Sosyalist Dergi: 21 |  Fatih Aydın |
Tüpraş Halkındır, Gasp Edemeyeceksiniz

Dünyada özelleştirme rüzgârlarının başladığı 80'li yıllardan bu yana köprülerin altından çok sular aktı. İMF ve Dünya Bankası'nın sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillendirdiği özelleştirme politikalarının başlıca iki amacı vardı. Birincisi, ekonomik ihtiyaç, sermaye gruplarının daralan pazar paylarını arttırmak ve gelirlerini katlamaktı. İkincisi ise, bu işin ideolojik saldırı boyutunu oluşturuyordu. O da, insanların kafasında, kamunun, yani halkın bizzat kendi gücüyle kollektif olarak herhangi bir sorunu çözemeyeceği fikrini oluşturmak ve dolayısıyla kollektif çözüm üreten yaklaşımları boşa çıkartmak, sosyalizmin bir alternatif düşünce olarak yaşamasına imkân bırakmamaktı. Kabaca bu amaçları güden akıma, kapitalizmin yakın döneminde neo-liberal politikalar veya neo-liberal ideoloji adı verildi.

Dünyada Latin Amerika'dan Asya kıtasına varıncaya kadar pek çok ülke bu politikaları uygulamak için laboratuar olarak seçildi. Laboratuar dedik, çünkü, kamu harcamalarının kısılmasının, yani eğitime, sağlığa, ulaşıma, barınmaya, temel tüketim mallarına ve tarım üreticilerine verilen desteğin azaltılmasının belli sosyal karşılığı olabileceği biliniyordu. Seçimlerde emekçilerden oy beklemek durumunda olanların bu tepkilere karşı yeterince "kararlı duruş" sergileyemeyebileceği de göz önüne alınmıştı. Bu nedenle, emekçi kesimlerin tepkisinin azaltılması veya mümkün ise yok edilmesi gerekiyordu.

Demokratik bir ülkede halkın tepkisini bertaraf etmenin başlıca yollarından biri halkın kendi zararına olabilecek politikalara gönüllü olarak evet demesinden geçiyor. Ama, bu yolun çok zahmetli, hatta çoğu durumda mümkün olmadığını kendi tecrübelerimizden bile çıkartabiliriz. Böylesine bir deli gömleğini giydirebilmenin ikinci yolu, tüm demokratik ortamı yok etmek ve toplumun nefes kanallarını toptan ortadan kaldıracak faşist bir düzen kurmaktan geçiyor.

Türkiye'nin de içinde bulunduğu bir ülkeler kuşağında ikinci yöntem denendi, uygulamaya geçirildi. 1970 ile 1980 arasında dünyanın pek çok geri kapitalist ülkesinde doğrudan askeri faşist diktatörlükler yönetimi ele aldı. El Salvador, Brezilya, Arjantin, Şili, Peru, Endonezya ve Türkiye ülke içindeki demokratik muhalefetin gücüne bağlı olarak uzun veya kısa süren faşist cuntalarla yönetildi. Hepsinde de ABD genel kurmayı tarafından üretilmiş aynı reçete kullanıldı. Ekonomik alanda işçi ücretleri düşürüldü. Tüm gümrükler indirildi, tüm iç pazar uluslararası tekellerin talanına terk edildi. Piyasanın bütünüyle kuralsızlaştırılması öngörüldü. Kamu harcamaları kısıldı. Yurttaşın insan olmaktan doğan hakları bile (eğitim alma hakkı, barınma hakkı, temel yiyeceklere ulaşma hakkı, hastalandığında tedavi görme hakkı, vs) ücret karşılığında verilir oldu.

Askeri alanda ise, dış politika alanında bütünüyle NATO'nun belirlediği anti-komünist çizgi dayatıldı. O zamanlar dünyanın yarısını oluşturan sosyalist ülkelerin kuşatılması hedeflendi. İçte ise askeri yöntemlerle muhalefetin bütünüyle susturulması ve demokrasi güçlerinin imhası dışında seçenekler değerlendirilmeye bile alınmadı.

Türkiye, Amerika'nın dayatmalarıyla şekillenen İMF ve NATO politikalarının ana ekseninde yer alıyordu. 1980 yılında ilan edilen 24 Ocak kararlarının hemen ardından tırmandırılan faşist terör ve 12 Eylül'de ilan edilen cunta, yukarıda sayılan reçeteyi hiçbir sapma olmadan uygulatmaya başladı. Ülkemizdeki doğrudan askeri diktatörlük dönemi 3 yıl sürdü. 1983 yılından sonra kısmen sivil hayata geçildi ve Turgut Özal dönemi başladı. Özal dönemiyle birlikte, özelleştirme saldırılarının ilk hazırlıkları da başladı.

