Sevgili arkadaşlar, hoş geldiniz. Böylesi bir toplantıda sizlerle beraber
olmaktan ve işçi sınıfı hareketinin sorunlarını tartışacak
olmaktan dolayı mutluyum.
Bugün devrimci teori ve işçi hareketinin sorunlarını tartışacağız.
Tabii, bu aynı zamanda 28 29 Ocak gibi bir tarihte seçilmiş
bir başlık. Birçok başka yönü de var ama 28 29 Ocak aynı
zamanda sol ile işçi hareketi arasındaki bağlantıların
koparılmasına dair bir kalkışma olarak da, bir cinayet olarak da
değerlendirilebilir. Türkiye tarihinde başka zamanlarda da sol ile
işçi hareketinin bağlarının koparılmasına dönük girişimler
gerçekleştirilmiştir. Bunu ilk büyük, belki de en büyük zarar
verici girişimlerden birisi olarak değerlendirmek mümkün diye
düşünüyorum. Sol ile işçi hareketinin bağlarının koparılması
1946'da tekrar denenmiştir, fakat 1960'larda sol ile işçi
hareketinin bağları güçlü bir biçimde kurulmuştur. 1970'li
yıllarda özellikle güçlenmiştir. Ardından 12 Eylül'le
beraber bu koparma girişimi tekrar denenmiştir.
Konuşmamı daha çok işçi sınıfının sınıf olarak durumu nedir, işçi
hareketi, Türkiye işçi sınıfı hareketinin durumu ve sınıf
siyaset ilişkisi, sol ile sınıf ilişkisi etrafında kurmaya
çalışacağım.
İşçi
sınıfının durumu
Bir
liberal yazar geçtiğimiz günlerde Tekel işçilerine acıyan bir
yazı yazdı. Bu yazısında şöyle diyordu mealen: "artık
robotların, makinelerin işçilerin yerini aldığı bir dünyada
tabii böylesine trajediler yaşanacaktır, ne yapalım" diyordu,
bu liberal yazar. Bir fırsat bulup işçilere de acımıştı. Önce
buradan başlamak lazım belki de: İşçi sınıfının durumu.
Sınıfın durumu nedir, nicelik olarak, nitelik olarak nedir, nereye
doğru gitmektedir, belki önce bunu tartışmak, bunun üzerine
biraz konuşmak gerekir.
I. Nicel durum
Önce, sayısal olarak baktığımızda, aslında liberal ideologların
iddialarının tersine işçi sınıfının, ücretlilerin nicel
olarak ciddi bir biçimde büyüdüğünü görüyoruz. Klasik Batılı kapitalist ülkelerde yıllardan beri böyle. İşçi sınıfı
toplumun neredeyse ezici çoğunluğunu oluşturuyor. Ücretliler toplumun ezici çoğunluğunu oluşturuyor. Artık Türkiye de
giderek bu yönde gelişiyor. 1990'lı yıllarda ücretliler ki ben bunları genel olarak işçi sınıfı olarak tanımlamanın
doğru olduğunu düşünüyorum toplam istihdamda %35 gibi bir orandaydı, 1990'lardaki bu oran 2010'lu yıllara geldiğinde
%60'ları aşmış durumda. Yani ciddi bir biçimde artık çalışanlar ücretlileşmeye başlıyor. Bunu bir diğer ifadeyle,
aslında proleterleşme olarak da, mülksüzleşme olarak da okumak mümkündür diye düşünüyorum. Dolayısıyla liberal yazarların
ya da teorisyenlerin iddia ettiği gibi robotlar, makineler çalışanların yerini almıyor, tersine ücretliler giderek
istihdamın daha önemli bir bölümünü oluşturuyor. Sadece Türkiye için değil, dünyanın güneyi için, yani yoksul ülkeler
için de benzer bir eğilimden söz etmek mümkün. Ücretlileşmeden, mülksüzleşmeden, proleterleşmeden ve işçi gücünün
kadınlaşmasından, feminizasyondan söz etmek mümkün. Dolayısıyla sınıf nicel olarak büyüyor ve nicel olarak gelişiyor,
mülksüzleşme artmaya devam ediyor. Bilimsel teknolojik alanda yaşanan gelişmeler ne olursa olsun, temel sosyal problem emek
ile sermaye arasındaki temel sosyal problem, temel sosyal çelişki büyüyor. Dolayısıyla bu açıdan sınıf sorunu varlığını
koruyor, Türkiye için de giderek önemini arttırıyor diye düşünüyorum.
II. Çalışma koşulları
Nicel
olarak bu gelişmenin yanında işçi sınıfının çalışma
koşullarında, çalışma ilişkilerinde nerelere doğru gidiliyor,
eğilimler nelerdir diye baktığımız zaman, bu işçileşme,
ücretlileşme yanında çalışma ilişkilerinde yaşanan çok
önemli bir gelişme emek sermaye ilişkilerinde yaşanan çok
önemli bir gelişme de, çalışmanın giderek
güvencesizleştirilmesi ve belirsizleştirilmesi olarak
ifadelendirilebilir.
