Sosyalist Dergi: 12 |  Fatma Şenden |
MALUMU İLAMIN ÖTESİNE GEÇEBİLMEK

     Tarih kitabının "dünya" bölümünde şunlar yazıyor:
     "Bundan ikibin yıl önce, 11 Eylül 2001 tarihi insansoyu için bir dönüm noktası oldu. Bu tarihte, ABD'nin New York'taki Dünya Ticaret Merkezlerine iki uçak saldırısı düzenlenmiş, bu saldırılarda merkezler yerle bir olmuş, binlerce insan ölmüştü. Aynı gün Pentagon'a yine bir başka uçak saldırısı gerçekleşmişti. Bu saldırıları bahane eden ABD, Afganistan'dan başlayarak, dünyanın diğer ülkelerine birer birer saldırıya geçti.


     Afganistan'ı yerle bir etti, binlerce masum insanı öldürdü. Afganistan'ın ardından Irak geldi. Sıradan insanların canlarını yitirmesi, kültürel değerlerin yok olması, tarihi mirasların yerle bir edilmesi gibi konular ABD'yi hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. ABD yönetiminin gözü dönmüştü bir kere. ABD, 11 Eylül saldırıları nedeniyle kendini haklı görüyor, şiddete ve savaşa başvurma planlarına meşruiyet kazanmaya çalışıyordu. Oysa ABD'nin asıl kendi tarihi hiç de masum değildi. Daha oluşumunun ilk aşamalarında Amerika kıtasının yerlileri olan Kızılderili halkı yok ederek kurulmuştu. Ardından Amerikan İç Savaşı'na kadar Afrika kıtasından zorla getirdiği Siyahlara karşı kölelik uygulamıştı. Onlara zulüm yapmıştı.
     "Bununla kalmayıp, ayrı bir yüzyıl, kapitalizm denilen düzenin son dönemlerinde dünyanın diğer ülkelerini çeşitli ekonomik, politik mekanizmalarla ve savaş mekanizmalarıyla boyunduruk altına alıyordu. Bu arada kendine sadık müttefikleri olan İngiltere ve İsrail'e çok fazla güveniyordu. Bu ülkeler de ona arka çıkıyor, onun emirlerini harfiyen yerine getiriyordu. İsrail, aldığı kuvvetle Filistin halkını bombaladı. ABD paranoya denilecek derecede, başta Irak olmak üzere, "terörist" diye nitelendirdiği çeşitli ülkelerin kendisine yönelik tehlikeli kimyasal kitle imha silahları ürettiğini öne sürüyordu. Çok geçmeden, bu defa ABD atom silahlarını kendisi devreye soktu. Birer birer bu ülkelere atom bombaları atmaya başladı. Ardından müttefikleri de kimyasal silahları devreye soktu. Önce Ortadoğu'da, buradan yayılarak Uzakdoğu ve Doğu Avrupa topraklarında kimyasal silahların ve atom bombalarının etkisiyle hiçbir canlı türü ayakta kalamadı. Ancak atom bombalarının etkisi canlıları yok etmekle sınırlı değildi. Büyük depremler ve patlamalar yaşandı. Çok kısa bir süre içerisinde dünyanın merkezine doğru büyük bir darbe kuvveti yarattı, bu kuvvet ABD'nin bulunduğu Amerika kıtasının da sular altında kalarak yok olmasına neden oldu. İşte dünya adı verilmiş olan gezegende canlıların sonu böyle oldu. Hepsi yok oldu."
     Tarihin çöplüğünü boylamak böyle bir şey olsa gerek. Ancak insanlığın sonunun böyle olmaması için hâlâ bir şansımız var. Çünkü insanlık bu sonu hak etmiyor. Bu hikâyede tarihin çöplüğüne atılmayı hak eden varsa, o da savaş çığırtkanı ABD ve uyguladığı yöntemleri ve tabii ki onun politikalarına göz yuman ve sessiz kalan diğer ülkelerin yönetimleri. İnsanlık bu gidişata son verme kudretine sahip. Dünyadaki gelişmeler, insanların giderek artan bir oranda ABD emperyalizminin farkına vardıklarını gösteriyor. Ancak bu bilincin aynı zamanda ABD'yi durdurmayı sağlayabilecek bir iradeye dönüşmesi gerekir.
     Amerikan politikaları hakkında 20. yüzyıl boyunca, yani bir asırdır öyle çok şey yazıldı ki, ne yazsanız, bunda yeni bir şey yok denebilir. Ama Amerikan politikalarının tüm eskiliğine ve köhnemişliğine karşın ABD niçin aynı malzemeyi dönüp dolaşıp dünyaya yutturabiliyor? Literatürde "kapitalizmin kendini yeniden üretmesi" bu olsa gerek. Bu yeniden üretmeyi, ayrıca, toplumsal belleğin silinmesini sağlayarak yapmaya çalışıyor. Oysa insanlık, her kuşakta geriye dönüp tarihten ders çıkarmayı becerebilmelidir.

