Sıtkı Coşkun öldü. Böylece 73 Atılımını gerçekleştiren kadronun önde gelenlerinden birini daha kaybetmiş olduk. Partide altmışlı, yetmişli yıllardan beri mücadele veren herkesin yakından tanıdığı, ancak genç kuşağa çok da tanıdık gelmeyen bu ismi hem yeni Ürün okurlarına tanıtmayı hem de Türkiye tarihine bir not düşmeyi uygun bulduk.
Yazımızın başlığında mitolojik kahramanlardan Pirus'u kullanmamızın nedeni, cenazesinin kaldırıldığı gün Nihat Sargın'ın yaptığı konuşmada onu gene mitolojik kahramanlardan tanrılarca bir kayayı uçurumdan tepenin başına çıkartmakla cezalandırılan Sisiphos'a benzetmesidir. Bu dev kaya tepenin başına her geldiğinde tekrar uçurumun dibine düşmektedir. Dolayısıyla, Sıtkı, insanın yılmadan mücadele etmesi gerektiğine dair olan bu efsanedeki kahramandan çok, aslında, girdiği savaşta galip gelmesine rağmen ordusundan geriye sağ olarak bir tek kendisi kalan komutan Pirus'a benzemektedir.
Kimdir
1948 doğumlu Sıtkı Coşkun politikaya 1960'lı yıllarda başladı. CHP'nin solunda mücadele etmeye niyetli her genç gibi o da Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) saflarında çalışma yürüttü. Hitabet yeteneğini örgütçülük ve cesaretle birleştirebilen Sıtkı, hızla dönemin gençlik önderlerinden biri haline geldi. 1970 yılının başlarında ideolojik ve politik tercihini işçi sınıfından yana koyarak Partizan adlı bir grupla birlikte hareket etmeye başladı. 1971 12 Mart darbesinin ardından kısa bir arayış döneminden sonra TKP üyesi oldu. Çok kısa bir süre içinde de TKP merkez komitesine sendikalardan sorumlu üye olarak seçildi.
Partinin işçi sınıfıyla doğrudan bağ kurmasında, işçi sınıfının kendi öncüsüyle organik ilişkiye girmesinde Sıtkı'nın yadsınamaz katkıları vardır. Gerek sendikaların örgütsüz işyerlerini kazanmasında, gerekse de kongrelerin sınıf bilincine sahip önder kadrolarca alınmasında büyük yararlılıklar göstermiştir. Bunun dışında Türkiye devrimci solcularının ve komünistlerinin hâlâ benzerini yaratamadıkları kitlesel 1 Mayısların örgütlenmesinde her zaman birinci derecede sorumluluk almıştır.
Kontrgerilla saldırısı sonucunda otuzdan fazla insanın hayatını kaybettiği kanlı 1 Mayıs 77'de, yaylım ateşi altındaki kürsüden büyük bir soğukkanlılık örneği göstererek işçilere yere yatmalarını söylemesi, elindeki megafonla panik içerisindeki insanları yönlendirmeye devam etmesi ve bu sayede can kaybının artmasını engellemesi Sıtkı'nın karakterini göstermek bakımından anlatılması gereken bir olaydır.
1980 12 Eylül darbesine kadar legal alanda faaliyet yürüten Sıtkı Coşkun, bu tarihten sonra yeraltına geçti. Bu dönemde partinin yurtiçi genel sorumluluğunu üstlendi ve yurttaki parti kadroları ile dış kadroların ilişkilerini sağladı. İşte, Sıtkı Coşkun'un günümüze kadar yansıyan politik çizgisi asıl bu süreçten sonra başladı.
Değişmeyen tek şey değişimdir dönemi
Haydar Kutlu, Veysi Sarısözen, Sıtkı Coşkun gibi adlardan oluşan ve ta TİP döneminden beri birlikte hareket eden ve tutuklamalar esnasında dışarıda kalmanın avantajını kullanan bu grup parti içerisinde güçlendi. 81 1 Mayıs tutuklamalarından sonra çoğunluğunu yukarıda sayılan isimlerin oluşturduğu, komünist ahlâktan yoksun ve makyavelist politikalarla parti idaresini tamamen eline alan yeni yönetim, çözülmeye giden yolun başını oluşturdu.
