Bugün kapitalizmin çözemediği sorunlar üst üste yaşanmakta,
geçen her gün kapitalizmin balonunu şişirmektedir. İşsizlik hızla artarken,
diğer taraftan reel ücretler sürekli düşmekte, bunun sonucu olarak sağlık
harcamaları, eğitim harcamaları, beslenme ve konut giderlerinin artması, çalışan
kesimdeki arayışların olumlu ya da olumsuz çıkışlara dönüşmesine neden
olmaktadır.
SEKA direnişi, Deniz İşletmeleri, Tekel eylemleri vb. gündemde
olsa da bugünlerde aslında örgütlülüğün bir anlamda dibe vurduğu görülüyor.
Tabanın tepkilerine karşın sendikaların cılız eylem kararları, kitlelere
umutsuzluğu aşılamaktadır. Sendikaların işçilere umutsuzluğu aşılamasının asıl
nedeni sanırım işçi sınıfının gücünü görmemelerinden değil, ABD ve AB eksenli
çıkar ilişkilerinden kaynaklanmaktadır. Sendika üst yönetimleri emperyalist
proje kaynaklı aldıkları parasal destekleri gizlemek amacıyla bir takım cılız
çıkışlar yaratmaktan ileriye gitmemeyi kendilerine ilke edinmiş
gözükmektedirler. Bu ağır bir suçlamadır, ama yapılan eylemlilik ve anlattıkları
bunları doğruluyor. Aldıkları bu parasal destekle lüks otel salonlarından
topladıkları bir grup işçiye bunu itiraf edebiliyorlar.
Bir başka gösterge ise, sendikaların kendi üye tabanlarını
alanlara taşıyamamalarıdır. Çünkü bunu istemiyorlar. Sendikalar kendi
tabanlarına karşı yapmaları gerekenleri yapmayınca, tabanda sendikalara karşı
oluşan güvensizlik, bugün sermayeye yarıyor ve hükümetin bu ülkeyi daha rahat
pazarlamalarına olanak tanıyor.
DİSK, 13 Şubat 1967'de, Türk-İş'in içinden muhalefet olarak
doğuyor. 1970'te, 15-16 Haziran direnişlerine yüz binin üzerinde işçi katılıyor.
1976'da, DİSK dört yüz bin üyeye ulaşıyor. 76-77 1 Mayıs'larına katılım beş yüz
binle ifade ediliyor. Tabii, bunların aralarındaki diğer çok sayıda eylem ve
direnişten de söz etmek mümkün. 12 Eylül faşizmiyle birlikte durdurulan sendikal
hareket ve gelişim, 86 Bahar eylemleriyle hareketlenen işçi sınıfı hareketi,
aradan geçen 20 yılda DİSK'in 3 yılda aldığı yolu alamamış, tersine erimeye
doğru gitmiştir.
12 Eylül faşizminin yıktığı örgütsel yapılar, bilinçli
kadroların yine zindanlara tıkılarak işkencelerden geçirilmesi, yaratılan korku
ve devlet terörü, dağılan örgüt ve yapıların yeniden toparlanmalarını
geciktirmiş, küçük toparlanmalar ise uzun zaman almıştır. Bu arada reel
sosyalizmin yıkılışı da kitlelerde umutsuzluğu körüklerken, sol örgütsel yapılar
uzun süre bocalamalarını sürdürmüş, bir hareket alanı yaratamamıştır. Uzun süre
devam eden örgütsüzlüğü fırsat bilen işbirlikçi tekelci burjuvazi, emperyalist
tekellerle bağlarını daha da güçlendirip ulusal burjuvaziyi tasfiye edip kendini
emperyalist tekellere eklemlemeyi başarmıştır ve bu süreç halen devam
etmektedir. Bugün ülke ekonomisi, işbirlikçi burjuvaziyle beraber emperyalist
tekellere teslim edilmiş durumdadır. İşçi sınıfının ve diğer emekçi kesimlerin
yararlandıkları yasal hakları bir bir ellerinden alınmakta ve tasfiye
edilmektedir.
Peki, bu duruma dur demesi gereken işçi sınıfı neden gereken
karşı çıkışı yaratmakta zayıf kalıyor? Bu soruya birkaç açıdan yaklaşmak mümkün
olabilir.
