Çev. Ahmet Erhanlı
Kimi değişikliklerin yolda olduğu söylenebilirse de, bugüne kadar ABD işçi hareketinin kendine ait güçlü bir sosyalist parti, sosyal demokrat parti veya İngiliz usulü bir işçi partisi şeklinde bir siyasal örgütü gerçekte hiç olmadı; Demokrat Parti'nin işçi hareketine sunabilecekleri ise bugün geçmişte olduğundan bile daha azdır. Ama özellikle Avrupa'daki çok güçlü işçi sınıfı partileri -komünist, sosyalist, sosyal demokrat ve "işçi"- kendilerini sınıfsal köklerinden esaslı şekilde koparmış bulundukları için Amerikan işçi hareketinin bu durumu artık eskisi kadar olağandışı görünmüyor. Örneğin Avrupa komünist ve sosyalist partileri genel olarak sınıf mücadelesi politikası ve dilinden ricat etmiş durumdalar; İngiltere'deki son seçim ise, iktidara, sendika hareketiyle olan tarihsel bağlarını kesmeye uğraşan "yeni" İşçi Partisi'ni -veya en azından parti
önderliğini- getirerek İngiltere'yi hiç olmazsa şimdilik ABD
modeline yakın tek partili -ya da Gore Vidal'in geçenlerde
formüle ettiği gibi, iki sağ kanadı olan tek partili- bir devlet konumuna sokmuştur.
Sözünü ettiğimiz bu ikircikli türde bile olsalar görünüşte sol partilerin kazanacağı
yeni zaferlerin önümüze yeni siyasal ufuklar açabileceği
söylenebilir. Ancak şimdilik bir çok kişi işçi sınıfı
politikasının ortadan kalkmasını pek doğal buluyor; ister devrimci ister parlamentocu olsun işçi sınıfı partilerinin geleneksel siyasal alanının yok olduğunu varsayıyor. "Başka
seçenek yok" veya "küreselleşme kaçınılmazdır"
demeyenler bile büyük olasılıkla mücadele alanının geriye dönülmez biçimde değişmiş olduğunu söyleyeceklerdir.
Küreselleşmenin siyasal sonuçlarına ilişkin en önemli varsayımın küreselleşmenin devlet üzerindeki etkilerine dair olan varsayım olduğu
söylenebilir. Bizlere durmadan küreselleşmenin ulus-devleti geçersiz hale getirdiği söyleniyor. Kimileri için bu, artık hiç birşey yapılamaz demektir. Kimileri için ise bu, mücadelenin dolayımsız olarak uluslararası düzleme geçmek zorunda olması
anlamına gelir. Her iki durumda da kavramın herhangi bir bilinen anlamında bir işçi sınıfı siyasetine olanak tanınmadığı söylenebilir.
Benim burada sorgulayacağım varsayım işte budur: "Küreselleşme" diye bir şey olduğu varsayımını değil, bu "küreselleşme"nin sınıf politikasının temellerini ortadan kaldırdığı varsayımını sorgulayacağım. Küreselleşmenin sınıf politikasının -devleti ve devlette yoğunlaşan sınıf iktidarını hedef alan politikanın- önemini azaltmayıp arttırdığını, sınıf politikasının imkânlarını azaltmayıp çoğalttığını iddia edeceğim.
Tarihsel Özne
Marksistler kapitalizmin gelişmesinin, sınıf bilincinin ve örgütlenmesinin gelişimini nasıl teşvik ettiğini hep vurgularlardı. Üretimin toplumsallaşması ve işin türdeşleşmesi, kapitalist sistemi oluşturan öğelerin ulusal, ulusal-üstü, hatta küresel karşılıklı bağımlılığı- bütün bunların işçi sınıfı bilincini ve örgütlenmesini kitlesel ölçekte, hatta uluslararası dayanışma boyutunda yaratacak koşulları hazırladığı düşünülürdü. Ama yirminci yüzyıldaki gelişmeler bu inancı gitgide zayıflattı, hatta kimilerine göre kesin biçimde yıktı.