Bir partinin yönetiminde Ali'nin ya da Veli'nin bulunması, örneğin Maraş'ın bir ilçesinde mücadele veren militanı, sempatizanı veya partiliyi doğrudan ilgilendirmez. O da, yapıcı bir rekabetin gerekliliğini doğal karşılar, idari görevlere işbölümü gereği olmanın ötesinde bir önem atfetmez. Hem onun için hem de hepimiz için önemli olan, yönetimde kimin bulunduğundan çok demokratik merkeziyetçilik ilkesiyle, ülke gerçeklerine ve çağa uygun olarak belirlenmiş politikaların hayata geçirilmesidir. Şimdi bu gerçekler ışığında Sıtkı Coşkun'un da içinde yer aldığı yeni yönetimin yaptıklarına bakalım.
Tüm mesailerini partiyi öyle ya da böyle ele geçirmeye harcamalarına rağmen, ne yazık ki idaresini ele aldıkları bu muazzam, savaşkan, militan parti aygıtıyla ne yapacaklarını bilmedikleri ortaya çıktı. Bu yazıda ayrıntıya girmeye gerek görmüyoruz; ancak şunları söylemeden geçmeyelim: Bu yeni Vedat Nedimler, 12 Eylül boyunca hapishanelerdeki yoldaşlarla ilişkileri asgariye indirmiş ve partinin faşist cunta mahkemelerini topyekün bir mücadele alanına dönüştürmesinin önünde engel olmuşlar; açığa çıkmamış kadroları harekete geçirmemişler; yurtdışı parti örgütlerini ya dağıtmış ya da kimi yerlerde ehil olmayan yeteneksiz ellere bırakmışlardır.
Aynı şekilde, özellikle parti davasından içeri girip kısa sürede dışarıya çıkan sözün gerçek anlamıyla fişek gibi militanlarla hiçbir şekilde bağ kurmamış, dağılan il ve ilçe örgütlerinin yeniden savaşkan hale getirilmesi için kıllarını dahi kıpırdatmamışlardır. Eleştirinin dozu arttığında ise "bildiğiniz gibi yapın" diyerek insanlarımızın korunmasız bir şekilde, parti yapısından kopuk mücadele etmesine yol açmışlardır. Ülkeye yayılmış bir çok partiliye görev verilmemiş, çoğunluğuna iş kurması, askere gitmesi tavsiye edilmiş ve hiç gerçekleştirmeseler de, ileride tekrar bağlantı kurulacağı sözü verilmiştir.
Sonuçta, hiç gözaltına alınmayan, hiç hapse girmeyen kadro ve sempatizanlar yıllar içinde mücadeleden koptuğu için, içlerinden çoğunun anlamsız korkular geliştirmesine, hayatlarını tamamen polis korkusu üzerine, yalnızca kendilerini koruyacak şekilde inşa etmesine sebep olmuşlardır.
Ülke gerçeklerini büyük oranda kavrayan, dönemin tüm devrimci, sol örgütleri gözönüne alındığında programatik ve politik düzeyde en ileri çalışma olan 83 Programı ile Mustafa Suphi Tezleri, iyi niyetli temenniler olmaktan öteye gidememiş, programa yazılan kararların yaşama geçirilmesi için hiçbir iradi çalışma yapılmamıştır.
Bu dönemin sonunda Gorbaçovcu çizgi ve ardından tasfiye süreci gelmiştir. Çok olumlu olarak alınan TİP'le birleşme kararı bile likidasyon öncesi sus payı görüntüsü vermiş, birliğe gölge düşürmüştür. Önce TBKP sonra da SBP bu sürece son noktayı koymuştur. Yukarıda değinilen biçimde, parti içinde zafer kazandıklarını sandıkları gün, komutan Pirus gibi yapayalnız kaldıklarını ve bunun bedelleri çok ağır bir zafer olduğunu farketmişlerdir. Sıtkı Coşkun ise BSP ile birlikte dışımızdaki solculardan biri haline gelmiştir.
