Sosyalist Dergi: 24 |  Arsızlar |
SSGSS Yasasının "Vicdanı" Yok

Hükümetin tüm dünyadaki benzerleri ile aynı dönemde emekçilere dayattığı yasanın öylesine garip adını bile ezberledik: Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası. Bu yasanın benzerleri, üç aşağı beş yukarı birbirine yakın formülasyonlarla daha önce Fransa'da, sonra Yunanistan'da ve Macaristan'da halklara sunuldu. Gerekçe hepsinde de aynı idi. Sosyal güvenlikte açık var. Bizdeki tanımlaması "sosyal güvenlikte kara delik var" oldu. Kara delik olarak nitelenen durum ise, bütçeden zaten ayrılması gereken payın sermaye sahiplerine değil de ihtiyaç sahiplerine verilmesinden ibaret. Şimdi bu yazımızda, "bizde bütçeden sosyal güvenliğe şu kadar pay ayrılır, halbuki diğer ülkelerde bu kadar ayrılır" diye bir kıyaslama yapmayacağız. Bizimki daha yüksek olduğu için değil. Bizde ayrılan pay, örneğin AB ülkelerinde ayrılan payın ortalama olarak 6'da 1'i kadar. Yani, bizim en az 6 kat daha fazla pay ayırmamız gerekiyor.

Bütçe tercihlerinin neye göre yapıldığını tüm emekçiler bilir. Bütçe, öncelikle büyük kapitalistlerin ihtiyaçlarına göre şekillenir. Daha sonra ise, sınıflar arası güç dengesi, milli gelirden kimin ne kadar pay alacağını belirler.

Ama biz konunun bu boyutunu değil, haklarımızı tümüyle yok edecek bu sosyal güvenlik yasasına, kavramın içeriğini tamamen boşaltarak "reform" adını veren anlayışın utanmazlığını aktarmak istiyoruz. Burada yapacağımız eleştiri de sınıfsal boyuttan biraz farklı bir değerlendirme olacak. Siyasi bir değerlendirme olarak "ar, namus, vicdan" kavramlarının kullanılamayacağını biliyoruz. Ancak, vereceğimiz iki örneği başka bir kavramla nasıl anlatabiliriz diye emin olamadık. Değerlendirmeyi size bırakacağız.

Bu yasaya oy verecek olanlar önce utanmazdır, sonra vicdansızdır.

Her iki suçlamamız da yerli yerine oturuyor.

Bir, bu yasaya evet oyu verecek herkes utanmazdır. Çünkü, bizim zekâmızla alay etmeye cüret ediyorlar. Sendikaların pek çok konuda, asıl olarak 19 maddede yasaya itirazları olduğu biliniyor. Bu maddeler içinde ayrıntılar ve bir seferlik ödemelerde yapılacak indirimler bir kenara bırakılacak olursa, en çok sağlıkta katkı payı (şimdilik 1 YTL ile 2 YTL ama, Bakanlar Kurulu kararı ile ihtiyaca göre arttırılacak), sonra prim ödeme gün sayısı (7000'den 9000 güne çıkması) ve emeklilik yaşının yükseltilmesi (kadın erkek 65 yaş) reddedildi ve deyim yerindeyse kırmızı çizgilerimiz olarak belirtildi.

İktidarı ve yasaya oy verecek olanları utanmazlıkla suçlama nedenimiz prim gün sayısını, Faruk Çelik'in iddiasıyla, "büyük bir özveri ile 7200 güne çekmek" oldu. Bu açıklamanın ardından gelen "peki emeklilik yaşında bir indirim yaptınız mı" sorusuna ise, "ne alakası var, o konuda biz taviz veremeyiz" diye pişkince cevap verdi. İşte düğümün çözülmesi gereken nokta burası.

Eğer yaşta bir taviz söz konusu olmaz ise, yani yaş şimdiki düzeye veya daha aşağıya çekilmez ise, prim gün sayısını indirmenin hiçbir yararı yoktur. Bunun aksini iddia eden ya bizimle alay etmektedir veya bizim zekâmızla alay etmektedir. Eğer yaş yine bunların istediği yılda kalacaksa ve siz prim gün sayısını doldursanız bile emekli aylığı almayacaksanız, zaten sizin fiilen çalışmanız gerekecektir.

Prim gün sayısını 48 veya 50 yaşında dolduran birine "emekli oldun ama maaşını alman için 15 yıl daha bekleyeceksin" demek başka ne anlama gelir. Zaten eli mahkûm çalışmak zorunda kalacaktır, dolayısıyla, siz ister prim gün sayısını 7000 deyin, hatta eskisi gibi bu sayıyı 5000 güne indirin, eğer yaşta bir değişiklik yapmıyorsan, bu utanmazca alay etmekten başka bir anlama gelmez.