İşçi sınıfının geleneksel Marksizmin beklentilerini yerine getirememiş olması, sol aydınlar tarafından genellikle sosyalizmi terketmenin, ya da en azından alternatif özneler aramanın temel nedeni olarak gösterilir. Son otuz kırk yılda, önce "Batı Marksizmi", ardından da post-Marksizm ve postmodernizm, tarihsel özne rolünü (tabii eğer tarihe ve öznelere biraz olsun inançları kalmışsa) birbiri ardından aydınlara, öğrencilere, "yeni toplumsal hareketler"e, kısacası işçi sınıfı dışında herkese
vermişlerdir. Günümüzde solcu teori ve politikaların en moda türleri işçi hareketini neredeyse bütünüyle yok saymaktadır. Bu yolda nihai darbeyi indiren etken de galiba
"küreselleşme"olmuştur.
Küreselleşmeden Çıkarılan Yanlış Sonuçlar
Küreselleşmeden söz edenlerin çoğu, örneğin, muhtemelen, küresel kapitalizm çağında işçi sınıfının -tabii eğer hâlâ ortadan kalkmamışsa-
herzamankinden daha çok bölünmüş parçalanmış olduğunu söyleyeceklerdir. Ve eğer bu kişiler kendilerini solcu sayıyorlarsa, muhtemelen, başka alternatifin olmadığını,
yapabileceğimiz en iyi şeyin, birçok özel ve ayrı mücadeleler yoluyla -kimi zaman kimlik politikaları olarak adlandırılan mücadele biçimleri yoluyla- kapitalizmin doku aralıklarında biraz daha yaşam alanı elde etmeye çalışmak olduğunu söyleyeceklerdir.
Bu eğilimin sınıf politikasını reddedip siyasal bölük pörçüklüğe ve kimlik politikalarına sarılmasının altında yatan tabii ki birçok neden
vardır. Ama temel nedenlerden birinin, kapitalizm küreselleştikçe
kapitalizme karşı mücadelenin de daha küresel hale gelmesi gerektiği varsayımıyla ilgili olduğu kesindir. Değil mi ki -diye akıl yürütür bu kimseler- küreselleşme sonucunda iktidar,
ulus-devletten uluslarötesi kurum ve güçlerin eline geçmiştir? Değil mi ki kapitalizme karşı herhangi bir mücadele artık bu uluslararası düzlemde hareket etmek zorundadır?
Böylece, insanların çoğu -gayet mantıklı olarak- enternasyonalizmin bu derecesine ve hele bu düzlemde örgütlenme olasılığına pek de inanamadıkları için, doğal olarak oyunun bittiği sonucuna ulaşıyor: Kapitalizm temelli
olarak varolacaktır. Dahası da var, eski işçi sınıfı partilerinin hedeflediği şekilde kapsayıcı ve yaygın bir siyasal güç olmaya gayret etmek, kitlesel bir siyasal hareket inşa etmeye
çalışmak artık boşunadır. Bir başka deyişle, siyasal bir
hedef olarak sosyalizm ile birlikte bir siyasal güç olarak sınıf
da ortadan kalkmıştır. Küresel düzlemde örgütlenemiyorsak, tek
yapabileceğimiz şey, öbür uca kaymaktır. Açıkçası, tek
yapabileceğimiz şey, içe dönmek, kendi yerel ve özel
zulümlerimize yönelmektir.
Karanlıkta Islık Çalmak
Dikkatimizi uluslararası
arenaya çevirmemiz gerektiğini, sosyalist mücadelenin hâlâ devam
edebileceğini ancak kapitalist küreselleşmeye sadece sosyalist bir
küreselleşmeyle karşı durabileceğimizi hâlâ ısrarla savunan
sosyalistler de hâlâ mevcuttur. Kimileri ise yeni mücadele alanı
olarak "uluslararası sivil toplum"dan veya yeni bir dayanışmanın
temeli olarak "küresel yurttaşlık"tan söz ediyor. Ancak bu
kavramları dillerine dolayanların sırf karanlıkta ıslık
çaldıklarını, bunlara aslında -en azından anti-kapitalist bir
strateji olarak- inanmadıklarını düşünmekten kendimi
alamıyorum. Birileri çıkıp da bana sosyalistlerin tek mücadele
alanının uluslararası arena olduğunu söylediğinde, bu kişilerin
tıpkı kimlik politikasını savunanlar kadar emin bir şekilde
kapitalizme karşı mücadele fiilen bitmiştir demek istedikleri
yargısına varıyorum.
