Kapitalist sistemin özellikle kriz dönemlerinde ön plana
çıkardığı ve niteliğinde önemli değişikliklere gittiği bir konudur meslek
eğitimi. Mesleki eğitimin niteliği her ne kadar sanayi devriminden sonra
değişmeye başlasa bile, ilk ortaya çıkışı çok daha eskilere dayanır.Meslek
eğitiminin en ilkel halini 13. yy ve izleyen dönemlerde Anadolu'da ahilik gedik
sisteminde, Avrupa'da ise lonca örgütlenmelerinde görmemiz mümkündür. Bu tarz
örgütlenmelerin temelini çıraklara hem işin, hem de ahlak kuralları ile
toplumsal yaşayışın öğretilmesi oluşturuyordu. Anadolu'da 1400'lü yılların
sonlarına doğru yeni bir mesleki eğitim kurumu ortaya çıktı. İşsiz gençlere
meslek öğretmek amacıyla kurulan Terbiye Ocakları eğitim anlayışı bakımından
geleneksel Ahilikten farklılaşmaz.
Sanayi Devriminin Meslek Eğitimine Etkileri
Sanayi devriminden önce üretim tarıma ve el sanatlarına
dayanıyordu. Meslek öğrenimi ailenin yanında çalışarak gerçekleşiyordu. Sanayi
devrimi ile hem meslek eğitiminin, hem de çırakların niteliğinde önemli
değişiklikler gerçekleşti. Bu andan itibaren meslek babadan oğula geçme
özelliğini kaybetmeye başladı. Sanayi devriminin getirdiği yenilikler tarıma
dayalı üretimin büyük oranda terk edilmesini zorunlu kılıyordu. Küçük yaştaki
çocukların emeğinin başta İngiltere olmak üzere sanayileşen diğer Avrupa
ülkelerinde kullanılmaya başlanması devrimin getirdiği değişimin sonucudur.
Çalışma şartlarının kötülüğü, uzun çalışma saatleri, çocukların çok küçük
yaşlarda ağır işlerde çalıştırılıyor olması*** henüz ortaya çıkmış olan işçi
sınıfının ilk örgütlenmelerini ve eylemlerini getirdi. Bu konulara ilişkin ilk
yasal düzenlemeler 19. yüzyılın hemen başında yapılmış olmasına rağmen etkileri
yüzyılın ortalarına doğru ancak görülebildi.
Sanayinin etkilerinin bir hayli geç ulaştığı Türkiye'de ise 19.
yüzyılın ortalarında farklı farklı mesleki eğitim okulları açılmış, ancak bunlar
eski tarzın bir devamı niteliğini korumuştur. Batı'da yaşanan değişimler ilk
olarak kendini 1908'de ahilik sisteminin yasaklanması ile göstermiştir. Sanayi
devrimi bütün Avrupa'da olduğu gibi Türkiye'de de bütün çalışma hayatının
kurallarını değiştirdi. Bu dönemlerde Türkiyede de hızlı bir sanayileşme söz
konusuydu. Sanayi bölgelerinde işgücü ihtiyacı arttıkça tarımsal üretimde düşüş
yaşanmaya başladı. Ancak tarımsal üretim terk edilmedi. Aile fertleri bir yandan
toprağı ekip biçerken, diğer yandan da sanayide çalışmaya başladılar. Çalışma
koşullarının ağırlığı çok geçmeden ilk işçi örgütlenmelerinin oluşmasıyla ve
1908-1915 grevleriyle sonuçlandı.
Sermayenin gelişmesi beraberinde hizmetler sektörüne olan
ihtiyacın artmasını ve onun da gelişmesini getirdi. Bu dönemde kurulan kondüktör
mektepleri bildiğimiz meslek okullarını tam anlamıyla yansıtmasa da bunların
öncüllerinden sayılabilir. İlk sanat okulları da yine aynı dönemde
açılmıştır.