Yasanın utanmazlık boyutunu verdikten sonra, gelelim işin ikinci vicdansızlık boyutuna.

Mevcut yasaya göre bir çalışanın malullük aylığı alması için 900 gün prim ödemesi gerekiyor. Yani yaklaşık iki buçuk yıl çalışması gerekiyor.

Malul olmak, bir insanın kendisi için isteyebileceği en son şeydir herhalde. Çünkü, malul olmak vücudunuzun bir bölümünün veya tümünün artık hiçbir şey yapamaz duruma gelmesine deniyor. Halkın kullandığı deyimle inme, felç durumlarıdır. Kolların, bacakların kazaya uğramasıdır. Ellerin, ayakların tutmaması, ağır sakatlık durumları, şiddetli zihinsel sorunlar vs. halinde çalışanlar "malul" hale gelirler ve "malulen emekli" edilirler. Yani, kazanın veya olayın ortaya çıkmasından sonraki bakımları kamu tarafından üstlenilir.

Yasayı sosyalist bir bakış açısıyla değerlendirecek olsak, her kim ki eziliyor, her kim ki güçsüz, her kim ki zayıf, zaten bu kişilerin bakımlarını ömürleri boyunca kamu üstlenmeli derdik.

Yasayı sosyal bir devlet mantığıyla eleştirecek olsak, bir gün bile çalışan, eğer istemeden böylesi bir kaza sonucu sakat kaldı ise, elbette kamu onu gözetmeli, namerde, ele güne muhtaç etmemeli derdik.

Biz bu yasayı mevcut kapitalist anlayışla bile değerlendirdiğimizde, bir tek utanmazlık, vicdansızlık görüyoruz.

Çünkü sakat kalınca, felç olunca, muhtaç hale düşünce az da olsa bir maaş alabilmek için şimdiki yasaya göre 900 gün çalışmak yetiyordu. Bunlar ise, sakat kalırsan, felç olursan, muhtaç hale düşersen az da olsa bir maaş alabilmen için en az 1800 gün çalışmanı istiyorlar. Yani eğer iş hayatına başladın, her gün çalıştın, çalıştığın her gün de primini yatırdıysan ve mesela 4. yılda başına böylesi bir kaza gelirse, seni sokağa atacaklar. Ne eline, ne cebine beş kuruş bile girmeden sokağa bırakacaklar. Malul hale gelenlerin aldığı üç beş kuruşu bile çok gören bir anlayış var karşımızda.

En taşlaşmış vicdanı bile titretecek bu maddeye gönül huzuruyla oy verecek olanların hepsini bir kenara not edeceğiz. Hepsinin adını kapkara harflerle hafızamıza kaydedeceğiz. Her düşenin, her kaza yapanın, tersanede, madende, tezgâhta, vinçte, forkliftin başında kazaya kurban giden her arkadaşımızın çektiği ahlarda, okuduğu lanetlerde hepsini tek tek hatırlayacağız. İşçi sınıfımız ve emekçi halkımız zalimleri asla unutmayacak.

Umuyoruz, bu yasaya vicdanı rahat bir şekilde oy veren milletvekillerinin eşleri, çoluğu çocuğu, yakınları bu ahlak dışı düzenlemeden yararlanmak zorunda kalmaz. [f.a]



İşçilerin İstenildiği Anda Grev Yapması Yatırıma Tehdittir!


Bu sözler Bulgaristan'ı ziyaret eden Recep Tayyip Erdoğan'a ait. Aşağıda bu konuda bir kupür var.

Biliyorsunuz, Erdoğan'ın Mart'ın sonlarında yaptığı Bulgaristan ziyaretinden bizim büyük medyanın yansıttığı sadece oradaki faşist Ataka Partisinin hakaret içeren saldırıları ile turistik kimi kilise gezileri oldu. Bizler bu seyahati iki ülke ilişkilerinin gelişmesi için yaptığını sandık. Halbuki, "işçi dostu" Erdoğan'ın bu ziyaretinde maksat başka imiş. Bu bilgileri de, Funda Özkan gibi kimi iş dünyası dedikoduları veren gazetecilerin yazdıkları kırıntılardan öğreniyoruz.

Türkiye'de cam üretiminde tekel konumunda bulunan Şişe Cam grubunun orada açtığı dev tesisleri ziyaret etmek imiş asıl maksadı. Burada söz konusu olan bizim bundan önceki başbakanlar gibi halkının sorunlarını bir kenara bırakıp patronların hamiliğine soyunması değil sadece. Patronlarla içli dışlı olmaları bizleri çok şaşırtmıyor. Onlar elbette temsil ettikleri sınıfa hizmet edecekler deyip geçiyoruz.