     Osman Ulagay
     Oysa, bu dersi çıkaramayanlar, ABD'yi yeniden keşfedercesine, saldırgan politikalarını da yeniden keşfediyor gibiler. Dolayısıyla, Amerikan "demokrasisi"nin nasıl olup da böyle bir dönüşüm yaşayabildiğine şaşıp kalıyorlar. Çok geç de olsa, ABD'nin saldırganlığına tepki gösterenlerden biri olan Osman Ulagay, Hedefteki Amerika-11 Eylül Şoku kitabında şunları belirtiyor: "ABD'nin 11 Eylül'ün derslerini en dar kapsamda okuyarak bütün ağırlığını hoşuna gitmeyen rejimleri askeri güç kullanarak devirmeye vermiş olması ve yaygın hoşnutsuzluğa yol açan küresel düzeni herkese zorla kabul ettirmeye odaklanması fevkalade kaygı verici bir gelişme. ABD'nin bu tutumu 11 Eylül'ün asıl önemli mesajının tamamen gözardı edildiğini gösteriyor. 11 Eylül, her şeyden önce ABD'nin dünyaya tek başına hükmetme hevesine karşı bir tepkiydi bence." Küresel düzeni "adil" olması koşuluyla savunan biri olarak Ulagay'ın ABD'nin "dünyaya tek başına hükmetme hevesi" içerisinde olduğunu sonunda görmesine herhalde "malumu ilam" ettiğini söylemekten başka bir şey denemez.

     Joseph Stiglitz
     "Malumu ilam" edenlerden bir diğeri, Dünya Bankası'nın bir zamanlar tepesinde bulunan Joseph Stiglitz. 2001 yılında Nobel Ekonomi Ödülü alan Stiglitz, Küreselleşme Büyük Hayal Kırıklığı isimli kitapta, "küreselleşmeyi yönlendiren yasaların, İMF politikalarının dünyada adil bir düzen yaratamadığını ve eski sorunlarla birlikte yarattığı yeni sorunlarla daha adaletsiz bir dünya ortaya çıktığını" belirtiyor. Bu görüşleri sonucunda Dünya Bankası ile çatışarak ayrılan Stiglitz'in görüşlerine göre, "İMF'nin ekonomik bakımdan zora düşmüş ülkelere dayattığı bütçe harcamalarının kısıtlanması, sıkı para politikası ve yüksek faiz politikası yanlış" ve "İMF, gittiği ülkelerde sömürge sahibi gibi davranıyor, ülkelerdeki yoksullaşmanın had boyutlara ulaşmasıyla hiç ilgilenmiyor" ve "ülkelerin İMF'nin talimatlarına hiç tartışmadan uygulamalarını bekliyor". Stiglitz'in de söylediklerinde hiç yeni bir şey yok, üstelik bu ilan ettikleri, gerçeklerin yalnızca bir boyutu. Ama Stiglitz'in özellikle bir zamanlar Dünya Bankası'nın en tepelerinde yer almış bir kişi olarak bu görüşleri bildirmesi, kapitalizm cephesinde bir şeylerin çatırdamaya başladığının da bir göstergesi kanımca. Stiglitz örneğini şunun için verdim. Bugün İMF politikalarının esas olarak ABD çıkarına işlediğini görmeyen yoktur. İMF'nin uluslararası finans merkezlerinin temsilcisi olduğunu yine Stiglitz belirtiyor. Bunların başını ise ABD'li finans kuruluşları çekiyor. Bu finans kuruluşları arasında bulunan ulusötesi enerji-petrol şirketleri, bugün Ortadoğu'da Suudi Arabistan ve Irak'ın petrol yatakları üzerinde tek başına söz sahibi olmak istiyor. Bu bölgede 2. dünya savaşından bu yana her türlü entrikanın, savaşın kışkırtılmasının, bugün ABD tarafından daha da pervasız ve uluslararası hukuku da çiğneyerek orman hukukuyla hareket etmesi bundan. ABD açısından insan hayatının, bölgedeki Arap-Kürt ve diğer halklara yaşatılabilecek bir soykırımın hiçbir önemi yok. Bugün en sıradan savaş karşıtı eylemde bu bağlamın şu sözlerde ifadesini bulduğunu görüyoruz: "petrol için kan akmasın".