Kapitalizmde Ekonomik ve
Politik
Benim çıkardığım
sonuç ise farklıdır, çünkü ben farklı öncüllerden yola
çıkıyorum. Herşeyden önce, kapitalizmin gelişmesi ile işçi
sınıfının birliği arasında doğrudan bir ilişki olduğu görüşü
konusunda her zaman çekincelerim olduğunu söyleyeyim. On altı yıl
kadar önce yazdığım "Kapitalizmde Ekonomik ve Politik Olanın
Birbirinden Ayrılması" adlı makalede kapitalizmin merkezkaç
kuvvetini ele aldım; beylik Marksist anlayışların aksine, tam gelişmiş bir kapitalizmde üretimin ve sömürünün yapısının nasıl da sınıf mücadelesini bölüp parçalama ve evcilleştirme, sınıf mücadelesini içe döndürme, yerel ve özel hale getirme
eğilimi taşıdığını anlattım.(1) Kapitalizmin şüphesiz türdeşleştirici etkileri vardır, kapitalist ekonominin bütünleşmesi kuşkusuz tek tek işletmelerin sınırlarını ve
hatta ulusal sınırları aşan işçi sınıfı dayanışması için maddi bir temel sağlar. Ancak kapitalizmin daha dolaysız etkisi sınıf çatışmasını tek tek üretim birimleri bünyesine
hapsetmek, sınıf mücadelesini ademi merkezileştirmek ve yerelleştirmektir. Bu durumun işçi sınıfı bilincindeki bir aksamadan kaynaklanmadığı altı çizilerek belirtilmelidir. Bu
durum, maddi bir gerçekliğe, kapitalizm tarafından gerçekten örgütlendiği biçimiyle toplumsal dünyaya verilen bir yanıttır.
Buradan, kapitalizmde politik sorunların bir anlamda "özelleştirildiği" sonucunun da çıkarılabileceğini aynı makalemde belirttim. Kapitalizm
öncesi toplumlarda doğrudan doğruya beylerin ve devletlerin
yargısal veya siyasal iktidarına yönelen otorite ve hakimiyet
çatışmaları kapitalizmde tek tek kapitalist işletmelere yönelir.
Hernekadar sermayenin, sınıf iktidarı sistemini sürdürmek ve
toplumsal düzeni muhafaza etmek için devletin gücüne dayandığı
kuşku götürmez bir gerçek ise de, sermayenin işçiler üzerindeki
iktidarını en dolaysız biçimde uyguladığı alan devlet değil,
üretim süreci ve bu sürecin hiyerarşik örgütlenmesidir.
Bu nokta ile çağdaş
devrimlerin kapitalizmin daha çok değil de daha az gelişmiş
olduğu yerlerde meydana gelmiş olması gerçeği arasında bir
ilinti olduğunu da düşünüyordum. Örneğin, devletin bizzat esas
sömürücülerden biri olduğu -sözgelişi devletin köylüleri
vergilendirme yoluyla sömürdüğü- yerlerde, ekonomik ve politik
mücadeleler kolay kolay birbirinden ayrılmaz ve böylesi durumlarda
devlet hemencecik kitle mücadelelerinin bir odağı haline
gelebilir. Ne de olsa, devlet, sermayenin tek başına hiçbir zaman
olamayacağı kadar açıkça görülebilen ve merkezi bir sınıf
düşmanıdır. İnsanlar sermayeyle doğrudan doğruya karşı
karşıya geldiklerinde, karşılaştıkları sermaye genellikle
sadece tekil, ayrı sermayeler veya tek tek işverenler halindedir.
Bu yüzden proleter devrimleri bile genellikle işçi sınıfının
sermayeye karşı mücadelesinin, başta köylülerin toprak
beylerine ve sömürücü devletlere karşı mücadeleleri olmak
üzere kapitalizm öncesi öbür mücadeleler ile birleştiği
yerlerde meydana gelmiştir.
