Mehmet Y. Yılmaz Radikal'in genel yayın yönetmeni. Başarılı bir yayıncı
olduğu söylenir. Çıkarttığı yayınlar yüksek tirajlara ulaşırmış. Genellikle aşk
meşk ilişkilerine dair konulardan bahseder. Pek iç ya da dış politikaya ilişkin
yazı yazmaz. Yazdığı zaman ise yüzeysel, suya sabuna dokunmayan ortalama bir dil
tutturur. Siyasi çizgi olarak kendisini doğrudan sağ ya da sol olarak
niteleyebileceğimiz bir beyanı da olmamıştır. Genel olarak baskıcı yöntemlere
sataşan, kendi ifadesiyle "özgürlüklerden yana" bir dili vardır. Dolayısıyla
ortalama bir okurun kızgınlığını ya da aşırı sevgisini kendisine çekecek bir
tutumu yoktur. Ama son yazılarından biriyle köşemize konuk oldu.
16 Mayıs 1999 tarihli Radikal gazetesinde Mehmet Y. Yılmaz, yazısına eski bir
sovyet filmiyle ilgili bir öyküyü anlatarak başlıyor. Bu filmde sarhoş bir adam
ayıldığında kendini başka bir kentte uyanmış buluyor ve bunu farketmiyor. Çünkü
ayıldığı yer tıpkı kendi oturduğu kente benziyor. Binalar, ağaçlar, yollar bile
aynı. Ve kendi evinin kilidiyle o evin kapısını açabiliyor. Suçlu da her kentte
aynı mimariyi uygulayan ve aynı kilidi kullanan "merkezi plan" oluyormuş. Bunu
aktardıktan sonra şöyle ekliyor Mehmet Y. Yılmaz: "Sovyetler Birliği'nin
dağılmasından sonra gittiğim her kentte, yanlış kentte ayılan adamın
yaşadıklarına benzer duygular yaşadım."
Mimariyle ekonomik sistem arasında bağ kurulsaydı, Türkiye'de kaosun egemen
olduğunu söylemek yanlış olmazdı sanırım.
Sonra devam ediyor yazarımız: "SSCB'de uygulandığı biçimiyle sosyalizmin
insanların günlük yaşamlarında ne anlama geldiğini bu kentleri gördükten sonra
daha iyi anladığımı söylemeliyim."
Yazıda esas olarak bir 'merkezi plan' eleştirisi yapılmış. Ve bundan da
aşağılayarak sözedilmiş. Burada farkında olarak veya olmayarak aşağılanan,
devletin her vatandaşa ev sağlaması, insanların sokakta kalmaması, ısınma
sorunlarının olmamasıdır. Keşke bu kadar merkezilik bizde de olsaydı da, mimari
yönden tıpatıp aynı bile olsa, ev eşyaları da aynı olsa, bugün farketmezdi
insanlar için. Merkezilikle bir de kaloriferlerin yanması arasında bir bağ
kurulmuş. Buna da diyecek bir şey bulmak oldukça zor. Zaten yazıda belirtilmiş:
"..her evde bedavaya yakın bir fiyatla kullanılan bir telefon, 24 saat sıcak su,
doğalgaz ve kalorifer var." Tüm kapitalist ülkelerde olduğu gibi, bizde de
insanlar kışın ısınabilmek için bırakın kalorifer parası vermeyi, en basit
ısınma araçlarından bile yararlanamazken, kaloriferlerin bir ay geç yanmaya
başlaması önemli bir sorun olmasa gerek onlar için. Ben de elbette merkezi
yönetimin aksayan yönlerinin düzeltilmesini istiyorum. Bunun da yerel
yönetimlere daha fazla insiyatif tanınarak sağlanabileceğini biliyorum.