Yaşanan
bu ikinci gelişmeyi Tekel işçilerinin durumuna bağlantı kurarak
tartışmak lazım. Aslında Tekel işçilerinin mücadelesi,
Türkiye'de yaklaşık 1990'lardan bu yana devam eden bu
güvencesizleştirme, güvencesiz çalışma, çalıştırma
meselesinin sembolleşmiş hâlidir. Yani 4C Tekel işçileriyle
ortaya çıkmadı ve Tekel işçileriyle bitmeyecek bir uygulama. 4C
tipi çalışma, güvencesiz çalışma dediğimiz özellikle de yeni
liberalizmle beraber ortaya çıkan bir çalışma modelinin simgesi
olarak karşımıza çıkıyor. 4C kamuda da kullanılıyor. Sadece
özelleştirme sonucu işsiz kalanlar için kullanılan bir model
değil, kamu istihdamının önemli bir bölümü sözleşmeli
olarak, geçici olarak istihdam edilenlerden oluşuyor. Adı 4C
olmasa da benzer istihdam biçimleri çalışma alanın değişik
katmanlarında, değişik düzeylerinde de uygulanıyor. Taşeronlaşma
olarak, alt işveren ilişkisi olarak bildiğimiz bu çalışma
modeli yaygınlaşıyor. Yani büyüyen, fiziki olarak, nicel olarak
büyüyen bir işçi hareketiyle, büyüyen bir işçi sınıfıyla
karşı karşıyayız ama bu çalışma koşullarına, ilişkilerine
baktığımız zaman, 1945 1980 arasının görece istikrarlı
güvenceli çalışma döneminden bambaşka bir döneme geçilmiş
durumda. Bu kuşkusuz Türkiye'deki sınıfın çalışması
açısından da güvencesiz, belirsiz, geleceksiz bir çalışma
biçimini ortaya çıkarıyor. Tabii, bunun önemli bazı sonuçları
olduğu kanaatindeyim. Çalışma biçiminin değişmesinin,
güvencesizleştirilmesinin, belirsizleştirilmesinin önemli bazı
sonuçları olduğunu düşünüyorum. Bu durumun kuşkusuz aynı
zamanda iktisat politikalarıyla, sosyal politikalarla ilgisi var ama
aynı zamanda bir örgütsüzleşme, örgütsüzleştirme sürecinin
sonucu olarak da ortaya çıkıyor. Yani sınıfın sendikalaşma,
örgütlenme oranlarının düşmesine paralel olarak ortaya çıkıyor.
III.
Sınıfta parçalanma
Sınıfın
durumu açısından bakacağımız bir başka eğilim de, sınıfın
ciddi bir parçalanma, kendi içinde katmanlaşma yaşadığı
gerçeğiyle ilintilidir. Şimdi fiziken, nicelik olarak büyüyen
ama kendi içerisinde çok sayıda katmana bölünmüş, parçalanmış
bir sınıf yapısıyla iç içeyiz. Bu katmanlara bölünmüş sınıf
yapısı ne anlama geliyor? En tipik örneklerinden biri demin
söylediğim bu güvencesiz ve esnek çalıştırılanlar meselesi.
Biraz sınıfın içine girerek ne bu katmanlar diye baktığımız
zaman, özellikle 1980'ler, 1990'larla birlikte neoliberalizmin
sınıfı çok çeşitli parçalara böldüğünü;
aynı koşullarda, benzer ilişkilerle çalışan sınıfı
çok çeşitli parçalara böldüğünü görebiliyoruz. Bu parçalar
içerisinde güvenceli, güvencesiz ayrımı; sigortalı, sigortasız
ayrımı; geçici, düzenli çalışma ayrımı; kamu, özel ayrımı;
taşeron şirkette çalışanlar, ana şirkette çalışanlar gibi
çok sayıda katman söz konusu.
Bunun
yarattığı sorunlar neler? Bunun yarattığı sorunlara
baktığımızda, bunlar zaman zaman biraz sonra değineceğim
işçi hareketinin, işçi sınıfı hareketinin, sendikal hareketin
etkinliğini, gücünü kıran sonuçlara da yol açabiliyorlar.
Sendikalı işçi ile sendikasız işçi, taşeron işçi ile kadrolu
işçi arasında yapay ayrımlar ortaya çıkabiliyor. Bir kamu
işletmesinde, bir kamu kurumunda ya da bir fabrikada çok değişik
statülerde yasal, idari çok değişik statülerde
çalıştırılanlar söz konusu olabiliyor. Bunların
örgütlenmeleri, bunların hukuki düzenlemeleri, tâbi oldukları
hukuki rejimler çok parçalı hâle getirilebiliyor. Ben bunun
neoliberalizme özgü bir politika tercihi olduğunu düşünüyorum.
