Tarih kitabının "dünya" bölümünde şunlar
yazıyor:
"Bundan ikibin yıl önce, 11 Eylül 2001 tarihi insansoyu için bir dönüm
noktası oldu. Bu tarihte, ABD'nin New York'taki Dünya Ticaret Merkezlerine iki
uçak saldırısı düzenlenmiş, bu saldırılarda merkezler yerle bir olmuş, binlerce
insan ölmüştü. Aynı gün Pentagon'a yine bir başka uçak saldırısı gerçekleşmişti.
Bu saldırıları bahane eden ABD, Afganistan'dan başlayarak, dünyanın diğer
ülkelerine birer birer saldırıya geçti.
Afganistan'ı yerle bir etti, binlerce
masum insanı öldürdü. Afganistan'ın ardından Irak geldi. Sıradan insanların
canlarını yitirmesi, kültürel değerlerin yok olması, tarihi mirasların yerle bir
edilmesi gibi konular ABD'yi hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. ABD yönetiminin gözü
dönmüştü bir kere. ABD, 11 Eylül saldırıları nedeniyle kendini haklı görüyor,
şiddete ve savaşa başvurma planlarına meşruiyet kazanmaya çalışıyordu. Oysa
ABD'nin asıl kendi tarihi hiç de masum değildi. Daha oluşumunun ilk aşamalarında
Amerika kıtasının yerlileri olan Kızılderili halkı yok ederek kurulmuştu.
Ardından Amerikan İç Savaşı'na kadar Afrika kıtasından zorla getirdiği Siyahlara
karşı kölelik uygulamıştı. Onlara zulüm yapmıştı.
"Bununla kalmayıp, ayrı bir yüzyıl, kapitalizm denilen düzenin son
dönemlerinde dünyanın diğer ülkelerini çeşitli ekonomik, politik mekanizmalarla
ve savaş mekanizmalarıyla boyunduruk altına alıyordu. Bu arada kendine sadık
müttefikleri olan İngiltere ve İsrail'e çok fazla güveniyordu. Bu ülkeler de ona
arka çıkıyor, onun emirlerini harfiyen yerine getiriyordu. İsrail, aldığı
kuvvetle Filistin halkını bombaladı. ABD paranoya denilecek derecede, başta Irak
olmak üzere, "terörist" diye nitelendirdiği çeşitli ülkelerin kendisine yönelik
tehlikeli kimyasal kitle imha silahları ürettiğini öne sürüyordu. Çok geçmeden,
bu defa ABD atom silahlarını kendisi devreye soktu. Birer birer bu ülkelere atom
bombaları atmaya başladı. Ardından müttefikleri de kimyasal silahları devreye
soktu. Önce Ortadoğu'da, buradan yayılarak Uzakdoğu ve Doğu Avrupa topraklarında
kimyasal silahların ve atom bombalarının etkisiyle hiçbir canlı türü ayakta
kalamadı. Ancak atom bombalarının etkisi canlıları yok etmekle sınırlı değildi.
Büyük depremler ve patlamalar yaşandı. Çok kısa bir süre içerisinde dünyanın
merkezine doğru büyük bir darbe kuvveti yarattı, bu kuvvet ABD'nin bulunduğu
Amerika kıtasının da sular altında kalarak yok olmasına neden oldu. İşte dünya
adı verilmiş olan gezegende canlıların sonu böyle oldu. Hepsi yok oldu."
Tarihin çöplüğünü boylamak böyle bir şey olsa gerek. Ancak insanlığın sonunun
böyle olmaması için hâlâ bir şansımız var. Çünkü insanlık bu sonu hak etmiyor.
Bu hikâyede tarihin çöplüğüne atılmayı hak eden varsa, o da savaş çığırtkanı ABD
ve uyguladığı yöntemleri ve tabii ki onun politikalarına göz yuman ve sessiz
kalan diğer ülkelerin yönetimleri. İnsanlık bu gidişata son verme kudretine
sahip. Dünyadaki gelişmeler, insanların giderek artan bir oranda ABD
emperyalizminin farkına vardıklarını gösteriyor. Ancak bu bilincin aynı zamanda
ABD'yi durdurmayı sağlayabilecek bir iradeye dönüşmesi gerekir.