Özal döneminde hâlâ faşist uygulamalar devam etmekle birlikte, askeri faşizm dönemi kadar aleni ve rahat yapılamıyordu. Bundan dolayı da, bir yandan baskı politikaları uygulanırken, diğer yandan insanlarımızın ikna edilmesi yoluna gidildi. İdeolojik saldırılar başlatıldı.

İktisadi hayatta, devletin veya kamunun "yapması gerekenler" ve "yapmaması gerekenler" olarak iki ayrı kategori tespit edildi. İşletmeler, sektörler "zarar edenler" ve "zarar etmeyenler" olarak ikiye ayrıldı. Kamunun sahip olduğu tüm işletmelerde aynı işi bir kişi yapabilecekken beş kişi istihdam edilmiş propagandası yapıldı.

Yıllar süren bu propaganda sonucunda, kamu, öncelikle tarım ve çiftçilik alanlarından çekildi. Et balık kurumları kapatıldı, holdinglere verildi. Bu kurumların çiftçiye hem ekonomik hem bilgi desteği, ayrıca piyasa düzenleyici rolü yok sayıldı. Yaptıkları işler "tavuk üretmek" olarak küçümsendi. Yurttaşların ucuz ayakkabı, giysi ihtiyacını karşılayan Sümerbank "kamu çorap mı üretirmiş" basitliğiyle ele alındı ve tekstil alanında kamu ortadan kaldırıldı.

Daha sonra ise "zarar" edenler sırasıyla kapatılmaya başlandı. Kamu işletmeciliğinde esas olanın kâr ve zarar dengesinden öte, toplumsal fayda olduğu gerçeği ısrarla gözlerden gizlendi. Çok basit bir örnek verilecek olursa, dünyada itfaiye örgütleri hep zarar eder. Onlarca insan bazen yıllarca hiçbir "iş" yapmadan otururlar. Ama, zaten, itfaiye örgütünün "işi" yangın olduğu için, mümkünse hiç "iş" gelmemesi tercih edilir. Çıkan yangını söndürmek yerine, yangın çıkmayacak bir sistem oturtmak daha önemlidir.

Kamu işletmelerinin kapatılması için gelen tepkilerin gücüne ve kapsamına göre her işletmede farklı taktikler uygulandı. Çalışanlardan ve sendikalardan büyük bir karşı çıkış geldiğinde, işletmeler hemen kapatılmadı. Bunu yerine, kapatılma süreci yıllara yayıldı ve emekli edilenlerin yerine yenileri alınmayarak zamanla neredeyse sıfır işçili işletmelere dönüştürüldü ve kapatılmış oldu.

Ancak, tüm bu sayılanlar içinde, yerli/yabancı büyük holdinglerin iştahını asıl kabartan işletmeler en büyük katma değer yaratanlardan oluşuyordu. Türkiye'nin en büyük firmaları listesi yapıldığında kamu işletmelerinin ilk 10 sırayı özel sektöre bırakmadığı biliniyor. Yapılan ideolojik saldırılar sonucunda "zarar eden kamu işletmelerinin satılması" konusunda sıradan yurttaşın kafasında satılma doğrultusunda genel bir kabulleniş oluşturuldu. Fakat, satışlar için gündeme alınan işletmeler ise bırakın zarar edenleri, aksine, en çok kâr eden, en çok gelir getiren ve kendi alanlarında tekel konumunda bulunanlar oldu.

Çok uzağa gitmeye gerek yok; son iki hükümet döneminde satılanlar veya satılması için program yapılanlar bu dediklerimizi kanıtlamaya yetiyor. Petrol Ofisi, Türk Telekom, Tekel işletmeleri, Tüpraş, Erdemir, Seydişehir Alüminyum ve son olarak sıradaki Petkim ve THY. Bu arada satılan binaları, arazileri, kent içinde elde edilen her boşluğa bir inşaat yapma hırsını da bir kenara bırakıyoruz.

