi tutuklamalar, yargısız infazlar yapar; yapılanlar, sömürgeci
metropollerde suyun başını tutanlar tarafından hoş görülür. Çünkü, George
Bush'un deyişiyle, "asil bir dava" söz konusudur, bu asil dava için biraz
sabırlı olmak gerekir, hukuk, uygarlık ve özgürlük nedir bilmeyen halkları
özgürlük dünyasına çekmek için bir geçiş dönemine ihtiyaç vardır, değil mi ya,
efendim, bozgunculuk yapmanın, pişmiş aşa su katmanın ne gereği vardır
şimdi?
İşgal askerleri evleri basar, mahalleleri kuşatır, direnenleri
işkenceye götürür, tecavüzler, soygunlar yapar; sömürgeci medya ve
akademisyenler mazeret üretir: Ne de olsa, "barbarlar"a demokrasiyi öğretmek zor
iştir. Despotizm evet, ilke olarak kötüdür ama, doğruyu söylemek gerekirse,
biraz "vahşi" ve "akılsız" oldukları besbelli bu yerliler, tıpkı yaramaz
çocuklar gibidir, biraz dayak yiyince hizaya girecek, doğru yolu bulacaklardır.
Yapılanlar aslında onların yararına yapılmaktadır, ama ne yazık ki, bunu
anlamamaktadırlar. Akılsızlık işte! Kendilerini zalim diktatörlerden kurtaran
ordumuza minnet duyacaklarına, nankörlük etmekte, sırf onları kurtarmak için
denizler ötesinden gelen askerlerimize kurşun sıkmaktadırlar. Öte yandan,
seçimle başa gelen saygın ve meşru yöneticilerimizin iyi niyetinden, demokratik
inançlarından kuşkuya düşmek için hiç bir neden de yoktur, değil mi
efendim?
Sömürgeciler, işi büyütür, direnişçileri yok etme gerekçesiyle
toplama kampları kurar, ölüm mangaları oluşturur. Özgürlükçülüğü kimselere
bırakmayan sömürgeci aydınlar sadece mırın kırın eder, kırık dökük cümleler
kurar, ne söyledikleri, neyi savundukları, neye karşı çıktıkları bir türlü
anlaşılmaz.
Yerli halkların ölüm, yıkım, talan ve ırkçı aşağılama şeklini
alan bu kerameti kendinden menkul "uygarlık ve özgürlük götürme seferi"ne
direnişi büyüyünce, canına tak eden kitleler ölümü göze alıp kendi kaderlerini
kendileri belirlemeye başlayınca, sömürgeci beylerin sinirleri daha da bozulur.
Ellerinde yeterli güç vardır nasıl olsa, kendini bilmez yerlilere hadlerini ne
pahasına olursa olsun bildireceklerdir. Uçaklar, tanklar, toplar harekete
geçecektir. Yerlilere kimin patron olduğu gösterilecektir. İşte o kadar!
Bombalamalar artar, koca semtler ve şehirler yerle bir edilir, tarlalar ve
ormanlar yakılır, katliamlar düzenlenir.
Bütün bu yapılanlar metropol ülkede
görmezlikten gelinir, yok sayılır. İşkence, kıyım, zulüm olağanlaşır, işin
gereği sayılır. Çünkü artık kanıksanmıştır, haber değerini kaybetmiştir. Medya
ele almaz, üniversite araştırmaz. Olan bitenler unutuluşun kucağına terk edilir.
Tek tük itiraz edenlere yufka yürekli acemi çaylak muamelesi yapılır, çünkü
efendim, barbarlara barbarca davranmaktan başka çare yoktur! Vicdanlar iyiden
iyiye nasırlaşır.
İşte bu noktada sömürgeci vahşetin açtığı yaralar
kangrenleşir; kangren bütün vücuda yayılır, artık sömürgeci ülkenin kendisi de
vahşetin esiri olur. Sömürgeden yayılan zehirler metropol ülkeyi de kasıp
kavurur. Sömürgeci işgali başlatan ve sürdüren yönetim, artık kendi ülkesinin
emekçilerine, muhaliflere, aykırı saydığı herkese sömürge halkına reva gördüğü
muameleyi yapmaktan kendini alamaz. "Barbar halklar"a demokrasi götürmek adına
yola çıkanlar, artık demokrasinin lüks olduğu sonucuna varırlar. "Demokratik
sömürgecilik" diye işe başlayanlar, oyunun kurallarının değiştiğini ilan
ederler, özgürlüklerin artık metropol ülkede de kısıtlanabileceğini ve hatta
kısıtlanması gerektiğini öne sürerler, lafını sakınma gereği bile duymadan İnsan
Hakları Bildirgesi'nin askıya alınabileceğini haykırırlar. Süreç tamamlanır,
faşizm egemenliğini ilan eder. Sömürgeciliğin bizatihi faşizm demek olduğu,
demokratik sömürgeciliğin asla olamayacağı bir kez daha ayan beyan
görülür.