Devletin Yeni Rolü
Ancak kapitalizmin
mücadeleyi bölüp parçalama ve özelleştirme eğilimi taşıdığını
savunurken bile, artık bu eğilimi dengeleyecek yeni birtakım
karşıt eğilimlerin de ortaya çıktığı kanısındaydım:
kapitalist piyasanın gitikçe artan uluslararası bütünleşmesi
sonucunda kapitalist birikim sorunları tekil işletme düzeyinden
makroekonomik düzeye kayıyor ve sermaye, birikim için uygun
şartları yaratmak üzere devlete gitgide daha çok dayanmak zorunda
kalıyordu. Bu nedenle makalemde, devletin, sermayenin anti-sosyal
amaçlarını gerçekleştirmek üzere onunla kurduğu suç
ortaklığını gitgide derinleştirmesi sonucunda ileri kapitalist
ülkelerde temel bir mücadele hedefi haline gelebileceğini ve
kapitalizmin kimi merkezkaç eğilimlerini, sınıf mücadelesini
bölüp parçalama ve evcilleştirme eğilimini etkisizleştirmeye
başlayabileceğini öne sürdüm.
Tabii o tarihlerde ben
küreselleşmenin adını bile duymamıştım ve kısa bir süre
sonra insanların, kapitalist piyasanın uluslararası
bütünleşmesinin ulus-devleti zayıflatıp devleti kapitalist
iktidar odağı olmaktan çıkaracağı görüşünü sorgusuz
sualsiz kabulleneceklerini bilmiyordum. Bu yakınlarda, küreselleşme
herkesin diline pelesenk olunca, kendimi küreselleşmenin
ulus-devleti gün geçtikçe daha işlevsiz kılmakta olduğuna dair
popüler varsayımla mücadele eder durumda buldum. Bana göre,
devlet hangi işlevlerini yitiriyor olursa olsun, sermaye ile küresel
piyasa arasındaki temel kanal olarak yeni işlevler kazanıyor.
Şimdi ise, daha 1981 yılında ileride meydana gelebileceğini
düşündüğüm bu gelişmenin sınıf mücadelesi alanında
yarattığı sonuçların belki de artık ortaya çıkmaya
başladığını öne sürmek istiyorum.
"Küreselleşme"nin
fiilen hangi boyutlara ulaştığını, neyin gerçekten uluslararası
hale gelip neyin gerçekten uluslararası hale gelmediğini
tartışabiliriz. Ancak bir şey apaçık ortadadır: küresel
piyasada sermayenin devlete ihtiyacı vardır. Birikimin şartlarını
muhafaza etmek, emeği disiplin altında tutmak, emeğin dolaşımını
önlerken sermayenin dolaşımını arttırmak üzere sermayenin
devlete ihtiyacı vardır. Uluslarötesi her şirketin arkasında,
yaşam gücünü sürdürmek için sırtını kendi yerel devletine,
öbür piyasalara ve öbür emek güçlerine erişebilmek için ise
öteki devletlere dayayan ulusal bir temel vardır. Bir bakıma,
"küreselleşme"nin özü rekabetin sadece -hatta esas olarak-
tek tek firmalar arasında değil bir bütün olarak ulusal
ekonomiler arasında olmasıdır. Ve sonuçta, ulus-devlet bir
rekabet aracı olarak yeni işlevler kazanmıştır.
Küreselleşme, Sermaye ve
Ulus-Devlet
Herşeyden önce,
ulus-devlet küreselleşmenin temel öznesidir. "Rekabet gücü"
peşinde koşan ABD sermayesi sosyal harcamaları asgari ölçülerde
tutacak, ayrıca sosyal hizmetlerin yokluğundan kaynaklanan sosyal
çatışma ve karışıklıkları bastıracak bir devlet ister.
Uluslarötesi örgütlenmenin modeli olduğu varsayılan Avrupa
Birliğinde, örneğin, parasal birliğin şartlarını yaratmanın
ana öznesi tek tek her Avrupa devletidir. Avrupa devletlerinin
herbiri, tek para biriminin gerektirdiği sıkı şartlara uyum
sağlamak için yurttaşlarına zorla kemer sıktıran temel öznedir.