Yani sınıfı değişik hukuki, idari, ekonomik katmanlara bölme
meselesinin bir neoliberal tercih olduğunu düşünüyorum. Bu
tercih ortak bir sınıf ruhu ve dayanışmasını ortadan büyük
ölçüde kaldırıyor ya da zorlaştırıyor. Sınıf içerisinde
ortak davranış ruhunu büyük ölçüde parçalıyor ve yekpare bir
sınıf hareketini zorlaştırıyor. Sınıfın iktisadi olarak
büyümesine rağmen, iktisadi bir kategori olarak büyüyen bir
sınıf olmasına rağmen, bu sınıfın siyasal, kültürel,
düşünsel ve davranışsal birlikteliğini bu sürecin yani bu
parçalanmanın önemli ölçüde zorlaştırmış olduğunu
düşünüyorum.
Buna
dair örnekler günlük yaşamımızda, deneyimlerimizde de ortaya
çıkabiliyor. Örneğin, güvenceli statüde çalışan, sigortalı
güvenceli statüde çalışan işçi, güvencesiz statüde çalışan
işçinin ruh hâlini ve yaşama koşullarını anlamakta zorlanıyor.
Veya kıdemi yüksek olan, güvenceli, kamuda çalışan işçi,
taşeron şirkette güvencesiz çalışan işçi ile ruh hâli
birlikteliği kuramayabiliyor.
Ben
size bir örnek vermek istiyorum: sosyal güvenlik reformu adı
verilen sosyal güvenlik saldırısı biliyorsunuz sendikal
hareketten güçlü bir tepki almadı. Yani şu 5510 sayılı sosyal
güvenliği büyük ölçüde liberalleştiren yasa ciddi bir sınıf
direnci almadan geçti. Yani yapılan bir takım eylemleri bir kenara
koyuyorum ama yaratmış olduğu tahribata uygun bir karşılık
almadı bu yasa. Büyük bir toplumsal tepkiyle karşılanmadı,
büyük bir direnişle karşılanmadan geçti bence. Bunda özellikle
sendikal çevrelerden gelen basıncın yetersiz olmasının en önemli
nedenlerinden birini ben bu katmanlaşmaya bağlıyorum. Türkiye'deki
sendikalar büyük ölçüde, özellikle Türk İş, biraz
sonra ona değineceğim kamu işletmelerinde kurulu. Artık
kıdemleri oldukça yüksek ve diğer işçilerle aralarında önemli
farklar oluşmuş bir kitleyi oluşturuyorlar. Ve sosyal güvenlik
saldırısından, yeni sosyal güvenlik sisteminden en az etkilenecek
olanlar durumundaydılar. Bu nedenle özellikle Türk İş ve
Türk İş'e bağlı sendikalar sosyal güvenlik yasasının
protestosunda son derece sınırlı kaldı. Buna benzer örnekleri
arttırmak mümkün.
Sınıf
içerisindeki katmanlaşma çok belirgin. Tabii sınıf hiçbir zaman
yekpare olmamıştır, yekpare değildir, sınıf içerisinde
farklılıklar her zaman söz konusu olmuştur. Ama bugün sınıf
içerisindeki yaşanan bu katmanlaşma ve farklılaşmalar, güçlü
bir sendikal hareket olmaması, güçlü bir politik hareket olmaması
nedeniyle giderek sınıf içerisinde rekabet de doğurabiliyor. Bu
rekabet bazen sendikal rekabete de gidebiliyor, bazen işyeri
içerisinde farklı sınıf katmanlarının birbirleriyle rekabet
etmesine de yol açabiliyor. Dolayısıyla sınıfın kompozisyonuna
baktığımız zaman, nicel ve nitel durumuna baktığımız zaman,
ana hatlarıyla böyle bir resim gördüğümü söyleyebilirim.
Sendika
hareketinin durumu
Peki
buradan bir ileri aşamaya geçerek, sınıf hareketinin durumuna
bakalım. Burada öncelikle büyük ölçüde sınıf hareketinin
önemli bir bölümünü oluşturan sendika hareketi üzerinden
konuşacağım.
Türkiye'de
sendika hareketinin, emek hareketinin tarihine biraz bakmakla bugünü
anlamak mümkün olacaktır. Bu özellikle sınıf siyaset
ilişkisini anlamak açısından da önemli diye düşünüyorum.
Türkiye'de sınıf hareketinin yükseliş dönemleri, geri çekiliş
dönemleri oldu kuşkusuz. 1946 öncesini şimdilik bir kenara
bırakıyorum. Ama belki 1946'yı sınıf hareketi içerisinde,
emek hareketi içerisinde bir kabarma ve kalkışma dönemi olarak
görmek mümkün. 1950'lerin bir biriktirme süreci olduğunu,
1960'larda ve 1970'lerde sınıf hareketinde tekrar bir kabarma
dönemi yaşandığını söylemek mümkün. 1980'lerde askerî
darbeye bağlı olarak büyük ölçüde bir geri çekilme yaşandı.
Daha sonra büyük ölçüde Bahar eylemleriyle başlayan bir yeni
kabarma dönemi yaşandı. 1989 1990 Bahar eylemleri, madenci
yürüyüşü ve kamu grevleriyle birlikte Türkiye'de sınıf
hareketi bir kabarma dönemi yaşadı. Bu kabarma dönemi bence
1995'te bir geri çekilmeyle birlikte son buldu.