Ehven-i Şer
Tüm bu sayılanlara rağmen, öldüğünde Sıtkı'nın cenazesinin solcuların, devrimcilerin, komünistlerin katılımıyla ve sessiz de olsa kitlesel biçimde kaldırılmasını sağlayan onun hayatının son 6-7 yıllık döneminde yaptıklarıdır. Sol mücadeleden kopmaması, mücadeleyi geliştirmek üzere ÖDP gibi bir partide de olsa politika yapması, büyük bir çalışkanlık ve özveriyle koşuşturmasıdır.
Eğer yüzlerce kişi "unutmayacağız" diye ilan verdiyse, bazı yurtdışı komünist ve işçi partilerinden çelenk geldiyse, cenazesine bir parti sahip çıktıysa ve ardından kamuoyu önünde yapılan konuşmalarda aleyhine tek bir söz edilmediyse, Sıtkı bütün bunları TBKP'nin tasfiyesi ertesinde yaptığı ihanet derecesindeki yanlışını görüp tekrar emekçilerle, bu kez farklı bir misyonla bağ kurmakta gördüğü içindir. Kendisini kapitalistlerin kucağına atma ahlâksızlığını gösteremediği, ekmek parasını Boyner gibi, Alaton gibi işverenlerin yardakçılığını yaparak çıkartamadığı içindir. Her şeye rağmen mücadeleyi ucundan kıyısından tuttuğu, sol yelpazedeki renklerden birine dahil olduğu içindir ki, örneğin cenazesine bireyler düzeyinde bizler de katıldık; hiç olmazsa, terim uygun olursa 'son görevimizi' yerine getirdik.
Elbette aramızda mücadele etmiş birine karşı görevimizi yerine getirirken, ikiyüzlü bir burjuva ahlâkçılığına saplanıp, "ölünün ardından kötü konuşulmaz" demiyoruz. Tarihi kişilikleri tarihte yer aldıkları nesnellikle değerlendirmek komünistlerin başta gelen görevidir. Bu görev ne yalnızca güzellemeden ne de yalnızca kötülemeden ibarettir. Kişiliklerin topluma mal oldukları ölçüde değerlendirmelerimizin objektiflik taşıması bir zorunluluktur.
Bu anlamıyla, onun yanık sesiyle Elazığ türküleri söylemesi (Ragıp Zarakolu, Ekgündem, 25 Temmuz 1998) veya illegal yaşarken, evini bilmemesi gereken arkadaşlarını onların gözlerini kapamalarını sağlayıp eski bisikletinin arkasına atarak getirmesi (Veysi Sarısözen, V Özgürlük, 25 Temmuz 1998, sayı 7) ya da, cenazede ablasının yaptığı herkesi duygulandıran konuşmada Sıtkı'nın küçük yeğenine sosyalizmi anlattığını, ellerinin arasına aldığı kaşıkları müthiş bir ritmle çalabildiğini söylemesi, dinlemesi hoş, insani yönü ağır basan anektodlardır.* Ama herhalde Sıtkı Coşkun tüm bunlardan çok daha fazlasıydı. O, herşeyden önce, hatası ve sevabıyla, ömrünün en verimli, en bilinçli ve en uzun dönemini bir TKP'li olarak yaşadı. Yapılması gereken övgüler de eleştiriler de bu bağlamda olmalıydı. Ancak, ne cenazesinde yapılan konuşmalarda, ne de ardından yazılan yazılarda onun bu yönüne ilişkin bir iki vurgu dışında değerlendirme duymadık.