Bu politikaların yol açtığı çatışmaları kontrol altında
tutan temel araç, düzeni ve emek disiplinini sağlayan temel özne
tek tek bu devletlerdir. Çeşitli Avrupa ülkelerindeki güçlü
ulusal dürtülerin bütünleşmeyi durdurma sonucunu vermesi
olanaksız değildir. Herşeye rağmen, görünür gelecekte, bu
ulus-devletlerin sermaye ile küresel piyasa arasındaki kanal
olarak, sermaye birikimi için uygun ortamın yaratıcısı olarak ve
iç karışıklıklara karşı sermayenin esas savunma hattı olarak
merkezi bir rol oynamaya devam edeceği aşağı yukarı kesindir. Ve
tabii ki, kapitalizmin çelişik mantığına uygun olarak, Avrupa
sermayesinin küresel ekonomideki rekabet gücünü geliştirmek
üzere tasarlanmış kapitalist bütünleşmenin özneleri olarak
hareket eden bu aynı devletler, Avrupanın kendi içinde tek tek
ulusal ekonomiler arasındaki rekabetin de temel özneleridir.
Çeşitli ülkelerde
devlet başka rolleri de yerine getiriyor: özellikle de, yukarıda
söylediğim gibi, sermaye ulusal sınırlardan serbestçe geçerken
emeğin dolaşımını önlüyor; veya daha az gelişmiş
kapitalizmlerde, daha güçlü öbür kapitalist devletlerin iletme
kayışı olarak hareket edebiliyor. Her durumda, devlet, şu ya da
bu biçimiyle, kapitalizmin merkezi öğesidir ve görünür
gelecekte de böyle olmaya devam edecektir. Devletin biçim
değiştirip geleneksel ulus-devletin, yerini, yavaş yavaş, bir
yandan, daha küçük yerel devletlere, öte yandan da daha büyük,
bölgesel otoritelere bırakması tabii ki mümkündür. Ancak hangi
biçimiyle olursa olsun devlet canalıcı önem taşımaya devam
edecektir; ve bana öyle geliyor ki, eski ulus-devlet hakim rolünü oynamaya devam edecektir.
Ulus-Devlet ve Sınıf Mücadelesi
Öyleyse devletin yeni işlevlerinin etkisi ne olmuştur? Sınıf mücadelesi açısından
hangi sonuçlar ortaya çıkmıştır? Eski makalemde öne sürdüğüm
gibi, "küreselleşmiş", "esnek" kapitalizmde devletin
üstlendiği yeni işlevlerin, onu sınıf mücadelesinin hedefi ve
işçi sınıfı birliğinin yeni odağı durumuna getirmekte olduğu
görüşü doğru çıkmış mıdır? Karar vermek için henüz çok
erken; ancak şimdilik, Fransa, Almanya, Kanada, Güney Kore,
Polonya, Arjantin, Meksika gibi çeşitli ülkelerde meydana gelen
kitlesel protesto ve sokak gösterileri selini hiç olmazsa not
edebiliriz. Bu olayları veya bunların olası sonuçlarını
abartmak istemiyorum. Ama bu hareketlerin ortak paydasını ele
almakta yarar var.
Hiç şüphesiz çoğu
kimse bu ortak paydanın küreselleşmeyle ilintili olduğunu kabul
edecektir. "Küreselleşme"nin kimi özellikleri konusunda kuşku
duyuyor olsak bile, sadece hepimizin üzerinde fikir birliğine
varabileceği özellikleri ele alalım: her gelişmiş kapitalist
ülkede kapitalizmin yeniden yapılandırılmakta olması ve bu
yeniden yapılandırma sürecinin esas parçalarından biri olarak
"rekabet gücü" kazanma adına çeşitli sosyal hizmetleri
ortadan kaldırmaya yönelik gayretlerin gösterilmesi. Benim
makalemde değindiğim sermaye ile devlet arasındaki suç ortaklığı
işte tam da bu tür bir şeydir: bu suç ortaklığı devletin
düzeltici işlevlerinden uzaklaşmasıyla sınırlı değildir,
devletin sermayenin menfaatleri doğrultusunda ancak sermayedarlar
dışında herkesin zararına ekonomiyi yeniden yapılandırmakta
gitgide daha aktif hale gelmesi demektir. Devletin güttüğü
politikalar, Kanada ile Güney Kore gibi birbirlerinden çok farklı
ülkelerde insanları devlet politikalarına karşı sokağa
dökmüştür.