Amerikan politikaları hakkında 20. yüzyıl boyunca, yani bir asırdır öyle çok
şey yazıldı ki, ne yazsanız, bunda yeni bir şey yok denebilir. Ama Amerikan
politikalarının tüm eskiliğine ve köhnemişliğine karşın ABD niçin aynı malzemeyi
dönüp dolaşıp dünyaya yutturabiliyor? Literatürde "kapitalizmin kendini yeniden
üretmesi" bu olsa gerek. Bu yeniden üretmeyi, ayrıca, toplumsal belleğin
silinmesini sağlayarak yapmaya çalışıyor. Oysa insanlık, her kuşakta geriye
dönüp tarihten ders çıkarmayı becerebilmelidir.
Osman Ulagay
Oysa, bu dersi çıkaramayanlar, ABD'yi yeniden keşfedercesine, saldırgan
politikalarını da yeniden keşfediyor gibiler. Dolayısıyla, Amerikan
"demokrasisi"nin nasıl olup da böyle bir dönüşüm yaşayabildiğine şaşıp
kalıyorlar. Çok geç de olsa, ABD'nin saldırganlığına tepki gösterenlerden biri
olan Osman Ulagay, Hedefteki Amerika-11 Eylül Şoku kitabında şunları belirtiyor:
"ABD'nin 11 Eylül'ün derslerini en dar kapsamda okuyarak bütün ağırlığını hoşuna
gitmeyen rejimleri askeri güç kullanarak devirmeye vermiş olması ve yaygın
hoşnutsuzluğa yol açan küresel düzeni herkese zorla kabul ettirmeye odaklanması
fevkalade kaygı verici bir gelişme. ABD'nin bu tutumu 11 Eylül'ün asıl önemli
mesajının tamamen gözardı edildiğini gösteriyor. 11 Eylül, her şeyden önce
ABD'nin dünyaya tek başına hükmetme hevesine karşı bir tepkiydi bence." Küresel
düzeni "adil" olması koşuluyla savunan biri olarak Ulagay'ın ABD'nin "dünyaya
tek başına hükmetme hevesi" içerisinde olduğunu sonunda görmesine herhalde
"malumu ilam" ettiğini söylemekten başka bir şey denemez.
Joseph
Stiglitz
"Malumu ilam" edenlerden bir diğeri, Dünya Bankası'nın bir zamanlar tepesinde
bulunan Joseph Stiglitz. 2001 yılında Nobel Ekonomi Ödülü alan Stiglitz,
Küreselleşme Büyük Hayal Kırıklığı isimli kitapta, "küreselleşmeyi yönlendiren
yasaların, İMF politikalarının dünyada adil bir düzen yaratamadığını ve eski
sorunlarla birlikte yarattığı yeni sorunlarla daha adaletsiz bir dünya ortaya
çıktığını" belirtiyor. Bu görüşleri sonucunda Dünya Bankası ile çatışarak
ayrılan Stiglitz'in görüşlerine göre, "İMF'nin ekonomik bakımdan zora düşmüş
ülkelere dayattığı bütçe harcamalarının kısıtlanması, sıkı para politikası ve
yüksek faiz politikası yanlış" ve "İMF, gittiği ülkelerde sömürge sahibi gibi
davranıyor, ülkelerdeki yoksullaşmanın had boyutlara ulaşmasıyla hiç
ilgilenmiyor" ve "ülkelerin İMF'nin talimatlarına hiç tartışmadan uygulamalarını
bekliyor". Stiglitz'in de söylediklerinde hiç yeni bir şey yok, üstelik bu ilan
ettikleri, gerçeklerin yalnızca bir boyutu. Ama Stiglitz'in özellikle bir
zamanlar Dünya Bankası'nın en tepelerinde yer almış bir kişi olarak bu görüşleri
bildirmesi, kapitalizm cephesinde bir şeylerin çatırdamaya başladığının da bir
göstergesi kanımca. Stiglitz örneğini şunun için verdim. Bugün İMF
politikalarının esas olarak ABD çıkarına işlediğini görmeyen yoktur. İMF'nin
uluslararası finans merkezlerinin temsilcisi olduğunu yine Stiglitz belirtiyor.
Bunların başını ise ABD'li finans kuruluşları çekiyor. Bu finans kuruluşları
arasında bulunan ulusötesi enerji-petrol şirketleri, bugün Ortadoğu'da Suudi
Arabistan ve Irak'ın petrol yatakları üzerinde tek başına söz sahibi olmak
istiyor. Bu bölgede 2. dünya savaşından bu yana her türlü entrikanın, savaşın
kışkırtılmasının, bugün ABD tarafından daha da pervasız ve uluslararası hukuku
da çiğneyerek orman hukukuyla hareket etmesi bundan. ABD açısından insan
hayatının, bölgedeki Arap-Kürt ve diğer halklara yaşatılabilecek bir soykırımın
hiçbir önemi yok. Bugün en sıradan savaş karşıtı eylemde bu bağlamın şu sözlerde
ifadesini bulduğunu görüyoruz: "petrol için kan akmasın".