70'li yıllarda bizlerden çok farklı bir çizgiyi tercih edip yürüyen Ragıp Zarakolu, Sıtkı'nın 74 sonrasını yok sayan bir güzelleme yazmış; en yakın arkadaşlarından Veysi Sarısözen ise 80-91 dönemini aktarmamıştır. Veysi'nin de onun partililiğine ilişkin söylediği "inadına TKP'liydi" demekten ibaret kaldı. Bir de böylesi bir siyasi arkadaşının ölümünü özeleştiri vermek için vesile saymaktansa, onun adına yorumda bulunup, kim bilir hangi kaygıyı güderek, şunları yazmıştır: "Sıtkı tabutundan kalksaydı şöyle derdi: 'Yaşasın TKP'nin de katıldığı ÖDP!".
Yazımızı Ufuk Uras'ın ÖDP önünde Sıtkı için yaptığı tespitle noktalayalım: "O, gözleri açık öldü. Tüm sosyalistleri birleştirmek isterdi, ama ne yazık ki bu sosyalistler ancak onun cenazesinde bir araya gelebildiler. Haydi şimdi bu görevi o öldükten sonra bizler tamamlayalım!".
Bu tespitin ilk kısmına biz de katılıyoruz. Gerçekten de Sıtkı gözleri açık ölmüş olabilir, ama bunun sebebi başka bir şey gibi. O, eski yoldaşlarına, yani günümüzün Nabi Yağcı Bey'ine, Zülfü Dicleli Beyefendi'sine, "Neredesiniz, hepiniz mi benim için konuşmaya utanıyorsunuz? Yuhalanmaktan mı, küfür yemekten mi korkuyorsunuz? TKP'li olup da, benimle yıllarca dava arkadaşlığı yapanlardan bir kişinin bile mi benim adıma konuşmaya yüzü kalmadı?" demekte sanki.
Bu arsızların konuşmaktan utanmalarında, boyunlarını büküp bir kenarda sessizce durmalarında şaşılacak bir şey yok. Asıl şaşırmamız ve kızmamız gereken, bunların yüzsüzce, pişkince oradaki yüzlerce değerli sol, sosyalist, komünist kişi arasında bulunmaktan utanmamaları olmalıdır.
Hiç kimse merak etmesin, bir gün gelecek, bunlar emekçi halkımızdan ve işçi sınıfımızdan özür dilemedikçe, açık yüreklilikle özeleştiri yapmadıkça bizlerin arasına katılacak cesareti ve yüzü bulamaz hale gelecekler.
Son söz yerine
Sıtkı Coşkun, Ürün çalışmasını sekteye uğratmak, baltalamak için elinden geleni yapmaya, bizleri sekterce ÖDP'ye eklemlemeye çalışanlardan biriydi. Bunun ötesinde partinin likidasyon sürecinde en etkili pozisyonlardan birinde yer aldı; yakın dönemin tüm merkez komitelerinde üyelik yaptı; yaşanılan tüm olumsuzluklarda ilk elden sorumluluğa sahipti. Ancak, her şeye rağmen, gittiği yolun yol olmadığını görme cesaretine de sahipti. İnsanca yaşama iradesi, kendini üç kuruşa satma onursuzluğuna üstün geldi ve mücadeleye devam etti. Kendisi adına sevinilecek bir durumda, sol mücadele tarihimizde, eleştiri hakkı saklı kalmak üzere, görece olumlu bir yer alarak aramızdan ayrıldı.
Tüm solcuların başı sağolsun.
*Bu arada, Nihat Sargın'ın yaptığı konuşmada belki kendisinin de pek dikkatini çekmeyen bir yöne değinmeden geçemedik. Nihat Sargın, tümüyle iyiniyetle Sıtkı'nın yurt özlemini anlatmak isterken, onunla Brüksel'de oldukları bir dönemde, memleketi hatırlatan bir simidin kokusunu duyup yiyebilmek için şehrin bütün sokaklarını gece boyunca gezdiklerini anlattı. Bu tarz bir "yurt özlemi" belki bir zamanlar kimilerine hoş gelebilirdi, ama, bahsettiği dönemde insanların sokak aralarında kurşunlandığı, yeri tespit edilen devrimcilerin evlerinde yargısız infaza kurban edildikleri, işkencehanelerin dolup taştığı hatırlanırsa, bunun pek yersiz bir ayrıntıya benzediği anlaşılır düşüncesindeyiz.