Arşivlerde duruyor; daha altı ay önce CİA'nın düşünce üretim merkezi Rand,"Türkiye bölgesinde yıldız gibi parlıyor, dünya devleti oluyor" diyerek yerli egemenlerin ağzına bir parmak bal çalıyor, bu yorumla kendilerinden geçen devlet adamları ve medya da "ekonomi düze çıktı, dünyaya parmak ısırtan başarı" diyerek İMF'nin dayattığı sömürgeleştirme programını yere göğe koyamıyordu.
Önce Kasım krizi geldi, bütün cilalar döküldü. En kodaman kapitalistlerin örgütü TÜSİAD, "uçurumun kenarındayız" diye ortaya çıktı. İstanbul Ticaret Odası başkanı ekonominin yıkıma gittiğini belirterek Milli Güvenlik Kurulu'nun ekonomiye el koymasını ve bir "teknokratlar Hükümeti" oluşturmasını istedi. İstanbul Sanayi Odası da aynı talebi destekledi.
İMF diktesiyle hareket eden, bağımsız düşünme ve davranma yeteneğini tümden kaybeden iktidar koalisyonu yıkım programını fütursuzca uygulamaya devam etti. Cari açık sürdürülemez boyutlara yükselince finans sermayesi bir hamle yaptı, dövizi ve faizleri patlattı. ABD'nin başını çektiği uluslararası sermayenin uzun dönemli ortak çıkarları açısından bir strateji uygulamaya çalışan İMF yetkililerinin politikasıyla "her koyunun kendi bacağından asıldığı" kapitalist rekabet koşullarında kendi kârlarını azamileştirmekten başka bir şey gözetmesi imkânsız olan ve bu yüzden kısa vadeli davranışlarıyla uzun vadeli stratejileri boşa çıkartan tek tek kapitalist aktörlerin didişmesi sürecinde İMF programı çöktü. Şubat krizi işte böyle patlak verdi.
Sözümona "yıldız gibi parlayan" Türkiye kapitalizmi bu kez emperyalist merkezlerde yeniden "Boğaz'daki hasta adam" ilan edildi, "dünyanın baş ağrısı" olarak tanımlandı. İşçileri ve emekçileri soymakta, kamu kaynaklarını yağmalamakta, ülkeyi faiz batağına sürükleyip ağır kanamalı hastaya çevirmekte işbirliği yapan yerli ve yabancı kapitalistler bu kez çöküşün sorumluluğunu birbirlerine atmaya başladılar. Kimin daha kleptokrat, kimin daha vurguncu olduğu konusunda kayıkçı dövüşüne tutuştular. Yerli kapitalistler emperyalizmin desteği olmadan, emperyalistler de yerli kapitalistlerin işbirliği olmadan sömürü düzenini sürdüremezler. Herkesçe bilinen bu gerçek bir kez daha doğrulandı ve ikisi birbirine muhtaç olan, bir başka deyişle sembiyotik bir ilişki içinde olan bu güçlerin daha güçlü tarafını oluşturan emperyalist güçlerin dayatmasıyla uluslararası sermayenin yüksek düzeyli bir memuru Dünya Bankası'ndan ithal edilerek süper yetkiyle ekonominin başına geçirildi.
Uluslararası sermayenin borç tahsiliyle görevlendirdiği bu tasfiye memuru için devreye giren Amerikan büyükelçisi Pearson, Başbakan Ecevit'i ve Başbakan yardımcıları Bahçeli ve Yılmaz'ı ilgili kişiye tam siyasi destek vermeleri konusunda uyardı. Milliyetçilikte sınır tanımayan koalisyon ortakları bütün o övündükleri "binlerce yıllık Türk devlet gelenekleri"ni çiğneme pahasına Kemal Derviş'in arkasında olduklarını ilan ettiler. Yeni binyılda moda böyle demek ki; uluslararası sermaye buyurunca gelenek görenek kalmıyor, "ayaklar baş, başlar ayak" oluveriyor!
Tabii iş bu atamayla bitmiyor; Derviş'in "başarı"sı yerli ve yabancı sermayenin çıkarlarını ne ölçüde bağdaştırdığıyla belirlenecek. Bu konuda sürekli bir çekişmenin yaşanacağı, tarafların karşılıklı hamleler yapacağı, çeşitli ayak oyunlarına başvurulacağı şimdiden besbellidir. Açık olan bir başka nokta ise, İMF programını yolaçtığı bütün yıkımlara rağmen sürdürmenin hem emekçilere hem de ülkeye daha da ağır bedeller ödeteceğidir-tabii ki bu gidişe bizzat emekçiler kararlı bir mücadeleyle artık yeter demedikçe.
Türkiye kapitalizminin Şubat-Kasım krizleriyle yarattığı ağır felaketten çıkış için iki seçenek var. Kapitalist seçenek, sömürünün yoğunlaştırılmasını, işsizliğin hızla yayılmasını, özelleştirmelerin hızlandırılmasını, kamu bankalarının ve kurumlarının peşkeş çekilmesini, sefaletin kurallaştırılmasını, dışa kaynak aktarımının kesintiye uğratılmamasını, "piyasa" adını verdikleri kapitalist orman kanunlarına boyun eğmeyi öngörüyor. Yerli ve yabancı egemenlerin çıkarlarını buluşturan optimum nokta nasıl belirlenirse belirlensin, bu seçenekte emekçilerin payına başka birşey düşmeyecektir.
