Hükümetin
tüm dünyadaki benzerleri ile aynı dönemde emekçilere dayattığı
yasanın öylesine garip adını bile ezberledik: Sosyal Sigortalar
ve Genel Sağlık Sigortası. Bu yasanın benzerleri, üç aşağı
beş yukarı birbirine yakın formülasyonlarla daha önce Fransa'da,
sonra Yunanistan'da ve Macaristan'da halklara sunuldu. Gerekçe
hepsinde de aynı idi. Sosyal güvenlikte açık var. Bizdeki
tanımlaması "sosyal güvenlikte kara delik var" oldu. Kara
delik olarak nitelenen durum ise, bütçeden zaten ayrılması
gereken payın sermaye sahiplerine değil de ihtiyaç sahiplerine
verilmesinden ibaret. Şimdi bu yazımızda, "bizde bütçeden
sosyal güvenliğe şu kadar pay ayrılır, halbuki diğer ülkelerde
bu kadar ayrılır" diye bir kıyaslama yapmayacağız. Bizimki
daha yüksek olduğu için değil. Bizde ayrılan pay, örneğin AB
ülkelerinde ayrılan payın ortalama olarak 6'da 1'i kadar.
Yani, bizim en az 6 kat daha fazla pay ayırmamız gerekiyor.
Bütçe
tercihlerinin neye göre yapıldığını tüm emekçiler bilir.
Bütçe, öncelikle büyük kapitalistlerin ihtiyaçlarına göre
şekillenir. Daha sonra ise, sınıflar arası güç dengesi, milli
gelirden kimin ne kadar pay alacağını belirler.
Ama biz
konunun bu boyutunu değil, haklarımızı tümüyle yok edecek bu
sosyal güvenlik yasasına, kavramın içeriğini tamamen boşaltarak
"reform" adını veren anlayışın utanmazlığını aktarmak
istiyoruz. Burada yapacağımız eleştiri de sınıfsal boyuttan
biraz farklı bir değerlendirme olacak. Siyasi bir değerlendirme
olarak "ar, namus, vicdan" kavramlarının kullanılamayacağını
biliyoruz. Ancak, vereceğimiz iki örneği başka bir kavramla nasıl
anlatabiliriz diye emin olamadık. Değerlendirmeyi size bırakacağız.
Bu
yasaya oy verecek olanlar önce utanmazdır, sonra vicdansızdır.
Her iki
suçlamamız da yerli yerine oturuyor.
Bir, bu
yasaya evet oyu verecek herkes utanmazdır. Çünkü, bizim zekâmızla
alay etmeye cüret ediyorlar. Sendikaların pek çok konuda, asıl
olarak 19 maddede yasaya itirazları olduğu biliniyor. Bu maddeler
içinde ayrıntılar ve bir seferlik ödemelerde yapılacak
indirimler bir kenara bırakılacak olursa, en çok sağlıkta katkı
payı (şimdilik 1 YTL ile 2 YTL ama, Bakanlar Kurulu kararı ile
ihtiyaca göre arttırılacak), sonra prim ödeme gün sayısı
(7000'den 9000 güne çıkması) ve emeklilik yaşının
yükseltilmesi (kadın erkek 65 yaş) reddedildi ve deyim yerindeyse
kırmızı çizgilerimiz olarak belirtildi.
İktidarı
ve yasaya oy verecek olanları utanmazlıkla suçlama nedenimiz prim
gün sayısını, Faruk Çelik'in iddiasıyla, "büyük bir
özveri ile 7200 güne çekmek" oldu. Bu açıklamanın ardından
gelen "peki emeklilik yaşında bir indirim yaptınız mı"
sorusuna ise, "ne alakası var, o konuda biz taviz veremeyiz"
diye pişkince cevap verdi. İşte düğümün çözülmesi gereken
nokta burası.
Eğer
yaşta bir taviz söz konusu olmaz ise, yani yaş şimdiki düzeye
veya daha aşağıya çekilmez ise, prim
gün sayısını indirmenin hiçbir yararı yoktur.
Bunun aksini iddia eden ya bizimle alay etmektedir veya bizim
zekâmızla alay etmektedir. Eğer yaş yine bunların istediği
yılda kalacaksa ve siz prim gün sayısını doldursanız bile
emekli aylığı almayacaksanız, zaten sizin fiilen çalışmanız
gerekecektir.
Prim gün
sayısını 48 veya 50 yaşında dolduran birine "emekli oldun ama
maaşını alman için 15 yıl daha bekleyeceksin" demek başka ne
anlama gelir. Zaten eli mahkûm çalışmak zorunda kalacaktır,
dolayısıyla, siz ister prim gün sayısını 7000 deyin, hatta
eskisi gibi bu sayıyı 5000 güne indirin, eğer yaşta bir
değişiklik yapmıyorsan, bu utanmazca alay etmekten başka bir
anlama gelmez.