Tek-Parti Döneminde Mesleki Eğitim
Cumhuriyet döneminde mesleki eğitimin yapısına geçmeden önce
çalışma hayatının işleyişine bir göz atalım: Hummalı bir kapitalistleşme
aşkıyla, sermaye birikimini ne pahasına olursa olsun hızlandırmak gayretiyle
tanımlanabilecek bu dönemin ilk yıllarında işgücü niteliğinde belirgin bir
değişim ve sanayide önemli bir artış gerçekleşmez. Geleneksel yapı belirli
ölçülerde korunmaya devam eder. Üretimin büyük bir kısmı bu dönemlerde de tarım
ağırlıklıdır. Çalışma koşulları ağırlığını korumaktadır. Çocuklar çok küçük
yaşlarda iş yaşamına atılıp ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılmaktadır. Bu
durumu göstermesi bakımından 1920'lerde yapılan bir sayımda çalışan çocuk
sayısını belirtmekte fayda olacaktır. Toplam istihdamın 147.128 olduğu bu
dönemde 14 yaş altı çalışanların sayısı 22.684'tür, yani toplam istihdamın
%15,4'ünü teşkil etmektedir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında meslek ve halk eğitimi vermek üzere
çok çeşitli eğitim merkezleri açılmıştır. Bunların bir çoğu işlerliklerini II.
Dünya Savaşı sonuna kadar korumuş, bu tarihte kapatılmıştır. Bu okulların ilki
eğitimlerini gece veren Çıraklık Okullarıdır. Çalışan çocukların çokluğu ve
eğitimden yoksun olmaları Cumhuriyetin ilanından hemen sonra böyle bir tedbiri
zorunlu kılmıştır. 1926 Borçlar Yasası ile çıraklara ilk kez farklı bir sıfat
yüklenmiştir. Çıraklar bu yasa ile işçi değil öğrenci statüsünde
değerlendirilmeye başlanmıştır. Çırakların işçi niteliklerinden mahrum bırakması
aynı zamanda aynı işi yaptıkları diğer işçilerin sahip olduğu birçok haktan da
yoksun olmaları anlamına geliyordu. Ancak yasa çırakların gece ve hafta
tatillerinde çalıştırılmalarını yasaklıyordu. Böylece çırakların
çalıştırılmasına ilk yasal kısıtlamalar getirilmiş oldu.
1920'lerden II. Dünya Savaşı yıllarına kadar izlenen eğitim
stratejilerinin özü şüphesiz açıkça kapitalisttir. İşçi sınıfına sigorta,
sendika ve grev hakkı dahil temel hiçbir hakkı tanımayan kapitalist tek-parti
diktatörlüğünün faşizan baskısının çok önemli bir öğesini oluşturan bu
stratejilerde, sadece biçimsel açıdan kimi Sovyet etkilerini görmek mümkündür.
Bu dönemlerde halk eğitimine ve eğitimin direkt olarak halkın içinde verilmesine
önem verilmiş; bu amaçla çok çeşitli eğitim birimleri kurulmuştur. İlk halk
eğitim birimi olan Halk Terbiyesi Şubesi (1926) bunun ilk örneğidir. Harf
devriminden sonra okur-yazar hiç kimsenin kalmamış olması işleri epey
zorlaştırır. Önce halka okuma yazma öğretmek amacıyla Millet Mektepleri, daha
sonra çeşitli illerde okuma odaları açılır. Yapılan araştırmalarda 1930-1936
yılları arası açılan Okuma Odaları'nın sayısının 500'ü aştığı görülmektedir.
Kütüphane ve halk dershaneleri kurma, spor güzel sanatlar gibi çeşitli alanlarda
faaliyet yürüten Halkevleri de aynı dönemde kurulmuştur.
1934 yılı Cumhuriyet dönemi eğitim politikaları açısından bir
dönüm noktası oldu. 1934 yılına kadar mesleki okulların giderlerini özel
kurumlar karşılıyordu. Bu tarihten sonra ise üretim içinde yer alan okul modeli
benimsendi. Böylelikle Milli Eğitim Bakanlığı eğitim kurumları için ödenek
ayırmaya başladı. Sanat okullarının atölyesi sipariş üzerine dışarıya iş yapmaya
başladı. Çeşitli kurslar açıldı. Bu anlayışla yaratılmış olan en önemli eğitim
kurumlarından biri şüphesiz ki Köy Enstitüleridir.
Konuyu çok fazla dallandırıp budaklandırmadan Köy Enstitülerine
ve gelişim süreçlerine bir göz atalım: Köy ile kentlerdeki eğitimin
ayrıştırılması ve köy okulları için farklı içeriklendirme yapılması 1930 Köy
Mektepleri Müfredat programına ve 1938 Köy İlkokulu Programı projesine dayanır.
Bu programlarda ders içerikleri köyün ve köylünün yaşamına uygun olarak
düzenlenmiştir. Köy Enstitüleri 1943'te çeşitli kırsal bölgelerde öğretmen
yetiştirmek amacıyla kurulurlar. Genel kültür, tarım ve teknik derslerin bir
arada ve yerinde verildiği eğitim kuruluşlarıdır.