Yerel, Ulusal ve
Uluslararası İlişkisi
Yine bu yakınlarda
Fransa'da görünüşte çok farklı türde bir kitle gösterisi,
bir çeşit çokuluslu işçi protestosu meydana geldi. Çeşitli
ülkelerden Renault işçileri Brüksel yakınlarındaki bir Renault
fabrikasının küçültülmesine karşı gösteri yaptılar.
Görünüşe bakılırsa, bu, devlete karşı bir protesto değil çok
uluslu emeğin uluslarötesi sermaye ile bir çatışmasıydı. Ancak
İngiliz gazetesi The Guardian'ın tarihteki ilk "Euro-demo"
(Avrupa gösterisi) adını verdiği bu örnekte bile itici güç
ortak, uluslarötesi bir işverenin eylemlerinden ibaret değildi.
İlgili Avrupa devletlerinin herbirinin -Fransa, Belçika, İspanya
vb.- sermayenin yeniden yapılandırılmasında, parasal birliğin
koşullarının yaratılmasında, sanayiye aktarılan kaynakların
yönlendirilmesinde oynadığı rol de bu gösteriyi doğuran itici
gücün kaynakları arasındaydı. Bu olayda, işçi sınıfının
ulusal sınırları aşan bu dayanışma örneğinde bile,
birleştirici ilke uluslarötesi bir şirketin sömürüsünden
ibaret değildi, sermaye birikiminin koşullarını sürdürmekte tek
tek ulus-devletlerin eylemlerini de kapsıyordu. İşçi sınıfı
enternasyonalizminin bu örneğinde, başka yerlerde ulusal
hükümetlere karşı tamamıyla ulusal nitelikte protestolara yol
açan aynı tür ulusal politikalar hedef alınmıştı. Örneğin,
Renault'taki protestoyla hemen hemen aynı sıralarda Alman maden
işçileri, kömür madenlerine verilen mali desteği kesmeyi
kararlaştıran Bonn'daki hükümetlerine karşı protesto
gösterisi yapıyorlardı. Yani hükümet tarafından sanayiye
aktarılan mali destekler, hem Fransız hem Alman örneklerinde
merkezi bir konu durumundaydı. Tekrar ediyorum, özellikle Avrupai
nitelikteki bu baskı örnekleri, Alman, Fransız, veya İspanyol
hükümetleri kadar Amerikan ya da Güney Kore devletlerinin de ana
özneleri arasında bulunduğu daha genel nitelikteki yeniden
yapılanma sürecinin özel örneklerinden başka bir şey değildir.
Sam Gindin küreselleşmenin
aslında yeni mücadele olanakları yarattığını öne sürüyor.
"Ulusal ve uluslararası ekonomik yeniden yapılanmayla birlikte,
parçaların ve servislerin daha üst düzeyde bütünleşmesi,
uzmanlaşma ve küçülmüş stoklar gündeme gelir" ve bu gelişme,
kimi yerel, bölgesel ve ulusal mücadele türleri karşısında
şirketleri daha korunaksız hale getirir.(2) Benim bu yazımda
anlatmak istediğim nokta işte tam da bu tür bir bütünleşmenin
devleti birçok açıdan sermaye için her zamankinden daha önemli
hale getirmiş olmasıdır. Bu ve benzeri yönlerden bakıldığında,
sermaye ile devlet arasındaki ortakyaşam (sembiyoz) birçok açıdan
her zamankinden daha yoğundur; bu durum ise gelişmiş kapitalist
ülkelerde tek tek her devleti eskisine göre daha az değil daha
yoğun bir şekilde çatışmanın ve sınıf mücadelesinin
potansiyel bir odağı yapıyor.