Yasanın
utanmazlık boyutunu verdikten sonra, gelelim işin ikinci
vicdansızlık boyutuna.
Mevcut
yasaya göre bir çalışanın malullük aylığı alması için 900
gün prim ödemesi gerekiyor. Yani yaklaşık iki buçuk yıl
çalışması gerekiyor.
Malul
olmak, bir insanın kendisi için isteyebileceği en son şeydir
herhalde. Çünkü, malul olmak vücudunuzun bir bölümünün veya
tümünün artık hiçbir şey yapamaz duruma gelmesine deniyor.
Halkın kullandığı deyimle inme, felç durumlarıdır. Kolların,
bacakların kazaya uğramasıdır. Ellerin, ayakların tutmaması,
ağır sakatlık durumları, şiddetli zihinsel sorunlar vs. halinde
çalışanlar "malul" hale gelirler ve "malulen emekli"
edilirler. Yani, kazanın veya olayın ortaya çıkmasından sonraki
bakımları kamu tarafından üstlenilir.
Yasayı
sosyalist bir bakış açısıyla değerlendirecek olsak, her kim ki
eziliyor, her kim ki güçsüz, her kim ki zayıf, zaten bu kişilerin
bakımlarını ömürleri boyunca kamu üstlenmeli derdik.
Yasayı
sosyal bir devlet mantığıyla eleştirecek olsak, bir gün bile
çalışan, eğer istemeden böylesi bir kaza sonucu sakat kaldı
ise, elbette kamu onu gözetmeli, namerde, ele güne muhtaç etmemeli
derdik.
Biz bu
yasayı mevcut kapitalist anlayışla bile değerlendirdiğimizde,
bir tek utanmazlık, vicdansızlık görüyoruz.
Çünkü
sakat kalınca, felç olunca, muhtaç hale düşünce az da olsa bir
maaş alabilmek için şimdiki yasaya göre 900
gün çalışmak yetiyordu.
Bunlar ise, sakat kalırsan, felç olursan, muhtaç hale düşersen
az da olsa bir maaş alabilmen için en
az 1800 gün çalışmanı
istiyorlar. Yani eğer iş hayatına başladın, her gün
çalıştın, çalıştığın her gün de primini yatırdıysan ve
mesela 4. yılda başına böylesi bir kaza gelirse, seni sokağa
atacaklar. Ne eline, ne cebine beş kuruş bile girmeden sokağa
bırakacaklar. Malul hale gelenlerin aldığı üç beş kuruşu bile
çok gören bir anlayış var karşımızda.
En
taşlaşmış vicdanı bile titretecek bu maddeye gönül huzuruyla
oy verecek olanların hepsini bir kenara not edeceğiz. Hepsinin
adını kapkara harflerle hafızamıza kaydedeceğiz. Her düşenin,
her kaza yapanın, tersanede, madende, tezgâhta, vinçte, forkliftin
başında kazaya kurban giden her arkadaşımızın çektiği
ahlarda, okuduğu lanetlerde hepsini tek tek hatırlayacağız. İşçi
sınıfımız ve emekçi halkımız zalimleri asla unutmayacak.
Umuyoruz,
bu yasaya vicdanı rahat bir şekilde oy veren milletvekillerinin
eşleri, çoluğu çocuğu, yakınları bu ahlak dışı düzenlemeden
yararlanmak zorunda kalmaz. [f.a]
İşçilerin
İstenildiği Anda Grev Yapması Yatırıma Tehdittir!
Bu sözler
Bulgaristan'ı ziyaret eden Recep Tayyip Erdoğan'a ait. Aşağıda
bu konuda bir kupür var.
Biliyorsunuz,
Erdoğan'ın Mart'ın sonlarında yaptığı Bulgaristan
ziyaretinden bizim büyük medyanın yansıttığı sadece oradaki
faşist Ataka Partisinin hakaret içeren saldırıları ile turistik
kimi kilise gezileri oldu. Bizler bu seyahati iki ülke ilişkilerinin
gelişmesi için yaptığını sandık. Halbuki, "işçi dostu"
Erdoğan'ın bu ziyaretinde maksat başka imiş. Bu bilgileri de,
Funda Özkan gibi kimi iş dünyası dedikoduları veren
gazetecilerin yazdıkları kırıntılardan öğreniyoruz.
Türkiye'de
cam üretiminde tekel konumunda bulunan Şişe Cam grubunun orada
açtığı dev tesisleri ziyaret etmek imiş asıl maksadı. Burada
söz konusu olan bizim bundan önceki başbakanlar gibi halkının
sorunlarını bir kenara bırakıp patronların hamiliğine soyunması
değil sadece. Patronlarla içli dışlı olmaları bizleri çok
şaşırtmıyor. Onlar elbette temsil ettikleri sınıfa hizmet
edecekler deyip geçiyoruz.