İşte hepimiz bugün bu süreci yaşıyoruz. Filistin'in, Afganistan'ın,
Irak'ın diri diri boğazlanmasına göz yumanların, aslında bütün dünyanın faşizmin
işgali altına düşmesine onay verdikleri artık anlaşılıyor. Bakın, bugün Amerika
Birleşik Devletleri'nin adalet bakanlığı koltuğunu işkenceye olur fetvasını
veren bir hukuk profesörü işgal ediyor. Terör şüphelilerinin Cenevre Sözleşmesi
hükümlerinden yararlanamayacağını, bu kişilere işkence yapılabileceğini ve
mahkemeye çıkarılmadan istenildiği kadar hapsedilebileceğini savunarak
Guantanamo toplama kampının ebeliğini yapan Alberto Gonzales, bugün dünya
kapitalizminin baş ülkesinin adalet, evet evet, yanlış okumuyorsunuz, adalet
bakanı! Ve şu anda, Guantanamo'da süresiz tutuklular, son çare olarak açlık
grevi yapıyor, ölüm orucuna yatıyor. Amerikan yönetimi ise her türlü hukuk
kuralını ayaklar altına almaktan vazgeçeceği yerde tutukluları "hayata
döndürüyor"!
Guantanamo'ya ses çıkarılmadı, Irak'taki Ebu Gureyb cehennemi
yaratıldı. Ebu Gureyb'e yeterince tepki gösterilmedi, bütün suç alt kademede
birkaç beyinsiz zalim askerin sırtına yüklendi, yapılan zulüm bir istisna
sayılarak geçiştirildi. Şimdi ABD'nin kendisine kölece bağlı ülkelerde kayıt
dışı gizli işkencehaneler zinciri kurduğu ve işlettiği açığa çıktı. Polonya,
Romanya, Tayland, Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve kimbilir başka hangi taşeron
ülkenin gizli işkence merkezlerinde birçok insanın her türlü denetimden uzak bir
şekilde yıllardır tutulduğu anlaşıldı. Neo-liberal kapitalizm kayıt dışılığı ve
taşeronlaştırmayı ekonomide sosyal ve ekonomik hakların yok edilmesi için temel
yöntem olarak kullandığı gibi, siyaset ve hukuk alanında da temel özgürlüklerin
yok edilmesi ve işkencenin yaygınlaştırılması için kullanıyormuş demek
ki.
Bakın, İngiltere başbakanı Tony Blair, Londra'daki bombalamalardan sonra
üstüne basa basa oyunun kurallarının değiştiğini ve İnsan Hakları Bildirgesi'ni
askıya alabileceklerini söyledi. Polise şüpheli kişileri doksan gün süreyle
mahkemeye çıkarmadan gözaltında tutma yetkisi veren, savunma haklarının kökten
budandığı özel mahkemeler kurulmasını öngören bir yasa tasarısını Parlamento'ya
sundu. Avam Kamarası, İşçi Partisi üyesi milletvekillerinden büyük bir grubun da
liderlerinin faşist teklifini geri çevirmesiyle doksan günlük gözaltı süresini
reddederek Blair'in planlarını sekteye uğrattı. İkinci oylamada uzlaşma amaçlı
altmış günlük gözaltı teklifi de reddedildi. Ne var ki, üçüncü oylamada yirmi
sekiz günlük teklif kabul edildi. Yirmi sekiz günlük gözaltı süresinin ne ağır
işkencelerin kapısını açacağını bilen bilir. Sekiz saati aşmayan klasik
gözaltılardan nereye gelindi, görüyor musunuz! Demokrasinin beşiği olmakla
övünen İngiltere'de demokrasi burjuva anlamıyla dahi kuşa çevrildi.