Sosyalist-emekçi seçenek ise, özelleştirmelerin durdurulmasını, kamu işletmelerinin emekçilerin denetimine verilmesini, iç borçların konsolide edilmesini, dış borçların ödenmemesini, sermaye hareketlerinin kontrol altına alınmasını, nereden buldun kanunuyla kapitalist vurguncuların servetlerine el konulmasını, özel bankaların kamulaştırılmasını, gümrük birliğinden çıkılmasını, halkın refahına dayanan, herkese iş sağlayan planlı ve bağımsız bir gelişmenin yolunun açılmasını öngörüyor.
Kapitalist seçeneğin önkoşulu siyasal iktidarın bugün olduğu gibi kapitalist sınıfın elinde kalması, üstelik daha baskıcı, daha despotik düzenlemelere gidilmesidir. Sosyalist-emekçi seçeneğin önkoşulu ise bugünkü siyasal yapının kökten değiştirilmesi, siyasal iktidarın işçi sınıfına, emekçi köylülere ve şehir yoksullarına geçmesidir. Bugünün dünyasında yurtseverlikle enternasyonalizmi, ulusal bağımsızlıkla uluslararası dayanışmayı birleştiren seçenek budur. Beyinleri hâlâ kapitalizmin seçeneksizliği masalıyla uyuşmuş olanlara ne kadar inanılmaz gelirse gelsin, ne kadar hayalci bulunursa bulunsun emekçilerin çıkarına gerçekçi bir başka çözüm bulunmuyor. Bu çözümün siyasal önkoşullarını oluşturma görevi ise bütün zorlukları ve engelleriyle bizi bekliyor.
Siyasal muhaliflerin yaşama hakkını elinden alan F tipi ölümlerin dayatılması; Diyarbakır emniyet müdürü Gaffar Okan'ın tipik bir kontr-gerilla operasyonuyla öldürülmesi; iki Hadep üyesinin herkesin gözü önünde kaybedilmesi; kitle örgütlerine yönelik baskıların yoğunlaşması, toplantı ve yürüyüş hakkının fiilen gaspedilmesi; "teknokratlar hükümeti", "ekonomik sıkıyönetim", "MGK hükümeti" arayışları, yasal ve anayasal yetkilerin fiilen sorumsuz belli kişi ve kurumlara devredilmesi kapitalist seçeneğin önkoşullarını oluşturma çabalarının göstergesidir. Egemen sınıfın gitgide hızlanan bu çabalarını boşa çıkarıp ülkeyi bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm rotasına sokacak sosyalist-emekçi seçeneği ise henüz öznesinin net bir programla, örgütlü ve kitlesel bir güç olarak sahneye çıkması için gün sayıyor.
Ekonomik kriz, onbinlerce işçinin işini kaybetmesine, binlerce küçük işletmenin kapanmasına, küçük çiftçilerin iflasına yol açtı. Bankacılık sektöründe ve medyada çalışan binlerce aydın-emekçi de işinden oldu.Yeni dünya düzeni ideolojisinden en fazla etkilenen, hatta kendilerini küresel kapitalizmin ülkemizdeki öncüleri sayarak kraldan fazla kralcı bir tavırla sola ve sosyalizme tepeden bakan birçok "eski solcu" da birdenbire işsiz, borçlu ve sokakta kaldılar. Kapitalizmin acı gerçekleriyle yüzyüze gelen bu aydın-emekçilerin kapitalist ideolojiden kopmalarını hızlandırmak, onları sınıf mücadelesine kazanmak için elden gelen her gayreti göstermek gerekiyor. Yangın kendilerini yakıncaya kadar İMF şakşakçılığı yapmakta ısrar eden medya gruplarının (Bilgin grubu, İhlas grubu) bankalarını ve finans gruplarını kaybettikten sonra adeta hınç alırcasına çalışanlarını sokağa atması, diğer grupların ise küçülme gerekçesiyle en kıdemli elemanlarını bile işten atması ibretlik bir olay olarak hiç akıllardan çıkmayacak.
Cumhurbaşkanı ile hükümeti, hükümet ile askeri çevreleri, yargı ile yasamayı, yargı ile yürütmeyi çeşitli konularda karşı karşıya getiren "devlet krizi" ile bütün emekçileri tarifsiz sıkıntılara soktuğu gibi birçok bankanın ve şirketin iflasına da yol açan ekonomik krizin iç içe geçmesi, egemen sınıfın uzun süredir pompaladığı "restorasyon", "istikrar", "krizi aşan düzen" masallarının sesini kıstı. Avrupa Birliği'ne giriş perspektifiyle "demokrasinin kurumsallaşacağı" hayaline esir düşenler de emperyalizme bağımlı kapitalizmin katı gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kalıyor. En basit reform çabalarına bile tahammül edemeyen egemenler kendi despotik mantıklarını her adımda sergileyerek; asli görevlerini savsaklayan, sisteme muhalefet etmekten kaçınan öngörüsüz muhaliflerine siyasal dersler veriyorlar.