Bu
geri çekilmeden sonra, benim gözlemim, emek hareketinde topyekûn
bir kabarma değil, çok sayıda yaygın, zengin ama parçalı
hareketler, eylemler ortaya çıkmaya başladı. Bunları bütün bir
kabarma olarak değerlendirmek bence mümkün değil. İşçi
hareketi, sendika hareketi, 1999'daki sosyal güvenlik eylemi
sosyal güvenlik yasasının ortaya çıktığı dönemde ile
en son büyük eylemliliği gerçekleştirdi. Ondan sonrasına
baktığımızda çok sayıda yaygın, birbirinden bağımsız,
organize edilmemiş ama yaygın bir toplumsal tepkinin örnekleri
olarak adlandırılabilecek, piyasanın,
neoliberalizmin yarattığı tahribata karşı savunma hareketleri,
savunma refleksleri olarak ortaya çıkmış eylemlilikler var.
Bunlar işyeri kapatmalarında ortaya çıktı. Paşabahçe'de,
Seka'da olduğu gibi ya da sendikal nedenlerle işten çıkarılmalara
karşı eylemler olarak ortaya çıktı. Böyle çok sayıda
özsavunma eylemleri oldu. Pek çoğu aslında o an o iş yerindeki
sendikal örgütlenmenin ya da sorunların karşılığında ortaya
konan, kendiliğinden sınıf refleksleri ya da sınıf tepkileri
olarak ortaya çıkan yaygın bir eylemlilik var. Yani son 10 yılın
bir gazete taraması yapılsa; giderek yaygınlaşan, çeşitlenen
bir eylemlilik olduğu anlaşılır. Zaman zaman bütün bu
eylemlerin sözcüsü olabilecek büyüklükte bazı eylemlilikler
ortaya çıkıyor, ben Tekel'in böyle olduğunu düşünüyorum.
Yani Tekel işçilerinin direnişini sadece kendilerinin 4C etrafında
yürüttükleri bir direniş değil, aslında işçi hareketinin,
sınıf hareketinin son yıllarda biriktirmiş olduğu enerjinin bir
tür sözcüsü olarak, bir tür onların vicdanı olarak ortaya
çıkmış bir tepki olduğunu düşünüyorum. Bu eylem etrafında
ortaya çıkan kamuoyu desteğinin de; bu eyleme işçilerin değişik
katmanlarından, gruplarından, sendikalarından verilen desteğin de
böyle bir özellik taşıdığını düşünüyorum.
Dolayısıyla,
parçalı hak arayışları, parçalı savunma eylemleri
neoliberalizm ve piyasanın tahribatına
karşı ortaya çıkan bu toplumsal refleksler Tekel örneğinde
olduğu gibi bir bütünsel/toplumsal tepkiye dönüşebiliyor.
Tabii, burada tırnak içinde söylemek lazım, güçlü ve direngen
bir sendika hareketi ve güçlü bir siyasal öznenin olmaması
nedeniyle bu hareketler, kendi sorunları etrafında başlayıp,
kendi sorunları etrafında biten eylemler olabiliyorlar genellikle.
Şimdiye kadarki pek çok bu tip eylem de mesela SEKA'da da
örneği görüldü, SEKA'da fabrikanın kapatılması önlenemedi
fakat SEKA işçileri taleplerinin önemli bir bölümünü elde
ettiler bence kendi çerçevesinde kalan eylemler oldu. Bunda
sendika hareketinin içinde bulunduğu durumun ve sınıfın siyaset
bağlarının güçlü olmayışının çok önemli etkisi olduğunu
düşünüyorum.
Şimdi
bir bakış da belki sendika hareketine yöneltmek gerekiyor. Sınıfın
kendini ifade edebilmesinin, var olmasının sadece iktisadi, fiziki
bir mesele olmadığını biliyoruz. Yani sayısal olarak işçilerin
çok olması, var olmaları onların sınıf olmaları anlamına
gelmiyor. Ancak örgütlendikleri zaman, sendika, parti olarak
örgütlendikleri zaman kendilerini ifade ettikleri ve kendileri
için mücadele ettikleri zaman sınıf olabiliyorlar. Bu anlamda baktığımız zaman Türkiye'de işçi sınıfının
sendikalaşması ve politikleşmesine değinmek gerekiyor.
İşçi
sınıfının sendikalaşmasına değindiğimiz zaman, 1980'ler
sonrasında sınıf hareketinde Bahar eylemleriyle başlayan bir
kabarma yaşandı. Fakat aynı zamanda bu kabarma beraberinde bir
başka sonuç da üretti. Kamuda sadece özelleştirme olmadı,
kamusal istihdam da tasfiye edildi. İki türlü yaşandı bu; bir
yanda kamu işletmeleri satıldı, tasfiye edildi; bu kamusal
istihdamı düşürdü. İkincisi yine kamu hizmeti verildi fakat
kamu, hizmetini kamu çalışanıyla vermedi. Kamu taşeronlar eliyle
ya da geçici işçi, sözleşmeli işçi eliyle hizmet verdi. Bunun
anlamı şu oldu: kamusal istihdam önemli ölçüde daraldı.