Ama, Erdoğan'ın bu gezisinin farkı, bu kez hızını alamayıp Bulgar makamlarına da akıl vermeye kalkması olmuş.

Bulgaristan eski bir sosyalist ülke. Şimdi büyük bir hızla Avrupa Birliği tarafından yutulan küçük bir kapitalist ülke oldu. Biliyorsunuz, emperyalistler, halkın ağzına bir parmak serbest dolaşım hakkı balını tıkadılar ve bu direngen geleneğe sahip ülkeyi ele geçirdiler. Şimdi, işçiler de emekçiler de halk da yeni sistemle nasıl baş edeceklerini kara kara düşünüyorlar.

Şişe Cam grubunun Türkiye'deki sendikal tutumunu biliyoruz zaten. Orada örgütlü Kristal-iş neredeyse her toplu sözleşme döneminde grev aşamasına geliyor. Ne zaman grev kararı alınsa da, Şişe Cam yönetimi hükümetle bağlantıya geçip grevleri erteliyor. Ülkemizdeki yasaların ne kadar faşizan olduğu, ne kadar işçiler aleyhine olduğu da malum.

İşte muhtemelen AB ülkelerine yakın olmak ve teşviklerden yararlanmak amacıyla Bulgaristan'a giden Şişe Camcılar, burada alıştıkları siyasi ilişkileri ve yasaları orada bulamayınca basmışlar yaygarayı. Onlar yaygara çıkarınca da, yardımlarına koşmak elbette bizim siyasilere düşmüş. Şişe Cam'da ortaklığı bulunan CHP de yakında giderse şaşmamak lazım.

Konu şu:

Bulgaristan yasalarına göre, toplu sözleşmeler imzalansa bile, belli sayıda işçinin imza vermesiyle toplu sözleşmede tadilat, yenileme yapılabiliyormuş. Bizden farklı olarak, iki tarafın rızasıyla değil üstelik de. Tek taraflı olarak sendikanın, yani işçilerin talebi yetiyormuş. İşverenin kabul etmemesi durumunda ise, sendikaların greve gitme hakkı bulunuyormuş. Yine bizde yasal olarak bulunmayan hak grevi, siyasi grev gibi bir kavramdan bahsediyoruz.

İşte, Erdoğan, bu duruma şaşmış ve kızmış. O kızgınlıkla, işçiler aklına estiğinde grev mi yaparmış diye serzenişte bulunmuş Bulgar makamlarına. Neyse, aşağıda ilgili haber var. Dönem dönem sendikalar yasalarda daha demokratik değişimler olsun diye iktidarla görüşmeler yapıyorlar. Şu anda iktidarda bulunan başbakanın kafasında işçiler için öngördüğü modelin ne olduğunu anlamak yararlı olur diye düşünüyoruz. [a.u]


"Şişe Cam Grubu, Mart 2006'dan beri üretim yaptığı Bulgaristan'daki tesislerinde 1500 Bulgar işçisine iş olanağı sağladı. Yeni yatırımıyla birlikte istihdam sayısını 2 bine çıkaracak. Ne var ki, Bulgaristan'da çalışma yasaları nedeniyle işçilerle geçen yıl sorun yaşamıştı. İki yıllık toplu sözleşme anlaşmasından birkaç ay sonra fabrikanın işçileri, toplu sözleşmeye rağmen Bulgar yasalarının kendilerine sunduğu imkânla yüzde 51 çoğunluğu sağlayıp yeniden zam istedi ve greve gitti. Şişe Cam Grubu da Bulgar mahkemelerine başvurup, grevin yasadışı olduğunu iddia etti. Sonuçta mahkeme toplu sözleşmede el sıkışılan zam oranının geçerli olduğuna ve grevin yasadışı olduğuna karar verdi.

Başbakan Erdoğan'ın da Bulgaristan gezisinde grev gündemindeydi. Bulgar Ekonomi ve Enerji Bakanı Petar Dimitrov'a "İşçilerin istenildiği anda grev yapması bu yatırım için tehdittir.

Bu tehditten kurtarmak lazım. Aksi takdirde yatırımcı da kılı kırk yarar" dedi. Bulgar Bakan da yasaların değiştirilmesi için harekete geçeceklerinin sözünü verdi.