     Noam Chomsky
     Yukarıda zaten bildik şeyleri söyleyenlere karşın, Amerika'nın politikalarının gerçek yüzünü uzun yıllardır ortaya koymaya çalışan Noam Chomsky, 14 Aralık 2002'de Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu'nun İstanbul'da düzenlediği Barış ve Demokrasi sempozyumunda yaptığı konuşmada, "niçin şimdi, niçin Irak" sorularına aradığı yanıtta; Ortadoğu'nun bugün en büyük petrol kaynağına sahip ülkelerinden biri olan Irak'ın petrollerinin mutlaka ama mutlaka ABD ve İngilizlerin kontrolünde tutulmasının amaçlandığını, baskının arttırılabilmesi için ise bir bahanenin bulunması gerektiğini, bu bahanenin de "teröre karşı savaş" olacağını belirtiyordu. Kaldı ki, ABD'nin yalnızca bu bölgede değil, dünyanın hemen her yerinde teröre karşı savaş bahanesiyle kendi çıkarlarını savunacak mekanizmaları harekete geçirdiğini, Irak'a yönelik saldırganlığının da şaşırtıcı olmadığını belirtiyordu. "Terör"e karşı savaşı meşrulaştırmak için ABD, daima içeride korku üretmiş, vatandaşlarını hep bir dış düşmana karşı kışkırtmış. Chomsky, aynı gün NTV'ye yaptığı açıklamada, Pentagon'un gizli belgelerinin açıklanmasıyla, 1991'deki Körfez savaşındaki Amerikan hükümetinin başında bulunan Bush hükümetinin politikasını; "ABD, saldıracağı bir ülkeyle karşı karşıya bulunduğu takdirde, bunu derhal ve acil bir şekilde uygulamaya sokmaktadır ki, kendisine karşı tepki örgütlenemesin, yandaşlarını yitirmesin" şeklinde özetliyordu. Bugün de özellikle 11 Eylül'ün ardından bu politikanın sürdüğü, Afganistan örneğiyle görülmektedir. Bu nedenle Afganistan, dünya kamuoyunun belleğinden çok hızlı bir şekilde silinmeye yüz tutmuştur. Ancak Chomsky, bugün hem Avrupa halklarının hem Amerikan halkının Irak savaşına karşı çıktığını belirtmektedir. Amerikan halkının, bugün Vietnam döneminden daha kitlesel savaş karşıtı gösterilerle savaş istemediğini gösterdiğini, ancak medyanın bunu gizlemek için elinden geleni yaptığını söylüyor. Chomsky, bu savaş karşısında Türkiye halkının önünde iki seçenek bulunduğunu; ya tercihini savaştan yana kullanacağını ya da savaşa karşı güçlü bir karşı çıkış sergileyerek savaşı önleyebileceğini söylüyordu. Bu seçenek henüz geçerliliğini yitirmiş değil, Türkiye'de savaş karşıtları, ilericiler, devrimciler, sosyalistler ve komünistler hâlâ savaşı durdurabilirler.

     TKP
     Bugünkü gelişmelere ayna tutması açısından, Türkiye Komünist Partisi'nin 5. Kongre Belgeleri içerisindeki "Mustafa Suphi 100. Yıl Tezleri"nde daha 1984'te ifade edilen şu açıklamalara önemli gördüğüm için, burada yer vermek istiyorum: "Emperyalizmin, en başta Amerikan emperyalizminin saldırgan politikasından kaynaklanan nükleer bir savaş tehlikesinin arttığı günümüz koşullarında dünya barışının savunulması, en temel ve en ivedi görevdir." Özellikle Türkiye'nin konumu açısından bu görevin ülkemiz için yakıcı olduğunun belirtildiği bu belgede şu vurgu yapılıyor: "Türkiye, çıkabilecek bir nükleer savaşın ilk dakikalarında yok olmak, bölgesel bir savaşın içine sürüklenmek tehlikesiyle karşı karşıyadır." Türkiye'nin Amerikan emperyalizmine bağımlılığının bu tehlikeyi arttırdığına dikkat çekilen belgede bu bağımlılığın ülkemizin bağımsız ve barışçı bir dış politika izlemesini engellediği belirtiliyor ve bu nedenle "TKP, ABD ile bağlanan ikili kölelik anlaşmalarının yırtılmasını, topraklarımızdaki Amerikan ve NATO üslerinin sökülüp atılmasını, ülkemizin barışçı geleceğini sağlamanın temel önkoşulları olarak görüyor" deniyordu. O dönem ne kadar haklı ve bugün de geçerliliğini koruyan doğru bir talep!