Solun Stratejisi
Demek ki zaman, solun bu siyasal alanı terkedip ya, bir uçta, bölük pörçük politikaya,
ya da, öbür uçta, tamamen soyut bir enternasyonalizme kapılması zamanı değildir. Eğer devlet küreselleşmenin esas öznesi ise,
aynı nedenle, devlet, özellikle ileri kapitalist ülkelerde, küreselleşmeyi durdurmak için hâlâ en güçlü silahlara
sahiptir. Daha önce de belirttiğim bu görüşümü şimdi burada tekrarlıyorum: eğer devlet sermayenin küresel ekonomiye akmasını
sağlayan kanal ise, demek ki devlet, aynı şekilde, anti-kapitalist bir gücün sermayenin candamarını kesebileceği araçtır da.(3)
Eski "Keynesçi" müdahale biçimlerinin günümüzde eskisinden bile daha az etkili olabileceği söylenebilir, ancak bundan
çıkarılacak yalın sonuç, siyasal eylemin artık sadece kapitalist ekonomiye müdahale etmekle sınırlı tutulamayacağı
sonucudur. Artık sorun, daha çok, maddi yaşamı kapitalizmin mantığından koparmak sorunudur. Kısa vadede bu, siyasal eylemin
sermayeye sosyal açıdan üretken işler yapması için teşvikler vermek veya "güvenlik ağları" yoluyla sermayenin yol açtığı
yıkımları gidermeye çalışmak hedefiyle sınırlanamayacağı anlamına gelir. Politika, gün geçtikçe, devlet iktidarını,
kapitalist rekabet ve kârlılık mantığından farklı bir sosyal mantık çerçevesinde, sermaye hareketlerini kontrol edip sermaye
tahsisini ve ekonomik artığın kullanımını gitgide demokratik sorumluluk sınırları içine çekmek üzere kullanma anlamına gelmelidir.(4)
Sonuç
Anti-kapitalist
mücadeleleri örgütlerken hep karşılaşılan temel problemlerden
birisi, sermayenin tek, görünür bir hedef olarak ortaya çıkmaması
olmuştur. Sömürünün hukuksal olarak "eşit" taraflar
arasında, sermaye ile emek arasında yapılan bir sözleşmeyle
görünüşte "özgür" bir alışveriş sonucunda meydana
geldiği ve bu iki taraf arasındaki ilişkinin kişiye bağlı
olmayan bir "piyasa" dolayımıyla gerçekleştiği kapitalizmin
ayırdedici yönünü oluşturan "ekonomik" ve "politik"
alanların resmen birbirinden ayrılması özelliği, devletin,
sermaye ile emek arasındaki günlük çatışmalara açıkça
görünür şekilde müdahale etmeyen görünüşte "tarafsız"
bir kurum olduğu izlenimini yaratır. Ama neo-liberal devlet
"esneklik", "rekabet gücü" ve "küreselleşme"
politikalarını benimseyince, sermayenin iktidarı önemli bir
açıdan devlette daha da yoğunlaşır ve devletin sermayeyle suç
ortaklığı gittikçe daha şeffaf hale gelir.
"Küreselleşme" terimini kullanırken mutlaka çok titiz olmamızı gerektiren temel
nedenlerden birisi budur. Küreselleşme başlığı altında toplanan eğilimlere sanki bunlar tarihsel olarak belirli kapitalist
süreçler, insanların ve doğal kaynakların devlet ile sermaye arasındaki doğrudan işbirliği sayesinde gerçekleştirilen
kapitalist sömürüsü süreçleri değil de, doğal, kaçınılmaz eğilimlermiş gibi yaklaşmaktan kaçınmalıyız. Aslına
bakarsanız, küreselleşme kavramının günümüzde kapitalist ideolojide böylesine büyük bir rol oynuyor olmasının nedenini,
bu gittikçe daha doğrudan ve açık bir şekilde yapılan suç ortaklığını gizlemek ve gizemli hale getirmek için güçlü
ideolojik silahlara ihtiyaç duyuluyor olmasına bağladığımı belirtmek istiyorum.