Noam Chomsky
Yukarıda zaten bildik şeyleri söyleyenlere karşın, Amerika'nın
politikalarının gerçek yüzünü uzun yıllardır ortaya koymaya çalışan Noam
Chomsky, 14 Aralık 2002'de Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu'nun
İstanbul'da düzenlediği Barış ve Demokrasi sempozyumunda yaptığı konuşmada,
"niçin şimdi, niçin Irak" sorularına aradığı yanıtta; Ortadoğu'nun bugün en
büyük petrol kaynağına sahip ülkelerinden biri olan Irak'ın petrollerinin
mutlaka ama mutlaka ABD ve İngilizlerin kontrolünde tutulmasının amaçlandığını,
baskının arttırılabilmesi için ise bir bahanenin bulunması gerektiğini, bu
bahanenin de "teröre karşı savaş" olacağını belirtiyordu. Kaldı ki, ABD'nin
yalnızca bu bölgede değil, dünyanın hemen her yerinde teröre karşı savaş
bahanesiyle kendi çıkarlarını savunacak mekanizmaları harekete geçirdiğini,
Irak'a yönelik saldırganlığının da şaşırtıcı olmadığını belirtiyordu. "Terör"e
karşı savaşı meşrulaştırmak için ABD, daima içeride korku üretmiş,
vatandaşlarını hep bir dış düşmana karşı kışkırtmış. Chomsky, aynı gün NTV'ye
yaptığı açıklamada, Pentagon'un gizli belgelerinin açıklanmasıyla, 1991'deki
Körfez savaşındaki Amerikan hükümetinin başında bulunan Bush hükümetinin
politikasını; "ABD, saldıracağı bir ülkeyle karşı karşıya bulunduğu takdirde,
bunu derhal ve acil bir şekilde uygulamaya sokmaktadır ki, kendisine karşı tepki
örgütlenemesin, yandaşlarını yitirmesin" şeklinde özetliyordu. Bugün de
özellikle 11 Eylül'ün ardından bu politikanın sürdüğü, Afganistan örneğiyle
görülmektedir. Bu nedenle Afganistan, dünya kamuoyunun belleğinden çok hızlı bir
şekilde silinmeye yüz tutmuştur. Ancak Chomsky, bugün hem Avrupa halklarının hem
Amerikan halkının Irak savaşına karşı çıktığını belirtmektedir. Amerikan
halkının, bugün Vietnam döneminden daha kitlesel savaş karşıtı gösterilerle
savaş istemediğini gösterdiğini, ancak medyanın bunu gizlemek için elinden
geleni yaptığını söylüyor. Chomsky, bu savaş karşısında Türkiye halkının önünde
iki seçenek bulunduğunu; ya tercihini savaştan yana kullanacağını ya da savaşa
karşı güçlü bir karşı çıkış sergileyerek savaşı önleyebileceğini söylüyordu. Bu
seçenek henüz geçerliliğini yitirmiş değil, Türkiye'de savaş karşıtları,
ilericiler, devrimciler, sosyalistler ve komünistler hâlâ savaşı
durdurabilirler.
TKP
Bugünkü gelişmelere ayna tutması açısından, Türkiye Komünist Partisi'nin 5.
Kongre Belgeleri içerisindeki "Mustafa Suphi 100. Yıl Tezleri"nde daha 1984'te
ifade edilen şu açıklamalara önemli gördüğüm için, burada yer vermek istiyorum:
"Emperyalizmin, en başta Amerikan emperyalizminin saldırgan politikasından
kaynaklanan nükleer bir savaş tehlikesinin arttığı günümüz koşullarında dünya
barışının savunulması, en temel ve en ivedi görevdir." Özellikle Türkiye'nin
konumu açısından bu görevin ülkemiz için yakıcı olduğunun belirtildiği bu
belgede şu vurgu yapılıyor: "Türkiye, çıkabilecek bir nükleer savaşın ilk
dakikalarında yok olmak, bölgesel bir savaşın içine sürüklenmek tehlikesiyle
karşı karşıyadır." Türkiye'nin Amerikan emperyalizmine bağımlılığının bu
tehlikeyi arttırdığına dikkat çekilen belgede bu bağımlılığın ülkemizin bağımsız
ve barışçı bir dış politika izlemesini engellediği belirtiliyor ve bu nedenle
"TKP, ABD ile bağlanan ikili kölelik anlaşmalarının yırtılmasını,
topraklarımızdaki Amerikan ve NATO üslerinin sökülüp atılmasını, ülkemizin
barışçı geleceğini sağlamanın temel önkoşulları olarak görüyor" deniyordu. O
dönem ne kadar haklı ve bugün de geçerliliğini koruyan doğru bir talep!