Bütün
Avrupa ve Amerika'da müslüman halk, Hitler dönemi Almanyası'ndaki Yahudiler'in
durumuna getirildi. Araplar, Türkler, Pakistanlılar, esmer tenliler, renkli
halklar, bütün üçüncü dünyalılar, ırkçı nefretin ve ayrımcılığın boy hedefi
yapıldı. İngiltere'de polis sırf şüphe üzerine metroda Brezilyalı bir
göçmeni göz göre göre öldürdü. Fransa'da polis kovaladığı üç genci bir trafo
merkezine kıstırarak ölümün kucağına attı, iki Afrikalı genç öldü, bir Türkiyeli
genç ağır yaralandı. Irkçı İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy, göçmen gençleri
şiddetle yola getirilmesi gereken ayak takımı olarak niteledi. Bu durumda,
Paris'in yoksul semtlerini saran öfke seline ve ırkçı aşağılamanın uygulayıcısı
polis kuvvetlerine karşı eylemlerin bir isyana dönüşmesine şaşılır mı? Rüzgar
eken fırtına biçer elbette.
Hitler faşizminin Yahudileri duvarlarla çevrili
gettolara tıkması gibi, İsrail Batı Şeria'da Filistinlileri binlerce
kilometrelik bir duvarın ardına tıkıyor. Avrupa Birliği, sınır denetimlerini
sıkılaştırarak Avrupa'yı göçmenlere kapalı bir kaleye çevirdiği
yetmiyormuş gibi, İspanya-Fas sınırı boyunca bir duvar dikmeye karar verdi. Aynı
şekilde, Amerika, güney Amerikalı göçmenlerin geçişini engellemek için Meksika
sınırını aşılmaz bir kaleye çevirmekle yetinmiyor, Amerikalı bir senatörün
önerisiyle bütün sınır boyunca bir duvar dikilmesini tartışıyor. Tıpkı büyük
şehirlerde kale gibi korunaklı site duvarlarıyla kendilerini emekçi halktan
ayıran kapitalist zenginler gibi, Avrupa ve Amerika da kendilerini üçüncü dünya
halklarından fiziksel olarak da ayırıyor. Kapitalist hiyerarşiye uygun olarak
sınıfların ve halkların yaşama ve hareket alanları belirleniyor, mekânlar
yeniden çiziliyor, zenginler kendilerinden daha aşağıda gördükleri yoksul
kesimleri surların ardına sürüyor. Yoksul sınıf ve halkların çektiği acıların,
içinde yaşadıkları sefaletin, karşılanmamış maddi ve manevi meşru özlemlerinin
doğurduğu toplumsal öfke dalgası önünde bu modern kapitalist kale surları acaba
ne işe yarayacak?
Dünyanın en zengin ve en gelişmiş ülkesi olmakla övünen
Amerika'da New Orleans şehrinin sular altında kalmasına, 1300'den fazla
yoksul (ve çoğu karaderili) insanın ölmesine ve on binlercesinin evsiz kalmasına
yol açan Katrina tayfununun Irak işgaline yüz elli beş bin asker, binlerce uçak,
her çeşit ölüm aracı ve milyarlarca dolar ayıran Bush yönetimi tarafından nasıl
ele alındığını (daha doğrusu alınmadığını) televizyonlardan izlemişsinizdir.
Geliyorum diyen doğal bir felakette sadece paraları ve arabaları olmadığı için
şehri terk edemeyen on binlerce yoksula kamu eliyle otobüs bile tahsis etmeyen
ve göz göre ölüme terkeden bir yönetim rezaletini naklen seyretti bütün dünya.
Felaket sonrası kurtarma çalışmalarını da eline yüzüne bulaştıran, insanları aç
ve açıkta bırakan, hayata değil, ölüme yatırım yapmayı tercih eden, sorumsuz ve
beceriksiz bir zenginler yönetiminin aczi gerçekten sarsıcıydı. Zengin ve
pırıltılı Amerika'nın öteki yüzü, yoksul ve sefil yurttaşlarını defterden silmiş
Amerika işte karşımızda duruyordu. Dünyanın dört bir köşesinde ve Amerika'da
birçok kişi aynı yorumu yaptı: Amerika hakikaten çürümüş!
Bush yönetiminin
gözdelerinden, ünlü yeni-muhafazakâr Willam Bennett'in daha geçenlerde, 28
Eylül 2005'te söylediklerine bakalım bir de. Bennett, az buz bir insan değil.
Terörizme Karşı Zafer İçin Birleşmiş Amerikalılar Vakfı'nın başkanı. 1985-1988
yılları arasında Ronald Reagan yönetiminin Eğitim Bakanı. 1989-1990 yılları
arasında Baba George Bush yönetiminin Uyuşturucuya Karşı Mücadele Ajansı
Başkanı. 1993'te yazdığı The Book of Virtues (Erdemler Kitabı) sayısız baskı
yapmış. Erdem ve ahlak konusunda verdiği konferanslar tıklım tıklım doluyor.