Ancak 1950'lere yaklaşıldıkça Köy Enstitülerinde değişiklikler
görülür. Yapılan değişiklikler üretime dayalı eğitim modelinin yavaş yavaş terk
edildiğini göstermektedir. Enstitülerin müfredatında yer alan teknik derslerin
süresi 1940 sonralarında oldukça azaltılmış, bunun karşılığında genel kültür
derslerinin süresi artırılmıştır. Köy okulları için ayrıca düzenlenen programlar
da bu dönemde kaldırılmıştır. Ve nihayet II. Dünya Savaşı sonrası değişen
dengeler köy enstitülerinin de kapatılmasına sebep olur.
1930'ların getirdiği bir diğer yenilik de tekniker yüksek
okullarıdır. Bu okullar Türkiye'de teknik bölümler üzerine eğitim veren ilk
yüksek okul olması açısından büyük önem taşımaktadır. II Dünya Savaşına kadar
Türkiye'de hüküm süren Sovyet etkileri iş güvenliği ve işçi sağlığı konusunda da
tabii ki çok sınırlı bir çerçevede kendini göstermektedir. Sovyetler Birliği
tarafından yaptırılan fabrikalardaki sağlık kontrollerinin yine Sovyetler
Birliğinden gelen uzmanlar tarafından yapıldığı araştırmacılar tarafından
aktarılmaktadır. Aynı dönemlerde çıkarılan Umumi Hıfzısıhha Kanununda da
özellikle çırakların çalışma koşullarına belirleyen maddeler
bulunmaktadır.
II. Dünya Savaşı - Değişen Dengeler
II. Dünya Savaşının mesleki eğitimdeki etkileri savaş
başlamadan kendisini gösterir. Dünya kapitalizminin içinde bulunduğu ekonomik
kriz Türkiye'de ilk meyvesini 1940 Milli Koruma Yasası ile verdi. Yasa çırakları
koruyan ve sağlık koşullarını güvence altına alan tüm düzenlemeleri kaldırdı.
II. Dünya Savaşının etkileri sadece yaşanan krize karşı tedbir politikaları ile
sınırlı kalmamış, bütün bir çalışma yaşamını değiştirmiştir. Bu dönemde ilk
olarak göze çarpan hızlı bir sanayileşmedir. Sanayileşmenin artması, bilimsel ve
teknolojik çalışmaların kurumsal boyuta taşınması uluslar arası yatırımların ve
sermayenin uluslararası işbirliğinin güçlenmesi, dolayısıyla küreselleşme
kavramının ortaya çıkması bütün dünyada işgücü niteliğinin değişmesini zorunlu
kılıyordu. Türkiye'de de durum bundan farklı gelişmemekteydi. Hızlı sanayileşme
ile birlikte köyden kente hızlı bir göç dalgası başladı. Sanayi ve hizmetler
sektöründe göç ile birlikte ihtiyacın üstünde işgücü ortaya çıktı. İşsizliğin
yayılması özellikle emekçi sınıflarda çocuklarının daha kolay ve hızlı bir
şekilde meslek edinecekleri meslek okullarına yönelimi getirdi. Türkiye'nin
meslek eğitiminde Amerikan etkisine geçişi bütün bu değişimlerin sonucunda
ortaya çıkar. Amerika kökenli programların Türkiye'ye ilk girişi II. Dünya
Savaşından kısa bir süre sonradır. İlk değişimler köy ve meslek okulları
üzerinde gerçekleştirilir.
Kapitalizmin Değişen Yüzü 1970'ten Günümüze Mesleki
Eğitim
1970'ler mesleki eğitim alanında yepyeni anlayışın doğduğu
yıllardır. Yeni teknolojilerin geliştirilmesi ve kullanılması işgücü profilini
baştan aşağıya değiştirir. Bu andan itibaren çalışanların eski tarza uygun
özellikleri etkisizleşmiştir. Artık aranan yeni teknolojileri kullanabilecek
düzeyde işçilerdir. Bu niteliklere sahip işçilerin yetiştirilebilmesi için
kapitalist sistemin ilk yaptığı şey mesleki eğitimi yeni düzene uygun hale
getirmek olur. Meslek eğitiminde eğitimin istihdama uygunluğu ve eğitim-istihdam
işbirliği benimsenmiştir.