Kriz daha şimdiden, siyasal partiler sisteminde önemli çalkantıların yolunu açtı. Sağ partilerin hepsinde gruplaşmalar derinleşiyor. Fazilet Partisi, kapatılsa da kapatılmasa da, bölünme sinyalleri veriyor. Parlamento dışında kalan CHP çözülüyor; CHP içinden yeni parti veya partilerin çıkması artık kaçınılmaz gözüküyor. Solda ÖDP dağılma sürecine girdi. Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin çözülmesinin yarattığı bulanıklık ortamında, sosyalizmi revize eden bir "yeni sol" parti olarak doğan ÖDP, sınıf mücadelesinin temel yasaları kendilerini bir kez daha duyurunca, birliğini koruyamadı. CHP'den ayrılacak bir kesim ile kimi ÖDP çevrelerini birleştirecek bir "zeytin dalı" koalisyonu hayli revaç buluyor. SİP ise siyasal ve örgütsel çıkmazını vitrinine Nazım'ı ve göstermelik KP'yi koyarak aşmaya çalışıyor. Türkiye proletaryasının 80 yıllık öncüsüne duyulan ihtiyaç gün geçtikçe yoğunlaşıyor.
Türkiye'deki kriz, dünya kapitalist sisteminde hüküm süren kriz ortamında meydana geldi. Japonya'da başlayan, "Asya kaplanları" adı verilen yeni sanayileşmiş Asya ülkelerine sıçrayan, Rusya, Brezilya ve Arjantin'i ve son olarak Türkiye'yi vurduktan sonra tekrar Japonya'yı sarsan, Amerikan ekonomisindeki resesyon belirtileriyle daha da derinleşeceği beklenen dünya krizi son yirmi yılın egemen anlayışında derin çatlaklar yarattı. Kapitalizmin alternatifsizliği hayalini yayan küreselleşmeci yeni-sağcı anlayış emekçi kitleler ve aydınlar üzerindeki etkisini günden güne yitiriyor. Kapitalizme karşı yeni bir mücadele dalgası adım adım gelişiyor. Dünya Ticaret Örgütü, İMF ve Dünya Bankası hızla itibar kaybediyor.
Kapitalizmin saldırısına karşı metropol ülkelerde gösteriler yayılmaya başlarken, kapitalizme esir düşen ve ekonomik bir soykırıma tabi tutulan eski Sovyet cumhuriyetlerinin en yoksulu olan Moldova'da komünistler oyların yüzde ellisini kazandı. Meksika'da Zapatistler, yerli halkın haklarını kabul ettirmek için ülke çapında uzun bir yürüyüş düzenleyerek başkente ulaştılar. Filistin'de ise ABD ve İsrail'in dayattığı emperyalist barış programını yıllardır sineye çekerek ulusal egemenliğinden ve toprak bütünlüğünden büyük ödünler veren Arafat yönetimi bile isyan etmekten başka yol bulamadı; Filistin halkı yeni bir intifada sürecine girdi.
Ne kadar yetersiz de olsalar, bu gelişmeler yeni binyılda işlerin son yirmi yıldaki gibi olmayacağını, insanlığın kapitalizme mahkumiyeti asla kabul etmeyeceğini ortaya koyuyor. ABD'de aşırı sağcı Bush yönetiminin, İsrail'de faşist Şaron yönetiminin işbaşına gelmesi yeni uyanış sürecini durduramayacak, olsa olsa daha da hızlandıracaktır.
Nitekim, Bush yönetiminin daha başa geçer geçmez Irak'ı tecrit politikasını deldirmemek üzere bu ülkeyi durduk yere bombalayarak bölge ve dünya ülkelerine gözdağı verme girişimi ters tepti ve büyük tepkilere yol açtı. Kosova'yı manda yönetimi altına alan, Yugoslavya'da istedikleri siyasal darbeyi gerçekleştiren NATO elebaşıları, körükledikleri şovenizmle Makedonya'da halkları birbirine kırdıracak yeni bir Balkan savaşının tohumlarını ekiyorlar. Emperyalizmden barış ve adalet bekleyenler, kapitalizm havarilerinin tatlı sözlerine kapılanlar yanıldıklarını zaman içinde görüyorlar. Filistin halkının aldığı dersleri başkaları da, ama erken ama geç, alacaklar. Kendi kurtuluşlarına ancak kendi kollarıyla, mücadele ederek kavuşabileceklerini kavrayacaklar.
Dünyadaki ilk sosyalist devrim ve proletarya iktidarı denemesi olan Paris Komünü'nün (18 Mart-28 Mayıs 1871) 130. yıldönümünde Komüncülerin bilinci ve kararlılığını örnek alalım. Yeni bir Türkiye, yeni bir dünya için uzun süreli mücadelede üzerimize düşen görevleri ikirciksiz yerine getirelim.