Kamusal
istihdamın daralması Türkiye'de emek hareketi açısından,
sendika hareketi açısından ciddi bir sorun anlamına geliyordu.
Çünkü Türkiye'de işçi hareketinin, sendika hareketinin
doğduğu, büyüdüğü, geliştiği ve esas gücünü aldığı yer
kamu idi. Ve dolayısıyla bu sendika hareketinin tabanında önemli
bir zayıflamaya yol açtı.
Sayısal
verilerle 1980'lerin ortalarında yaklaşık 900.000 civarında
kamu işçisinin toplu sözleşmesi söz konusuyken, bu bugün
300.000'lerin altına inmiş durumda ve bu daralma daha da önemli
ölçüde devam edecek.
Sendika
hareketinin gücünün zayıflamasının, ciddi bir biçimde
zayıflamasının örneklerinden birisi, bunun en tipik örneği Tek
Gıda İş sendikasıdır. Tek Gıda İş sendikası, yani
bugün Tekel işçilerinin sendikası, Türkiye'nin tipik kamu
sendikalarından biridir. Bir ara hatta "Türk İş'i Tekel
ve Devlet Demiryolları yönetir" derlerdi, eski sendikacılar.
Nedeni de şuydu: Türk İş'in başında Tek Gıda İş
yöneticisi ve demiryollarından gelen bir yönetici bulunurdu. O
yüzden "Türk İş'i Tekel ve Devlet Demiryolları yönetir"
derlerdi. O kadar etkiliydi. Şimdi ise, Tek Gıda İş
sendikası özel sektörde tutunmaya çalışan, her örgütlendiği
yerde sorun çıkan, mücadele eden, direniş gösteren bir sendika
durumundadır. Tek Gıda İş sendikası 1960'larda,
1970'lerde dönemin tipik uzlaşmacı sendikalarından birisiydi.
Türk İş'in klasik sendikalarının en başındaydı.
1990'lı, 2000'li yıllarda Tek Gıda İş sendikası özel
sektörde çatır çatır örgütlenme mücadelesi yapan, başı
belaya giren, üyeleri atılan, direniş gerçekleştiren bir sendika
hâline gelmiştir. Bu kamusal istihdamın daraltılmasının
sendikal yapıda meydana getirdiği değişimi göstermektedir.
Türkiye'de
kamunun tasfiye edilmesi, özelleştirme, sendikal harekette bir
yandan nicel bir daralmaya yol açmıştır sendika hareketinin
tabanını daraltmıştır ama diğer taraftan sınıf hareketi
hakiki emek sermaye mücadelesini çıplak biçimde görecek bir
duruma kavuşmuş, bu doğrultuya girmiştir.
Klasik kamu sendikalarının pek çoğu, kamudaki daralmanın
ardından artık doğrudan doğruya çıplak bir sınıf
mücadelesiyle karşı karşıya kalıyorlar ve orada yeniden
örgütlenmek, yeniden değişmek zorunda kalıyorlar. Ben Türkiye'de
sendikal hareket açısından önümüzdeki süreçte böylesi bir
değişimin yaşanacağını düşünüyorum. Ama bu değişim,
sendikal hareketin çatısına ne zaman yansır, sendika hareketi
sınıf hareketindeki bu dinamizmi, değişmeyi ne zaman yakalar;
doğrusu, bu konuda şimdiden net şeyler söylemek, iyimser şeyler
söylemek biraz zor.
İşçi
sınıfı hareketinde rekabet
Değinilmesi
gereken bir başka nokta, sınıf hareketi açısından, işçi
hareketi açısından, emek hareketinin kendi içerisindeki rekabet
meselesidir. Kuşkusuz bu da değişik ülkelerde kendi deneyimlerine
bağlı olarak çok farklı şekillenmiştir ama Türkiye'de düşük
bir sendikalaşma, zayıf bir sendikalaşma düzeyi ve ciddi bir
sendika içi rekabet ya da sendikalar arası rekabet olması
sonucunda tabii ciddi zaaflar ortaya çıkıyor. (Bu rekabet aslında
kışkırtılan bir rekabettir. Yani devlet ya da değişik işveren
örgütleri sendikasızlığı birinci tercih olarak görüyor.
İkinci tercihleri ise, bunu önleyemedikleri yerde "makul" bir
sendika olmasıdır. İşte bu "makul" sendikalara kavuşmak için
alternatif sendikalar yaratılıyor, destekleniyor, güçlendiriliyor.
Dolayısıyla, sendika rekabeti, bir yanıyla aslında sınıf dışı
faktörlerin etkisinin olduğu bir alan olarak ortaya çıkıyor
bence).