Eğer devlet anti-kapitalist mücadelede artık her zamankinden daha çok bir hedef oluşturmaktaysa, yerel ve ulusal sınıf mücadelelerinin
odağı olarak, hem işçi sınıfının kendi içerisindeki iç bölünme ve parçalanmalarını giderecek, hem de işçi hareketi
ile toplumdaki müttefiklerini yanyana getirecek birleştirici bir güç rolünü de üstlenebilir. Aynı zamanda, hemen hemen her
devletin aynı yıkıcı mantığın peşine takıldığı şu sıralarda, bu ortak mantığa karşı verilecek yerli mücadeleler
yeni bir enternasyonalizmin temelini -aslında, en sağlam temelinide oluşturabilir. Böylece bu enternasyonalizm, gerçekçilikten
uzak ve soyut bir "uluslararası sivil toplum" veya "küresel yurttaşlık"kavramı temelinde, ya da İMF gibi uluslararası
sermaye örgütlerinde solun temsilini arttırmak yoluyla durumu düzeltebileceğimiz gibi bir hamhayal temelinde kurulmuş
olmayacaktır. Aksine, çeşitli yerel ve ulusal hareketlerin kendi yerli kapitalistlerine ve devletlerine karşı verdikleri mücadelede
birbirlerine destek olmaları ve böylesi ulusal mücadelelerin dünya çapında çoğalması temelinde kurulmuş olacaktır.
Bu söylediklerim, ortak, uluslarötesi mücadelelere gerek olmadığı veya işçi hareketinin, AB örneğinde olduğu gibi kendisine güç kazandıracak
yerlerde uluslarötesi örgütlenmeleri ihmal etmesi anlamına gelmez. Ama bu tür ortaklaşa mücadeleler son tahlilde güçlü ve
sağlam bir şekilde örgütlenmiş yerli bir işçi hareketine bağlıdır. Kısacası, bu tür bir enternasyonalizmi şöylesi bir
sloganla özetleyebiliriz: "Bütün ülkelerin işçileri birleşin-ama birlik olmaya ülkenizden başlamanız gerektiğini de
unutmayın."
Herhalde bu öyküden çıkaracağımız ders şu olmalıdır: Kendini solcu sayan birçok
kimsenin neo-liberallere katılarak küreselleşmenin kaçınılmazlığını ve devletin gittikçe işlevsiz hale
geldiğini kabul etikleri bu uğrakta, geleneksel işçi sınıfı partilerinin yok olduğu veya sınıfla bağlarını fiilen
kopardıkları bu uğrakta, işçi sınıfının siyasal örgütlenmesi her zamankinden daha önemli ve potansiyel olarak daha etkili hale gelmiş olabilir.
[Monthly Review dergisi, cilt 49, sayı 3, Temmuz-Ağustos 1997'den çevrilmiştir]
NOTLAR
1. 1981 yılında New Left Review dergisinde çıkan bu makale daha yakın tarihlerde yayımlanan
kitabım Democracy Against Capitalism: Renewing Historical Materialism [Kapitalizme Karşı Demokrasi: Tarihsel Materyalizmi Yenilemek] (Cambridge: Cambridge University Press, 1995)'de de yer almaktadır. Bkz. s.19-48.
2. Sam Gindin, "Notes On Labor At The End Of the Century: Starting Over?" [Yüzyıl Sonunda
İşçi Sınıfı Üzerine Notlar: Yeni Bir Başlangıç Mı?],
Monthly Review, cilt 49, sayı 3, Temmuz-Ağustos 1997, s. 151.
3. Bu görüşümü Monthly Review, cilt 48, sayı 9'da çıkan "Globalization and
Epochal Shifts: An Exchange" [Küreselleşme ve Çağaçıcı Değişiklikler: Bir Yanıt] adlı yazımda ortaya koydum.
4. Bu konular için, bkz. Greg Albo, "The World Economy, Market Imperatives, and
Alternatives" [Dünya Ekonomisi, Piyasanın Zorunlulukları ve Alternatifler], Monthly Review, cilt 48, sayı 7.