Eski tarzdaki meslek okullarının artık sermayenin ihtiyacını
karşılayamaması ve yetiştirdiği teknikerlerin yeni teknolojilere yeteri kadar
cevap verememesi 1970'lerin başında Tekniker Yüksek Okulları'nın kapatılmasına
sebep oldu. Onların yerini ileride sermayenin nitelikli insan gücü ihtiyacını
karşılaması için ABD, İMF ve Dünya Bankası güdümlü çok sayıda projenin
uygulamaya konulacağı Meslek Yüksek Okulları aldı. Kurulma amaçlarına uygun bir
şekilde 1975'ten itibaren ara insan gücü yetiştirmeye başladılar.
Bugünkü mesleki eğitimin esasları bir takım değişikliklerle de
olsa halen geçerliliğini koruyan Çıraklık ve Mesleki eğitim Kanunu (1986) ile
belirlenmiştir. 2001'de adı Mesleki Eğitim Kanunu olmuştur ve birkaç maddesi
değişen yasaya göre 14 yaşını doldurmuş, 19 yaşından gün almamış ve ilköğretim
mezunu çocuklar sağlık koşulları da yapacakları işe elverişli ise çıraklığa
başvurabilirler. Yasanın diğer maddeleri de incelendiğinde çırakların işyerinde
çalışan işçilerle aynı hatta bazı durumlarda daha kötü- çalışma şartlarına
sahip olmalarına rağmen sadece öğrenci niteliği verildiği, işçi niteliklerinin
kazandırılmadığı görülür. Sadece çıraklık eğitim merkezleri için değil bütün
meslek okulları öğrencileri için durum aynıdır. Örneğin çırak işçiler diğer
işçiler gibi yılda bir ay ücretli izin alırlar. Ders saatlerini saymazsak
çalışma süreleri diğer işçilerle eşittir. Ancak ne çıraklar, ne de stajyer
öğrenciler işyerindeki personelden sayılırlar. Aldıkları ücret asgari ücretin
üçte birine eşittir. Bunların yanında sosyal ve siyasal her türlü haktan
yoksundurlar. Herhangi bir iş kazasına karşı sigortaları yoktur. Ancak
isterlerse velileri öğrencilerini sigortalayabilir. Devletin kendi kurumları
bile çırakların ne sıfatla anılacağı konusunda henüz mutabık olmuş değiller.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı üretimin içinde yer amalarından dolayı
çırakları işçi statüsünde değerlendirirken, Milli Eğitim Bakanlığı öğrenci
olarak tanımlar.
Çıraklık ve Mesleki Eğitim Yasası ile birlikte Türkiye'de ilk
defa okul-sanayi, eğitim-istihdam işbirliği hedef alınarak kurulan bir kurum
yapılandırıldı. Kısa adı METEGEM olan Mesleki ve Teknik Eğitimi Araştırma ve
Geliştirme Merkezi'nin asıl görevi sanayinin nitelikli işgücü konusundaki
ihtiyaçlarını belirlemektir. METERGEM ile birlikte eğitim artık sanayinin
hizmetindedir. Mesleki eğitim üzerinde oynanan oyunlar süreci 1984'te
başlatılan, sonra ardı arkası gelmeyen projelerle devam eder. Bu projelerin ilki
Endüstriyel Eğitim Projesi'dir. Yeni teknolojilerin hayata geçmesi ile birlikte
artan endüstrileşme düzeyine Türkiye'nin erişebilmesi için Dünya Bankası ile
başlatılmış olan proje 30 Meslek Yüksek Okulu'nda uygulamaya konmuştur.
Yeni getirilen ancak henüz uygulamaya geçmemiş olan işe
alınacak kişilerde herhangi bir meslek belgesinin aranması (mesleki ve teknik
öğretim diploması, sertifika, kalfalık ve ustalık belgesi gibi) şartı
okul-işletme ilişkilendirilmesini daha da kuvvetlendirecek bir uygulamadır. Bu
uygulamanın hayata geçmesiyle işgücü niteliğinin ve verimliliğin artacağına emin
olan devletin ve sermayenin kurumları altyapı çalışmalarına başladılar. AB ve
ABD destekli bu projelerin bir kısmı mesleki ve teknik öğretmenlerini, bir kısmı
ise öğrencilerini hedef alıyor. "Yeni sistemin ana hedefinin işletmeler"
olduğunu söylemekte sermaye tereddüt bile etmiyor.