Emek
hareketinin kritik mücadele ve tartışma anlarında sendika
hareketi içerisindeki bu rekabet, bazen aynı konfederasyon
içerisindeki bu farklılaşma, sermayenin ve devletin etkisi,
sendika hareketinin tutuklaşmasına yol açıyor. Bunu özelleştirme
politikalarına karşı çok gördük. Sendika hareketi, içinde Tek
Gıda İş de olmak üzere başka sendikalar da, özelleştirmeler
konusunda zamanında etkin bir tutum almadılar. Her sendika sıra
kendisine geldiğinde tutum aldı, tutum almaya çalıştı. Ve bir
kısmında özelleştirmenin daha az zararlı yapılması şeklinde
tutumlar oldu. Bir bütün olarak bunlar gerçekleştikten sonra,
şimdi özelleştirme büyük ölçüde tamamlanınca, sendika
hareketi bunun yarattığı zaafları görmeye başladı ve bir
kısmı oldukça geç tepkiler vermeye başladı.
İki
sorun
Burada
aklıma gelmişken işçi hareketinin bu Tekel ve benzeri işçi
eylemlerinde ortaya çıkan kimi sorunlarına da değinmek istiyorum.
Bu tip eylemleri değerlendirirken bunların bir ciddi özsavunma
eylemi olduğunu dikkatten kaçırmamak gerektiğini düşünüyorum
ve bunların politikleşmesini ya da politik anlamını tartışırken
ciddi rezervlerin de olması gerektiğini düşünüyorum.
Rezervlerden
bir tanesini söyleyeyim mesela, sınıf hareketinin kendiliğinden
eyleminin taşıdığı kimi sorunlara işaret etmesi bakımından.
Türkiye'de özelleştirmeyi gerçekleştiren siyasal partilerin
tümü ve siyasal kadroların tümü Tekel'in özelleştirilmesi,
Tekel'in tasfiye edilmesi de dahil olmak üzere şu anda Tekel
işçilerini destekliyorlar. Bu ilginç bir noktadır. Ve tabii Tekel
işçileri bu direnişlerini güçlendirmek için, kendilerini
destekleyen herkesi, yanlarında gördükleri herkesi kuşkusuz
uzaklaştırmak istemiyorlar. Doğaldır bu. Ama bilinmesi gerekir ki
bizzat Tekel'i tasfiye edenler, Tekel'i satanlar, Tekel'in
satılmasına öncülük edenler de, bugün Tekel işçilerinin
yanında. Bugün Tekel işçilerinin eylemini destekliyormuş gibi
yapıyorlar.
Ek
olarak belirtilmesi gereken bir nokta da şu: bu tip eylemlerin
savunma eylemleri dışında politik anlamlar taşıyabilmeleri için,
bu eylemleri yapan işçi sınıfının bu ayrımları görür hâle
gelmesi önem taşıyor. Bu ayrımları görür hâle gelmesi ise
kuşkusuz sınıfın siyasetle, sol siyasetle ilişkisinin kurulması
ya da güçlenmesine bağlı olacak diye düşünüyorum.
İşçi
sınıfı-sol siyaset ilişkisi
Kalan
vaktimde biraz da bunun üzerinde durmak istiyorum. Sendika
hareketinin zayıflığı ve parçalanmışlığı yanında
Türkiye'de sınıfın solla, sol hareketle, sosyalist ve komünist
hareketle ilişkisi meselesi üzerinde durmak gerekiyor. Konuşmamın
en başında söylediğim noktaya gelmek istiyorum:
Türkiye'de
sınıfın solla ilişkisi cumhuriyet tarihi boyunca ciddi bir
biçimde engellenmeye ve kesilmeye çalışıldı. O yüzden
Türkiye'de, bu cümle tartışılabilir ama bence, bütün
bir Türkiye tarihi boyunca sınıf hareketiyle sol arasında güçlü
bağlar kurulamadı ve Türkiye'de işçi sınıfı güçlü bir
sol temsile sahip olamadı. Bunun istisnaları var. Zaman zaman bu
temsiliyetin çok daha güçlendiği alanlar, bu temsiliyetin daha ön
plana çıktığı dönemler oldu ama bir bütün olarak Türkiye'de
sınıfın siyasal alanda kendini güçlü bir biçimde temsil
edeceği bir siyasal yapıya kavuştuğunu söylemek zor. 1946
deneyimi çok kısa sürdü. TİP deneyimi bir süre sonra kendi
içerisinde parçalandı ve sınıfın bir bütün olarak
temsiliyetini sağlamaya yetmedi. 1970'lerin ortalarından sonra
TKP ciddi bir etki yarattı sınıf hareketi içerisinde fakat bu da
1978 1979'lardan itibaren ciddi zaaf göstermeye başladı ve
1980'le beraber önemli sorunlar yaşadı. Bir bütün olarak 1980
sonrasına baktığımızda ise sınıfla, emekle sol arasındaki
ilişkilerin ciddi bir biçimde zayıf olduğunu söylemek mümkün.