     ABD
     ABD, şantaj, dayatma ve aldatmalarla aldırdığı 1441 sayılı Güvenlik Konseyi kararını öne sürerek bugün uluslararası hukuka ve BM hukukuna dayanarak adım atıyormuş gibi yapıyor. Zaten diğer ülkelerin ABD'ye açık bir tavır göstermelerinin önünde engel olarak bu "hukuk" da var. Ancak ABD hiçbir hukuki veya bürokratik engeli umursamıyor da. Örneğin bir yandan Irak'ın kimyasal silahların bulunmadığını ispatlamasını istiyor, öte yandan Irak'ın Birleşmiş Milletler'in her türlü denetimine kapılarını açtıktan sonra, herhangi bir kitle imha silahının bulunamamasını ve bu silahların varlığına dair bir delilin olmayışını hiç ama hiç önemsemiyor. ABD savunma bakanı Rumsfeld, "delilin olmayışı, olmadığının delili değildir" diyor, o kadar! Hatırlanacağı gibi, Bush, İngiltere Başbakanı Blair ile yaptığı görüşmede de, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nden Irak'a saldırıya meşruiyet kazandıracak bir kararın çıkmasını memnuniyetle karşılayacağını, ama bunun "çok da gerekli olmadığını" belirtmişti. Kısacası Amerikan hükümeti, Irak'a saldırmaya çok uzun bir süre önce karar vermiş. Pentagon bu karar doğrultusunda, savaş hazırlıklarını çoktan başlatmış durumda ve bölgeye ordusunu ve binlerce askerini yığmış durumda.
     Ama herşeye rağmen, Amerikan hükümeti, bu hazırlıklarının yanı sıra diplomatik çabalarını sürdürecek ve yeterli sayıda yandaş toplamak için uğraşmaya devam edecektir. Ayrıca, her ne kadar Rusya, Fransa ve Almanya ve diğer birçok ülke kendi ülke çıkarına uymadığı için savaşa karşı bir tutum alsa da, Nato'da görüş ayrılıkları var dense de, neticede hiçbiri sürekli olarak ABD ile arasının bozulmasını istemeyecek. Dolayısıyla hiçbiri, özellikle savaş sonrası paylaşılacak pastadan kendisine düşebilecek paydan feragat edip tek başına muhalefet olarak kalmak da istemeyecektir. Ancak bu ülke halklarının savaşa karşı tutumu önem arz etmeye ve hükümetlerin tavrını etkilemeye devam edecek. Milyonlarca göstericinin "Irak'ta Savaşa Hayır" diyerek gösteri yapması, daha şimdiden İngiliz başbakanı Blair, İspanya başbakanı Aznar ve İtalya başbakanı Berlusconi'yi en azından halkla ilişkiler manevrası yapmak zorunda bıraktı. Fransa ve Almanya hükümetleri ise biraz daha cesaret kazanmış gibi görünüyorlar.
     Bildiğiniz gibi, Avrupa'nın yanı sıra dünyanın birçok ülkesinden savaş karşıtı eylemlilikler içerisinde canlı kalkan olarak Bağdat'a insanlar gitti. Türkiye'den Irak'a giden canlı kalkanlardan biri olarak İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi yöneticilerinden Şaban Dayanan niçin gittiği sorusuna şöyle cevap veriyor: "Kendi çocuğum için gidiyorum. Kendi çocuğumun ağlaması beni nasıl incitiyorsa, bir Iraklı çocuğun ağlamasını da istemiyorum. Savaş sanayiine karşı bir bireyin yapabileceklerinin olduğunu göstermek için gidiyorum" diyor. Savaşa karşı bir kişinin dahi çok şey yapabileceği bu sözlerde saklı; hep birlikte ise sonucu değiştirebiliriz. Haydi örgütlenmeye, haydi alanlara!
 
Yazarın Diğer Yazıları
 Tarih Zülfü Dicleli'yi Nasıl Yazacak?
 Sosyal Politikada Dönüşümler
 Sosyal Güvenlikte Yıkıma İzin Vermeyelim!
 Görünmeyen Fabrikanın Görünmeyen İşçileri
 8 Mart Niçin Emekçi Kadınlar Günüdür?
 Almanya'da İşçi Sınıfı Sosyal Kazanımlarına Sahip Çıkabilecek mi?
 Yoksullaşma Diz Boyu
 Neo-Liberal "Yükselen Değerler"
 İş Kanunu Kıskacında Kadın
 HÜRRİYET'TEN ALINTILAR
 MALUMU İLAMIN ÖTESİNE GEÇEBİLMEK
 Sosyal güvenlik reformu
 8 MART VE KADINLAR
 BOZ MEHMET’İ ANLAMAK
 11 EYLÜL'ÜN ARDINDAN