Tüm insanların aynı imkânlara sahip olması için çabalayan, bunu da laf olsun
diye yapmayan bir sisteme sahip SSCB'de bu tür aksaklıkların olması çok doğal
olmasa da, anlaşılabilir diye düşünüyorum. Çünkü burada bahsedilen milyonlarca
insanın ihtiyaçlarının eşit bir şekilde giderilmesidir; bizde olduğu gibi mutlu
bir azınlığın emrine sunulmuş olağanüstü imkânlar sözkonusu değildir.
Sosyalist sistemin yenilgiye uğradığı ilk zamanlarda bazı köşe yazarlarının
en çok kabul edemediği ve üzerinde çok durdukları bir konu şuydu; efendim nasıl
oluyormuş da orada insanlar hâlâ bedava elektrik, ulaşım, sağlık, eğitim,
iletişim vs. hizmetleri bekleyebiliyorlarmış. Bu düpedüz utanmazlıkmış. Öyle ya,
sizler kapitalizmin doğasıyla o kadar bütünleşmişsiniz ki, sosyalizmi
eleştirirken nereye bakacağınızı şaşırıp böyle sonuçlara ulaşabiliyorsunuz.
Neredeyse göğsünüzü gere gere "sömürülmek insanın doğasında vardır, bu
kaçınılmazdır" diyebileceksiniz.
Gelelim Ekim devriminden sonra inşa edilen ve "İstanbul'un Ataköy'üne,
Ataşehir'ine, Ankara'nın Eryaman'ına benzeyen, fakat onlar kadar bakımlı
olmadığı" da belirtilen mahallelerine. "Ne yazık ki" o Ataköy benzeri
mahallelerde, kapitalist ülkelerden farklı olarak emekçiler oturuyor. En insani
ihtiyaçlardan eşit olarak yararlanıldığı bu evlerde eşyalardan dekora kadar
herşeyin aynı olduğunu söylerken, kapitalist ülkelerde sokakta yaşayan, başını
sokacak bir çatısı olmayan, bırakın eşyayı, yiyecek kuru bir ekmek bile
bulamayan insanların varlığını unutanlar, "belirli bir yaşam biçimi empoze
etmenin adının sosyalizm olamayacağını düşünüyorum" diyenlerin kapitalizmi nasıl
tanımlayacağı merak konusu.
Yazarımız eski bir Sovyet filmiyle başlamıştı yazısına, ben de eski bir Alman
filmini anlatarak bitirmek istiyorum yazımı. "Elmalar" isimli bir Alman filmi bu
yazıya gayet uygun düşüyor. Konu Berlin duvarı. Filmde, duvarın bir tarafında
üreten, ürettiklerini paylaşan mutlu insanlar, diğer tarafında alabildiğine
lüks, parlayan vitrinler, köşkler, arabalar. Ayrıca duvarın diğer tarafında
yaşayan mutlu insanların arasında, duvarın ötesi hakkında bilgiler alan, lüks
hayatı öğrenen ve bunu diğerlerine de anlatanlar var. Duvarın yıkılmasıyla
birlikte kendini diğer tarafta bulan, ilk önce "tanrım bu ne zenginlik" diye
düşünen, ama bu zenginliğin paylaşılmadığını, kendilerine en ufak bir yararının
olmayacağını, ömür boyu çalışsalar da, bu şatafatın onda birine bile sahip
olamayacağını anlayan insanların hayalkırıklığı çok çarpıcı şekilde anlatılmış
filmde.
İşte kapitalizm budur. Özgür, zengin, çağdaş diye sunulan sistem budur. Ve
nedense bunu yaparken aşağılanan sistem hep sosyalizmdir. İnsan soyunun en temel
ihtiyaçları olarak sayılan yeme/içme, giyinme ve barınma sorununu halledebilen
bir sistem eleştirilirken, hâlâ tüm burjuva iktisatçıları bu sorunun çözülmesi
çerçevesinde tartışmalar yaparken, biraz hoşgörü beklemek hakkımız
sanıyorum.