Ama,
Erdoğan'ın bu gezisinin farkı, bu kez hızını alamayıp Bulgar
makamlarına da akıl vermeye kalkması olmuş.
Bulgaristan
eski bir sosyalist ülke. Şimdi büyük bir hızla Avrupa Birliği
tarafından yutulan küçük bir kapitalist ülke oldu. Biliyorsunuz,
emperyalistler, halkın ağzına bir parmak serbest dolaşım hakkı
balını tıkadılar ve bu direngen geleneğe sahip ülkeyi ele
geçirdiler. Şimdi, işçiler de emekçiler de halk da yeni sistemle
nasıl baş edeceklerini kara kara düşünüyorlar.
Şişe
Cam grubunun Türkiye'deki sendikal tutumunu biliyoruz zaten. Orada
örgütlü Kristal-iş neredeyse her toplu sözleşme döneminde grev
aşamasına geliyor. Ne zaman grev kararı alınsa da, Şişe Cam
yönetimi hükümetle bağlantıya geçip grevleri erteliyor.
Ülkemizdeki yasaların ne kadar faşizan olduğu, ne kadar işçiler
aleyhine olduğu da malum.
İşte
muhtemelen AB ülkelerine yakın olmak ve teşviklerden yararlanmak
amacıyla Bulgaristan'a giden Şişe Camcılar, burada alıştıkları
siyasi ilişkileri ve yasaları orada bulamayınca basmışlar
yaygarayı. Onlar yaygara çıkarınca da, yardımlarına koşmak
elbette bizim siyasilere düşmüş. Şişe Cam'da ortaklığı
bulunan CHP de yakında giderse şaşmamak lazım.
Konu şu:
Bulgaristan
yasalarına göre, toplu sözleşmeler imzalansa bile, belli sayıda
işçinin imza vermesiyle toplu sözleşmede tadilat, yenileme
yapılabiliyormuş. Bizden farklı olarak, iki tarafın rızasıyla
değil üstelik de. Tek taraflı olarak sendikanın, yani işçilerin
talebi yetiyormuş. İşverenin kabul etmemesi durumunda ise,
sendikaların greve gitme hakkı bulunuyormuş. Yine bizde yasal
olarak bulunmayan hak grevi, siyasi grev gibi bir kavramdan
bahsediyoruz.
İşte,
Erdoğan, bu duruma şaşmış ve kızmış. O kızgınlıkla,
işçiler aklına estiğinde grev mi yaparmış diye serzenişte
bulunmuş Bulgar makamlarına. Neyse, aşağıda ilgili haber var.
Dönem dönem sendikalar yasalarda daha demokratik değişimler olsun
diye iktidarla görüşmeler yapıyorlar. Şu anda iktidarda bulunan
başbakanın kafasında işçiler için öngördüğü modelin ne
olduğunu anlamak yararlı olur diye düşünüyoruz. [a.u]
"Şişe
Cam Grubu, Mart 2006'dan beri üretim yaptığı
Bulgaristan'daki tesislerinde 1500 Bulgar işçisine iş olanağı
sağladı. Yeni yatırımıyla birlikte istihdam sayısını 2
bine çıkaracak. Ne var ki, Bulgaristan'da çalışma yasaları
nedeniyle işçilerle geçen yıl sorun yaşamıştı. İki yıllık
toplu sözleşme anlaşmasından birkaç ay sonra fabrikanın
işçileri, toplu sözleşmeye rağmen Bulgar yasalarının
kendilerine sunduğu imkânla yüzde 51 çoğunluğu sağlayıp
yeniden zam istedi ve greve gitti. Şişe Cam Grubu da Bulgar
mahkemelerine başvurup, grevin yasadışı olduğunu iddia etti.
Sonuçta mahkeme toplu sözleşmede el sıkışılan zam oranının
geçerli olduğuna ve grevin yasadışı olduğuna karar verdi.
Başbakan
Erdoğan'ın da Bulgaristan gezisinde grev gündemindeydi.
Bulgar Ekonomi ve Enerji Bakanı Petar Dimitrov'a "İşçilerin
istenildiği anda grev yapması bu yatırım için tehdittir.
Bu
tehditten kurtarmak lazım. Aksi takdirde yatırımcı da kılı
kırk yarar" dedi. Bulgar Bakan da yasaların değiştirilmesi
için harekete geçeceklerinin sözünü verdi.