Öğretmen kalitesini yükseltmek amacıyla başlatılan başlıca iki
proje 1993 tarihli Milli Eğitimi Geliştirme projesi (MEGP) ile 1997 tarihli
Mesleki ve Teknik Eğitimin Modernizasyonu Projesi (MTEM)'dir. Bu projelerden
MTEM'ye AB ve Milli Eğitim'den ayrılan toplam bütçe 18,5 milyon Euro'dur. Meslek
öğretmenlerinin niteliklerini arttırarak mesleki eğitimin kalitesini yükseltmek,
böylelikle üretimde verimliliği arttıracak yüksek nitelikli elemanları istihdam
edebilmek projenin temel amacıdır.
1993 tarihli bir başka proje olan Mesleki ve Teknik Eğitimi
Geliştirme Projesi (METGE) özelleşmiş bir çalışmadır. Kız Teknik Öğretim Genel
Müdürlüğü'nün girişimiyle başlayan proje kadının çalışma ortamına hazırlanmasını
amaçlamaktadır. Projeyi yürüten temel kurumlar yine okullar ve işletmelerdir.
Bugüne kadar ortaya atılmış projelerin sonuncusu en ileri
düzeyden işgücü sömürüsünü karşımıza çıkarıyor. Milli Eğitim Bakanı Hüseyin
Çelik'in "Artık Endüstri Meslek Liseleri'ni organize sanayi bölgelerinin içine
yapacağımız bir dönem başlamıştır. Mesleki eğitimin atölye ve pratik kısmı
...... Fabrikasında yapılacaktır." sözleriyle özetlenen Mesleki ve Teknik Eğitim
Bölgeleri Projesi (METEB) işletmelere çeşitli kolaylıklar getirmektedir.
METEB'in temel öğelerinden biri sınavsız geçiştir. Buna göre meslek liselerinden
mezun olan öğrenciler ya kendi eğitim bölgeleriyle ilişkilendirilmiş meslek
yüksek okullarına, ya da dışarıdaki bir meslek yüksek okuluna sınavsız olarak
kayıt yaptırabilirler. 200'ün üzerinde çalışanı olan işletmeler herhangi bir
kamu desteği olmaksızın eğitim merkezi kurabilirler. Ancak eğitim bölgesi
içindeki her kurum bir meslek yüksek okulu ile işbirliği halinde olmalıdır.
METEB'lerin ilk örneği 2004 yılında AB ve çeşitli kurum ve kuruluşların desteği
ile kuruldu.
Bütün bu projelerin amacı yalnızca nitelikli eleman sayısını ve
işgücünü arttırmak değildir. Mesleki eğitimin gelişimi Türkiye kapitalizmi için
çok daha fazla şey ifade etmektedir. İşletmelerin işgücünden tasarruf edebilmek
için yeni teknolojilerden azami ölçüde yararlanarak, uluslararası pazarda
yerlerini alabilmelerini ve dolayısıyla hem uluslararası hem de yerel pazarlarda
rekabetin güçlenmesinin sağlanması ancak mesleki ve teknik eğitimin
geliştirilmesi ile mümkündür. Ancak ne büyük çelişkidir ki, meslek lisesi
mezunlarının ancak % 3,5'i bir iş bulup istihdam edilebilmektedir.
Mesleki eğitimi değerlendirdiğimizde, eğitimin üretim içinde ve
üretim için yapıldığını söyleyebiliriz, ancak eğitimin amacının insan olması,
toplum olması asla gözden kaçırılmamalıdır. Tuzu kurulara, seçkinlere,
zenginlere genel eğitim, yoksullara, halka, ezilenlere meslek eğitimi ikiliğini
kesinlikle reddetmeliyiz. Ufkumuzu asla kapitalizme hizmet eden meslek
eğitimiyle sınırlayamayız. Eğitim asla sermayeye becerikli ama uysal köleler
yetiştirmeyi amaçlamamalıdır. İnsanı çok yönlü olarak geliştirmeyi, her bireyin
kendini gerçekleştirmesini, eşit, özgür ve dayanışmacı bireylerden oluşan bir
toplum hedefini başa almayan eğitim, eğitim sayılmaz, insanı kötürümleştiren bir
baskı aracına dönüşür. Üretimin amacı da kâr değil, toplumun ihtiyaçları
olmalıdır. Yeni teknolojilerde üretim de sermayenin değil, toplumun ihtiyaçları
göz önünde bulundurularak, toplumun yararına yapılmalıdır.