Sosyalist merkezi planlamanın aksayan yönleri, sadece maddi ihtiyaçlar
anlamında değil, "yeni insan" yaratma konusundaki zaafları bizim önümüzde ders
olarak duruyor. Öğrendiklerimizi daha mükemmel olarak hayata geçirme görevi, hiç
kimse merak etmesin, bizimdir.
OLUMLU Mehmet Y. Yılmaz
Yılmaz'ı köşemize konuk etmeye karar verdikten sonra, Haziran ayı içinde
başka bir konuda, aynı köşede özeleştiri verdi. Çok olumlu bir yaklaşım olarak
gördüğümüz için, onun bu yönünü de vurgulamak istedik. Konu şu:
İshak Alaton, hem Hürriyet'in genel yayın müdürü, bir zamanlar solcu, şimdi
sağcı, kızını MHP'li şarkıcı Ercan Saatçi'yle evlendiren Ertuğrul Özkök'e, hem
de Mehmet Y. Yılmaz'a, Haziran ortalarında bir mektup yazıyor. Alaton yazısında
gazetelerdeki ırkçı vurgulardan rahatsız olduğunu belirttikten sonra, her
ikisini de ağır biçimde eleştiriyor. Alaton, faşist katiller Çatlı'nın ve Haluk
Kırcı'nın öldürdüğü Nesim Malki'den bahsederken onun Museviliğinin, Behçet
Cantürk'ten bahsederken de Kürtlüğünün vurgulanmasından çok rahatsız olduğunu
belirtmiş. Ayrıca, "örneğin Sabancı'dan bahsederken niye onun Türk olma
özelliğini belirtmiyorsunuz" diye sormuş. Ya da, "herhangi bir hırsız veya katil
Türk ise, onu sadece adıyla yazıyorsunuz, ama aynı katil veya hırsız, sözgelimi,
bir azınlığa mensup ise, bunu mutlaka vurguluyorsunuz", diye suçlamış. Alaton bu
durumu da hepsinde mevcut "gizli ırkçılığa" bağlamış.
Mehmet Yılmaz bu durumdan samimi olarak rahatsız olduğunu, bu uyarıyı alana
kadar da bu faşizan yönünün farkında olmadığını belirterek, kamuoyu önünde özür
diledi. "Bundan sonra da elimden geldiğince Radikal'de ve aynı grubun diğer
organlarında bu konuya dikkat edeceğim" diyerek tüm okurlarından böyle bir şeyi
bir daha gördükleri takdirde kendisini uyarmalarını istedi.
Yılmaz'ın, isim vermeden Alaton'un mektubunu anlattığı bu özeleştiriyi
gazetede yayınlamasından sonra, şeriatçı Yeni Şafak gazetesi de aynı konuyu ele
aldı. Bu gazete, "entellektüel dindarların sözcüsü" olma iddiasıyla çıkmıştı.
Yazarları arasında Koray Düzgören gibi MGK'nın yasaklılar listesinde bulunan bir
solcu, Kürşat Bumin gibi anarşist eğilimli yazar da bulunuyor. Ama gazete, bu
haberi "Özkök'e yahudi fırçası" başlığıyla vermekten hiç gocunmadı. Bu ek
bilgiyi, şeriatçılardan "özgürlükçü, demokrat" yönelim bekleyenler, Fethullah'ta
"modernizm" keşfedenler için verdik.
Yılmaz'ın özürünün ardından, bu konuda verdiği taahhüdünü yerine getirdiğini
bir olumluluk olarak belirtmek isteriz. Özellikle Radikal gazetesinde Malki'den
bahsedilirken "Musevi" ibaresi konmuyor, Cantürk'ten de "Kürt" olarak söz
edilmiyor. Böylesi bir duyarlılık, elbette aynı topraklarda yaşayan halklar
arasında dostluğun pekiştirilmesini isteyen, düşmanlıkların ancak böylesi küçük
adımlarla yok edilebileceğini bilen bizler açısından da takdir edilmeliydi.
Umarız, Yılmaz'ın bu çabası bundan sonraki dönemde de devam eder.