Birincisi, işçi sınıfı içerisindeki öncü kadroların çoğu 12
Eylül faşizmiyle beraber sınıfın içerisinden kopartılmış. Bu kadroların dışında
kalan kesime de devlet, terörü ve korkuyu egemen kılmış ve işbirlikçi kesimle
birlikte yoğun bir ideolojik savaş başlatmıştır.
İkinci olarak, 12 Eylül faşizminin yarattığı apolitiklik
aşılamamıştır.
Üçüncü olarak, 12 Eylül'den sonra sol kendini ancak uzun süre
sonra toparlamaya başlamış, başladığı dönemde de yine uzun süren bir iç tartışma
süreci yaşamıştır.
Dördüncü olarak da, yukarıda saydığım üç maddenin sonucunda
sınıfın sendikal mücadele veren kesimi, düzen ve düzenle anlaşmaya dönmüş,
uyumlaştırma siyaseti, sendikalarda etkili olmaya başlamış ve maalesef
mücadelenin yönü sınıf sendikacılığına değil, sistemin bir uyumlaştırma parçası
olmaya yönelmiştir.
Şimdi bunları biraz açalım.
1970'lerde gelişen sol güçler ve işçi sınıfı hareketi yığınsal
bir güç olarak ortaya çıkmayı başarmış fakat bu güçler ortak birliktelikler
oluşturarak tek bir güç haline gelmeyi başaramamışlardır. Öncelikle solun çok
başlı kalması ve bütün örgütlerin inatla kendi doğruluğunu savunmaya çalışması,
hatta kime karşı olduklarını bırakıp kendi aralarındaki ideolojik çatışmalara
kayması (devletin ve emperyalizmin ajanlarının da katkılarıyla) güç kullanılan
çatışmalara dönüşmüş. Bu olumsuz tavır, işçi sınıfı içerisinde de daha çok
parçalanmaya ve güvensizliğe yol açmıştır.
Bu savın ispatı 12 Eylül faşizminin örgüt dava tutanaklarıdır
ve elbette ki yaşadıklarımızdır. Tüm bu olumsuzluklar ve iç çatışmalar 12 Eylül
faşizminin solu kolay olarak yutmasına olanak sağlamıştır.
İşçi sınıfı önderleri ve sol ideolojinin yaratıcısı aydın
kadroların ileri gelenleri faşistler tarafından katledilmiş, 12 Eylül faşizmi
ise sınıfın öncü kadrolarını daha ilk günden toplayarak vatan haini suçlamasıyla
işkencelerden geçirmiş, tüm bunları yaparken de çevreye tanklar, zırhlı araçlar,
askeri konvoylarla korku saçmıştır.
12 Eylül faşizmi sadece solun ve sınıfın öncü kadrolarına
işkence yapıp susturmakla kalmadı. Kitapları yaktırdı, filmleri yaktırdı. Bundan
sonra yapılacakları da yasaklar ve sınırlarla konuşturmadı ve yoğun bir
ideolojik saldırıyla apolitik, sorumsuz, umudunu futbol, at yarışı, piyango,
eğlence gibi araçlara bağlamış bireyci ideolojiye kapılmış gençliği yarattı.
Bugün fabrikalarda işçiler arasıda pek siyaset konuşulduğu
gözlenmiyor. Çoğu ortalama 25-35 yaş arasındaki işçiler siyaset konuşmayı
bırakın, hükümetin çıkardığı esnek çalışma, sağlık yasası, emeklilik yasası vb.
bunları da konuşmuyorlar. Konuşanlar da var ama çok az. Neleri konuşuyorlar.
Bütün takımları ve futbolcularını, atları ve at yarışlarını, sayısal loto, bahis
oyunu ve ünlü pop yıldızlarını ve mankenleri. Okuma ve araştırma bu kesimde bir
tarafa atılmıştır. Bu kesim sorunların kaynağına inme, sorunlara karşı mücadele
etmeyi seçme yerine şikayet etmeyi ve bunu sistem yerine kişilere yüklemeyi ucuz
bir yol olarak seçmiş durumdadır. Sabırlı bir çalışmayla önce bu durumu
değiştirmek gerekir.