Funda Özkan, 29 Mart 2008,
Radikal
|
Başına
Sendikalar Kadar Taş Düşsün
Bazı
yazarlar vardır, adı sanı bellidir. Övseniz de, yerseniz de fayda
etmez, sarsamazsınız. Yine bazı yazarlar vardır, hayata karşı
belli bir duruşları, hayatı belli bir algılayışları vardır
ama bazen öyle bir laf ederler ki, susarsınız. Bazıları vardır
yazar mıdır nedir bilemezsiniz. Yazdıklarıyla da hissettiremezler
bunu. Garip bir mantıkları vardır. İşte onlardan biri de Yeni
Şafak gazetesi yazarı İbrahim Kahveci. Aşağıdaki yazı ona ait.
3 Mart 2008 tarihinde yayınlandı. Yazdıklarını yorumsuz vermek
daha iyi diye düşünüyorum. Hadi bu adamın zırvalıklarına bir
göz atalım.
"Sendikalar
çocuklara sahip çıkabiliyor mu?
Ülkemde
bazı gelişmeler gerçekten çok garip. Ses çıkarılması
gereken yerde sessizlik, sessizlik olması gereken yerde
çığırtkanlık hâkim olabiliyor. Karşı çıkıyor
görülüyoruz ama aynı şeyleri bir de bakıyoruz bizzat
kendimize isteyebiliyoruz. Belki de farkına varamıyoruz.
Gelecek
için çalışıyor ve çocuklarımıza bir gelecek hazırlamak
istiyoruz ama bir de bakıyoruz ki çocuklarımızın geleceğini
ipotek altına alıyoruz. Bir baba düşünün ki çocuklarına
iyi bir gelecek için çalışıyor. Bir baba daha düşünün ki
çocuklarının geleceğini ipotek altına alıyor.
Zaten
ülkemizde bizim ve çocuklarımızın bugününü ve geleceğini
çok ciddi anlamda ipotek altına alan baba ve babalık zihniyeti
değil miydi? Çocuk yaşta babaları emekli eden kimdi? Benim
asıl sorunum babalık tavırlarına alkış tutan tarafın
çokluğuydu. Sendikalarımız
karşı taraftan bir şey mi kopardık gözüyle baktılar bu
geçmişe. Kimse çıkıp "bu hak değildir; çocuklarımızın
geleceğini yiyoruz" diyemedi mi? Yoksa bilemedi mi?
Bir
ülke olarak yaratılan kaynak bellidir. Bu kaynaklardan alınacak
vergi de bellidir. Bütün mesele bu kaynakların nerede
kullanılacağı yani nasıl bölüşüleceğine karar
verilmesidir: Yatırımda mı, harcamada mı?
Mesela
baba zihniyeti nasıl bölmüş kaynakların akışını bakınız.
Sosyal devlet adına erken emeklilik düzeni bütçede borç
stokunun önemli bir besleyicisi olmuş. Ülkede 7 çalışan 1
emekliye bakarken artık 2 çalışan bir emeklinin maaşını
ödemek zorunda. Geleceğimiz bu gidişle daha vahim ki; bir de
yeni nesil çoğalmaz ise işler tam anlamı ile vahamettir.
Bir
çalışan olarak dahi Türkiye sendikal hareketlerin sıkıntılı
olduğunu düşünüyorum. Hak savunmak adına haksızlık
yapılabiliyor. Örneğin iş tekelliğinin yarattığı fırsattan
dolayı kapı koruma görevlisine genelkurmay başkanından daha
yüksek fazla maaşı istenir mi?
Bu ülke geçmiş on
yılda yaşadığı üç büyük ekonomik krizi borç batağından
yaşadı. Borç batağının en büyük besleyicisi bütçe
açıklarıdır. Bütçe açıklarının en büyük nedeni ise
sosyal güvenlik transferleridir. Sosyal transferlerin artışı
da erken emeklilik sistemidir. Bütçe açığı borç krizine;
borç krizi de yüksek faiz ödemelerine yol açarak tam bir rant
ekonomisi yaratılmıştı."
|
Dili ve
anlatım kabiliyeti hakkında yorum yapmayacağım. Maalesef içerik
konusunda da yorum yapmakta zorlanıyorum. Evet herifçioğlu
memleketin bütün meselelerini sendikalara yıkmış. Dış borçlar,
boğazımıza kadar faiz yükü, silahlanma harcamaları, büyük
şirketlere sağlanan teşvikler, kayıt dışı adı altında
sigortasız çalıştırılan milyonlarca işçiye ait primlerin
sosyal güvenlik sisteminin dışında bırakılması, sosyal
güvenliğe ayrılan bütçenin doğru yönetilmemesi vs. vs. adamın
aklına bile gelmiyor. Tek derdi sendikalar. Başına sendikalar
kadar taş düşsün diyoruz. [r.k.]