Funda Özkan, 29 Mart 2008, Radikal



Başına Sendikalar Kadar Taş Düşsün


Bazı yazarlar vardır, adı sanı bellidir. Övseniz de, yerseniz de fayda etmez, sarsamazsınız. Yine bazı yazarlar vardır, hayata karşı belli bir duruşları, hayatı belli bir algılayışları vardır ama bazen öyle bir laf ederler ki, susarsınız. Bazıları vardır yazar mıdır nedir bilemezsiniz. Yazdıklarıyla da hissettiremezler bunu. Garip bir mantıkları vardır. İşte onlardan biri de Yeni Şafak gazetesi yazarı İbrahim Kahveci. Aşağıdaki yazı ona ait. 3 Mart 2008 tarihinde yayınlandı. Yazdıklarını yorumsuz vermek daha iyi diye düşünüyorum. Hadi bu adamın zırvalıklarına bir göz atalım.

"Sendikalar çocuklara sahip çıkabiliyor mu?


Ülkemde bazı gelişmeler gerçekten çok garip. Ses çıkarılması gereken yerde sessizlik, sessizlik olması gereken yerde çığırtkanlık hâkim olabiliyor. Karşı çıkıyor görülüyoruz ama aynı şeyleri bir de bakıyoruz bizzat kendimize isteyebiliyoruz. Belki de farkına varamıyoruz.

Gelecek için çalışıyor ve çocuklarımıza bir gelecek hazırlamak istiyoruz ama bir de bakıyoruz ki çocuklarımızın geleceğini ipotek altına alıyoruz. Bir baba düşünün ki çocuklarına iyi bir gelecek için çalışıyor. Bir baba daha düşünün ki çocuklarının geleceğini ipotek altına alıyor.

Zaten ülkemizde bizim ve çocuklarımızın bugününü ve geleceğini çok ciddi anlamda ipotek altına alan baba ve babalık zihniyeti değil miydi? Çocuk yaşta babaları emekli eden kimdi? Benim asıl sorunum babalık tavırlarına alkış tutan tarafın çokluğuydu. Sendikalarımız karşı taraftan bir şey mi kopardık gözüyle baktılar bu geçmişe. Kimse çıkıp "bu hak değildir; çocuklarımızın geleceğini yiyoruz" diyemedi mi? Yoksa bilemedi mi?

Bir ülke olarak yaratılan kaynak bellidir. Bu kaynaklardan alınacak vergi de bellidir. Bütün mesele bu kaynakların nerede kullanılacağı yani nasıl bölüşüleceğine karar verilmesidir: Yatırımda mı, harcamada mı?

Mesela baba zihniyeti nasıl bölmüş kaynakların akışını bakınız. Sosyal devlet adına erken emeklilik düzeni bütçede borç stokunun önemli bir besleyicisi olmuş. Ülkede 7 çalışan 1 emekliye bakarken artık 2 çalışan bir emeklinin maaşını ödemek zorunda. Geleceğimiz bu gidişle daha vahim ki; bir de yeni nesil çoğalmaz ise işler tam anlamı ile vahamettir.

Bir çalışan olarak dahi Türkiye sendikal hareketlerin sıkıntılı olduğunu düşünüyorum. Hak savunmak adına haksızlık yapılabiliyor. Örneğin iş tekelliğinin yarattığı fırsattan dolayı kapı koruma görevlisine genelkurmay başkanından daha yüksek fazla maaşı istenir mi?

Bu ülke geçmiş on yılda yaşadığı üç büyük ekonomik krizi borç batağından yaşadı. Borç batağının en büyük besleyicisi bütçe açıklarıdır. Bütçe açıklarının en büyük nedeni ise sosyal güvenlik transferleridir. Sosyal transferlerin artışı da erken emeklilik sistemidir. Bütçe açığı borç krizine; borç krizi de yüksek faiz ödemelerine yol açarak tam bir rant ekonomisi yaratılmıştı."

Dili ve anlatım kabiliyeti hakkında yorum yapmayacağım. Maalesef içerik konusunda da yorum yapmakta zorlanıyorum. Evet herifçioğlu memleketin bütün meselelerini sendikalara yıkmış. Dış borçlar, boğazımıza kadar faiz yükü, silahlanma harcamaları, büyük şirketlere sağlanan teşvikler, kayıt dışı adı altında sigortasız çalıştırılan milyonlarca işçiye ait primlerin sosyal güvenlik sisteminin dışında bırakılması, sosyal güvenliğe ayrılan bütçenin doğru yönetilmemesi vs. vs. adamın aklına bile gelmiyor. Tek derdi sendikalar. Başına sendikalar kadar taş düşsün diyoruz. [r.k.]




 
Yazarın Diğer Yazıları
 SSK'yı işçiler batırdı!
 OLUMSUZ Mehmet Y. Yılmaz
 Maliye rantiye peşinde (imiş)
 YORUMSUZ
 Rıdvan Budak
 ÖRNEK ÜLKE, TÜRKİYE
 ESNEKLEŞTİRME Mİ, BELKEMİKSİZLEŞTİRME Mİ
 ÜZEYİR GARİH'İN SON SÖYLEŞİSİ!