Burada
panel başlığı çerçevesinde de değerlendirecek olursak, ben
temel problemlerden en önemlilerinden birinin sınıfın, emeğin
bir bütün olarak siyasal temsiliyetini sağlayacak bir yapının ya
da öznenin yaratılamaması olduğunu düşünüyorum. Burada da
nasıl bir siyasal temsile, özneye ihtiyaç var? Zafer Aydın
burada; geçenlerde "Tuzla işçisinin bir partiye ihtiyacı var"
diye bir yazı yazmıştı. Aslında bence böyle bir partiye ihtiyaç
var. Tekel işçisini, Tuzla işçisini, tersane işçisini,
madenciyi, madenlerde iş kazası, iş cinayetleri sonucu yaşamını
kaybedenleri, bütün bu sosyal problemi, sınıf problemini siyasal
alanda bunların mücadelesini verebilecek ve kendisini emeğin ve
sosyal meselenin partisi olarak ifade edecek bir siyasal özneye
ihtiyaç var.
Türkiye'de
buna aday, bunu yapmaya çalışan çok sayıda girişim olduğunu
düşünüyorum. Böyle çok sayıda düşünce olduğu kanaatindeyim
ama böyle bir çekim merkezi yaratılamamasının Türkiye'de emek
hareketinin, sınıf hareketinin en önemli problemi olduğunu
düşünüyorum.
Tabii
bundan sonrası belki bu paneli aşar, en azından benim zamanımı
aşar. Ama şunu söyleyerek tamamlamak istiyorum sözlerimi son
dönemlerde tartışılan konulardan birisi de, yani soldaki
tartışmalardan birisi de bu: kimlik siyaseti, sınıf siyaseti.
Kimlik
meselesi sosyal meseleler etrafında yürütülüyor. Kuşkusuz ben
kimliğe dair meselelerin öneminin olduğunu teslim etmek
gerektiğini düşünüyorum. Etnisite olsun, başka alanlar olsun,
kimlik meselesinin önemli olduğunu ama sosyal meselenin, sınıfsal
meselenin siyasette esas mesele olmaya devam ettiğini düşünüyorum.
Dolayısıyla siyasallaşmada esas eksenin burası olması
gerektiğini düşünüyorum.
O
yüzden de, Kürt sorunu, Alevi sorunu ve benzeri sorunlar çözülse
de biraz şu sosyal meseleler etrafında işimize baksak ve siyaset
yapsak demek geliyor içimden zaman zaman. Çünkü bu meselelerin,
esas meseleyi büyük ölçüde arka plana ittiğini ve kendi
yörüngesine çektiğini düşünüyorum. Tekel işçileri
Türkiye'de o açıdan önem taşıyor. Tekel işçileri bence
Türkiye'nin esas gündeminin, sosyal gündeminin ön plana
çıkmasına yol açtığı için önem taşıyor. Tekel direnişi
böyle bir sosyal sınıfsal meselenin varlığını bir kez daha
hissettirdiği için, bence sonucu ne olursa olsun, başarılı bir
eylem olmuştur. Biraz vaktimi aştım galiba, sabrınız için
teşekkürler.
Sorular
ve Cevaplar
Sol
ve sınıfı ayrı ayrı kavramlarla yorumladınız. Bugüne kadar
benim hiç duymadığım bir yaklaşım bu. Bu konuya bir açıklık
getirebilir misiniz? Çünkü taşıyıcı olan sınıftır, sınıf
olmazsa solun hiçbir anlamı yok
Kullandığım
kavramın anlamı şu: sınıfın siyasallaşmasını kastediyorum ya
da partileşmesi, örgütlüleşmesini. Sınıfın iktisadi bir
kategori olarak, iktisadi bir vaziyet olarak varlığı başka bir
şey. Örgütlenmesi, kendini politik olarak ifade etmesi, politik
mücadele yürütmesi, politik faaliyet yürütmesi farklı bir şey.
O açıdan solla sınıf arasındaki mesafeden söz ettim. Sınıf
pekâlâ ekonomik olarak varolabilir, sömürülebilir fakat
siyasallaşmayabilir, dolayısıyla solla bir bağı olmaz. Tabii ki
sınıf siyasallaştığı zaman varolur, yoksa iktisadi olarak tek
başına sınıf olmaz yahut sadece iktisaden sınıf olur. Kastım
o.
Tuzla'nın,
Tekel'in ve direnen işçilerin ortak partisinden, sınıf
hareketini bütünleştiren bir yapıdan söz ettiniz. Bu
söylediklerinizin mantıki devamı nasıl olabilir?
Esas
soru şu: Sol ya da sosyalistler nasıl bir toplumsal seçenek hâline
gelecekler? İşçi sınıfı nasıl siyasallaşacak? Türkiye'de
emeğin çıkarlarını savunan bir siyasal odak nasıl
oluşturulacak? Nasıl bir sol seçenek oluşturulacak?
Kuşkusuz
hepimizin bu sorulara verebileceği çok farklı yanıtlar olabilir.