"Amerika'da Sabah" adlı bir radyo programı var. Bennett'in Amerika'yı
yönetenlerin zihniyet dünyasını temsil ettiği herhalde rahatlıkla söylenebilir.
Şöyle demiş Bennett: "Bu ülkede şayet suç oranını düşürmek istiyorsanız, eğer
tek amacınız buysa, doğacak her siyah bebeği kürtajla alırsınız ve suç oranını
düşürürsünüz." Dervişin fikri neyse zikri de o. Irkçılık, nefret, soykırım
zihniyeti iktidarda.
Bakın, Irak'ın elinde kitle imha silahlarının
bulunduğunu iddia ederek bu ülkenin işgaline bahane sağlamak için, Başkan
Bush'un en yakın adamlarının her türlü kanunsuzluğa başvurduğu, sahte belge
düzenlemek, yalan haber yazdırmak, şantaj, tehdit dahil her yolu mubah gördüğü,
bunları yaparken İngiltere Başbakanı Tony Blair'den ve İtalya Başbakanı Silvio
Berlusconi'den yardım aldığı ortaya çıktı. Şimdilik ABD Başkan Yardımcısı
Dick Cheney'in en yakın danışmanı Lewis Libbie'ye uzanan ve Başkan Bush'un en
yakın danışmanı Karl Rove'u ve ardından doğrudan doğruya Dick Cheney'i içine
alacağı tahmin edilen skandalda, Washington, Londra ve Roma'da devletin en tepe
noktalarında görev yapan kadroların birer suç şebekesi gibi hareket ettiği ve
kendi yasalarını bilerek ve isteyerek defalarca çiğnedikleri açıklandı. Büyük
kapitalist şirketler, sivil ve asker yüksek devlet görevlileri ile medya ve
üniversite dünyasının seçkinlerinden oluşan uluslararası yeni-muhafazakâr
şebekenin, hem gözlerine kestirdikleri ülke halklarını köleleştirmek, hem kendi
halklarını savaşa sürüklemek için tipik birer mafya çetesi gibi davranmış
oldukları belgelendi.
Eskiden Avrupa ve Amerika yönetimleri, bir yandan
üçüncü dünyada darbeleri, sıkıyönetimleri kışkırtır ve el altından
işbirlikçilerin her türlü pisliğine ortak olurken, bir yandan da, ne kadar
göstermelik de olsa, Türkiye'ye ve bütün üçüncü dünya ülkelerine insan hakları
dersi verir, işkenceye ve hukuk ihlallerine karşı üst perdeden konuşurlardı.
Şimdi 12 Eylül faşizminin uygulamaları, Diyarbakır, Mamak ve Metris işkenceleri,
Susurluk çetelerinin işleri, doksan günlük gözaltılar, kaybedilen muhalifler,
yargısız infazlar, özel mahkemeler, gizli hapishaneler, "hayata dönüş"
operasyonları, "bin operasyon" yapmakla övünen baş işkenceciyi adalet
bakanlığıyla ödüllendirme rezaletleri ABD ve İngiltere'den başlayarak kıta
Avrupası'na yayılıyor. Eskiden kapitalist dünyanın bağımlı kenar ülkelerine özgü
sayılan olağanüstü hukuksuzluk ve yolsuzluklar, artık metropol ülkelerin de
tipik özelliği haline geldi. Üçüncü dünya uygulamaları birinci dünyanın normu
oldu. Sömürgeci işgaller kapitalizmin lağımlarını yeniden patlattı, artık
dünyanın en mutena semtleri, vitrinlik bölgeleri de lağım içinde yüzüyor.
Sömürgeciliğin diyalektiği bir kez daha hükmünü icra ediyor.
Yirminci yüzyılı
yaşadık. Eski sömürgecilikten yayılan zehirin "uygarlık kaleleri"ni nasıl ele
geçirdiğini gördük, dünya savaşlarından, soykırımlardan, faşizmden geçtik.
Yirmi birinci yüzyılda yeni sömürgecilik yine aynı şeylere yol açmaya başladı.
Sömürgeciliğe ve onu üreten kapitalizme karşı sesimizi yükseltmedikçe lağımlar
içinde birer böcek gibi yaşamak zorunda kalacağımız bir döneme girdik.
İnsanlığımızı hatırlayıp sorumluluklarımızın gereğini yapmanın vakti geldi de
geçiyor. Ne dersiniz?