ABD
ABD, şantaj, dayatma ve aldatmalarla aldırdığı 1441 sayılı Güvenlik Konseyi
kararını öne sürerek bugün uluslararası hukuka ve BM hukukuna dayanarak adım
atıyormuş gibi yapıyor. Zaten diğer ülkelerin ABD'ye açık bir tavır
göstermelerinin önünde engel olarak bu "hukuk" da var. Ancak ABD hiçbir hukuki
veya bürokratik engeli umursamıyor da. Örneğin bir yandan Irak'ın kimyasal
silahların bulunmadığını ispatlamasını istiyor, öte yandan Irak'ın Birleşmiş
Milletler'in her türlü denetimine kapılarını açtıktan sonra, herhangi bir kitle
imha silahının bulunamamasını ve bu silahların varlığına dair bir delilin
olmayışını hiç ama hiç önemsemiyor. ABD savunma bakanı Rumsfeld, "delilin
olmayışı, olmadığının delili değildir" diyor, o kadar! Hatırlanacağı gibi, Bush,
İngiltere Başbakanı Blair ile yaptığı görüşmede de, Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi'nden Irak'a saldırıya meşruiyet kazandıracak bir kararın çıkmasını
memnuniyetle karşılayacağını, ama bunun "çok da gerekli olmadığını" belirtmişti.
Kısacası Amerikan hükümeti, Irak'a saldırmaya çok uzun bir süre önce karar
vermiş. Pentagon bu karar doğrultusunda, savaş hazırlıklarını çoktan başlatmış
durumda ve bölgeye ordusunu ve binlerce askerini yığmış durumda.
Ama herşeye rağmen, Amerikan hükümeti, bu hazırlıklarının yanı sıra
diplomatik çabalarını sürdürecek ve yeterli sayıda yandaş toplamak için
uğraşmaya devam edecektir. Ayrıca, her ne kadar Rusya, Fransa ve Almanya ve
diğer birçok ülke kendi ülke çıkarına uymadığı için savaşa karşı bir tutum alsa
da, Nato'da görüş ayrılıkları var dense de, neticede hiçbiri sürekli olarak ABD
ile arasının bozulmasını istemeyecek. Dolayısıyla hiçbiri, özellikle savaş
sonrası paylaşılacak pastadan kendisine düşebilecek paydan feragat edip tek
başına muhalefet olarak kalmak da istemeyecektir. Ancak bu ülke halklarının
savaşa karşı tutumu önem arz etmeye ve hükümetlerin tavrını etkilemeye devam
edecek. Milyonlarca göstericinin "Irak'ta Savaşa Hayır" diyerek gösteri yapması,
daha şimdiden İngiliz başbakanı Blair, İspanya başbakanı Aznar ve İtalya
başbakanı Berlusconi'yi en azından halkla ilişkiler manevrası yapmak zorunda
bıraktı. Fransa ve Almanya hükümetleri ise biraz daha cesaret kazanmış gibi
görünüyorlar.
Bildiğiniz gibi, Avrupa'nın
yanı sıra dünyanın birçok ülkesinden savaş karşıtı eylemlilikler içerisinde
canlı kalkan olarak Bağdat'a insanlar gitti. Türkiye'den Irak'a giden canlı
kalkanlardan biri olarak İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi yöneticilerinden
Şaban Dayanan niçin gittiği sorusuna şöyle cevap veriyor: "Kendi çocuğum için
gidiyorum. Kendi çocuğumun ağlaması beni nasıl incitiyorsa, bir Iraklı çocuğun
ağlamasını da istemiyorum. Savaş sanayiine karşı bir bireyin yapabileceklerinin
olduğunu göstermek için gidiyorum" diyor. Savaşa karşı bir kişinin dahi çok şey
yapabileceği bu sözlerde saklı; hep birlikte ise sonucu değiştirebiliriz. Haydi
örgütlenmeye, haydi alanlara!