Hepimizin teker teker oturduğumuzda yazacağımız çok farklı
programlar, çok farklı metinler de olabilir. Çok basit metinlerle
çok güçlü siyasal hareketler ortaya çıkmıştır. TİP'in ilk
programı bugün üzerinde konuşmaya bile değmeyecek bir
programdır. Çok geri bir programdır TİP'in ilk programı ama
TİP bu çok çok geri programla Türkiye sınıf hareketi içerisinde
çok güçlü bir parti olmuştur. Çok iyi programlar, çok rafine
ifadelerle yazılmış programlarla sonuç alınamadığı
görülmüştür.
Türkiye'de
sol, sosyalistler, sosyalizm neden bir seçenek değil, neden bir
seçenek olmadı ve nasıl bir seçenek hâline getirilecektir?
Kuşkusuz bu büyük soru içerisinde yan yana durabilmeyi sağlayacak
tartışmalar da yapılabilir. Bunun örnekleri var. Almanya'da
bunun örneklerinden birisini Alman Sol Partisi oluşturuyor.
Komünist hareketten gelenler, sosyal demokrat hareketten eleştirel
kopanlar ve sol içinde farklı yerlerde olanlar birleşti. Bu parti,
Almanya'da liberal sosyal demokratlarla muhafazakârlar karşısında
ciddi bir seçenek oluşturabildi. Neden Türkiye'de böyle bir
arayış içinde olmayalım? Ben bu arayışın olduğu ya da bu
arayışın somut özneleri olduğu anlamında sormuyorum ama böyle
sorarsak ya da bunun etrafında çalışırsak ben daha anlamlı
olduğunu düşünüyorum. Böylesine güçlü bir sol seçeneğin
Tuzla için de, Tekel için de anlamlı olabileceğini düşünüyorum.
Çünkü sol bir perspektife sahip olmadan Tekel işçilerinin
yanında olmanın ben olanaksız olduğunu düşünüyorum.
Özelleştirme konusunda, kamu yararı konusunda, kamu hizmeti
konusunda, kamuculuk konusunda bir politikası olmayanın Tekel
işçilerine vereceği destek popülist bir destek olacaktır. CHP
desteği olacaktır. Kent A.Ş. işçilerini işten atacaktır, gidip
Tekel'i destekleyecektir. Abdüllatif Şener, daha önce
Özelleştirme İdaresi Başkanı olur, bugün Tekel işçileri
tarafından omuza alınır.
Dolayısıyla,
sol bir perspektif olmak zorundadır ama bu sol perspektifin illâ
solun belli bir nüansına ait olması gerektiğini düşünmüyorum.
Daha genel bir sol perspektif, sosyal hak savunucusu, emek eksenli
bir sol perspektif olabileceğini düşünüyorum. Bunu solun kendi
iç geleneklerine daralttığınız ve indirgediğiniz zaman, solun
ortak bir yürüyüş gerçekleştiremez. Bunları göz ardı etmek
değil, bunların bir zenginlik olarak birlikte varolması. Bu
Türkiye solunda denendi başarılamadı, denendi başarılamadı ama
başarılamaması bence yanlış olduğu anlamına gelmiyor. Emek
eksenli, sosyal meseleyi esas alan, liberalizm karşıtı, piyasa
karşıtı, neoliberalizm karşıtı bir sol hareketin, sol seçeneğin
yaratılabileceğini düşünüyorum ben.
İşçi
sınıfı hareketinin yükseliş ve gerileme dönemlerini yüzyılın
başından aldınız, değinmelerle, ana noktalarla aktardınız.
Mesela geçmiş yirmi yıl işçi sınıfı hareketi açısından bir
gerileme dönemi olarak nitelendirilebilir ama küçük küçük,
orada burada pek çok hareketlilik var dediniz. İncelemeleriniz
ışığında, bir yandan taşeron işçileri, bir yandan Tekel
işçileri, bir yandan bütün özelleştirme mağdurları, işçi
sınıfının şu andaki mücadelesi yükselme eğilimde mi, gerileme
eğiliminde mi? Sizin çıkarttığınız sonuç hangisi?
Bir
yükseliş dönemi yaşadığımızı düşünüyorum. Ama bu
yükseliş döneminin daha önceki yükseliş dönemlerinden farklı
olarak parçalı bir yükselme olduğunu, kendi içerisinde bir
organizasyonu olmayan, iş bölümü olmayan bir yükselme olduğunu,
bütünsel bir sendikal önderlik olmadığını görmeliyiz. Mesela
89'da geç de olsa sendikal hareketin bütünü işin içine
girmişti. 1995'e kadar böyleydi ama bugün işçi sınıfı
hareketindeki dinamizm ve çeşitlilik şu anki sendikaların kabına
sığmayacak gibi gözüküyor. Çünkü şu anki sendikalar
kendilerini bu hareketliliğe, bu dinamizme uygun örgütlemiyorlar.
Bir kısmı buna adapte olmaya çalışıyor. Mesela Tek Gıda İş
bunun tipik örneklerinden biridir döne döne bu örneği
veriyorum. Ama bütüne baktığımızda, bela çıkmasın diye duran
bir sendikal hareket söz konusu. Yine de ben, trendin bir yükseliş
olduğunu, yalnız farklı bir yükseliş trendi yaşadığımızı
düşünüyorum.