Yapılan tüm satışlarda neredeyse tıpatıp gerekçeler sunuldu: İşletmelerin daha verimli çalıştırılması (bu işletmelerin zaten özel sektörü bile aşan bir verimliliğe sahip olmaları görmezden gelindi), sektörün rekabete açılması yoluyla kalite ve ucuzluk sağlanması (hiçbir alanda ucuzluk gelmediği gibi, kalite konusunda da gerilemeler oluştu), yeni yatırımlara kaynak sağlanması ve istihdam artışı (tersine, özellikle vergi gelirlerinde azalma, hatta PO örneğinde sıfırlama olduğu gibi, işçi sayısında ortalama yüzde altmış yetmişlere varan azalmalar oldu), sermayenin tabana yayılması (göstermelik halka arzların dışında, tüm işletmeler yerli ortaklı yabancıların oldu).

Son dönemde yapılan satışlar içerisinde yolsuzluğun, usulsüzlüğün, mafyatik ilişkilerin ayyuka çıkmadığı hiçbir işlem yok denebilir. Hangi satışa odaklansak bir kokuşmuşluk bulmak mümkün. Ama, yazımızı sınırlamak üzere, biz tümüne değinmeyeceğiz. Satışların içinde hem yerli hem de çok uluslu holdinglerin iştahını kabartan bir dev işletmenin kısa satış öyküsünü aktaracağız.

Bu yazımızın ana konusu Tüpraş olacak.
Kısa adıyla Tüpraş (Türkiye Petrol Rafinerileri Anonim Şirketi) defalarca satılma kararı alınmasına, birkaç kez satışı yapılıp iptal edilmesine rağmen, sonunda geçen yıl Koç grubuyla Shell tarafından satın alındı. Yaklaşık bir yıldır da özel sektörün elinde. Petrol-İş sendikasının örgütlü olduğu Tüpraş'ta, sendikanın yaptığı onlarca etkinlik, eylem, direniş sonuç almaya yetmedi. Ardından, ayrıntılarını dosyamızda vereceğimiz şekilde başlatılan (Ürün ve Birlik Dayanışma Hareketi olarak başlatıcıları arasında bulunduğumuz) Tüpraş Halkındır Hareketi de öznel ve nesnel sebeplerle yetersiz kaldı. Halen Shell/Koç grubunun sendikaya dönük açık bir saldırısı görünmüyor. Ancak, Koç'un geçmiş icraatlarını ve sendikal sabıkasını bilenler açısından sinsice planların yapıldığını tahmin etmek çok da zor olmasa gerek.

Tüm özelleştirmeler içinde Tüpraş'ı bu denli önemli kılan faktör, aslında, Türkiye'de bu boyutta bir işletmeyi alabilecek hiçbir sermaye grubunun olmadığının bilinmesinden geliyor. Tüpraş Halkındır Hareketinin doğrudan Koç grubunu hedef alan açıklamaları okunduğunda yapılan gaspın boyutları anlaşılır. Sadece hatırlamak açısından söyleyelim; Hareketin açıklamaları arasında en çarpıcı noktayı Tüpraş ve Koç grubunun mali yapılarının karşılaştırması oluşturuyordu.

Koç'un parası
Koç grubunun bu ülkenin en ziyade kayrılan şirketi olduğu malum. Ta cumhuriyetin kuruluşundan beri yerli burjuvazi, yerli kapitalist yaratma amacıyla korunmuş ve kollanmışlardır. Pek çok yabancı şirketin Türkiye temsilciliğini yapan, tüm darbelere bir şekilde karışan, vergi muafiyetlerinden, teşviklerden yararlanan Türkiye'nin en büyük holdingidir. Kendi açıklamalarına göre çok farklı sektörlerde faaliyet gösteren 97 ayrı şirkete ve Tüpraş'tan gelen ilave 4500 kişi hariç 82 bin çalışana sahipler. Buna rağmen, Koç ailesinin tüm Cumhuriyet tarihi boyunca yaptığı birikimlerle bu şirketlerinin yıllık toplam cirosu ancak 18 milyar ABD Doları (2005 verileri) olabilmiştir.

"Ancak" dememizin sebebi 18 milyar doları küçümsemek değil. Bu miktar dünya ölçeğinde de büyük sayılır. Dünyanın en zenginleri sıralamasına haydi haydi girmeye yeter bir paradır. Dolayısıyla, bu miktarda bir paraya sahip olanların dünyanın en ücra köşelerinde bile ticaret yapabileceğini, dünya çapındaki birkaç dev şirket haricinde kalan büyüklerle boy ölçüşebileceğini biliyoruz.

Koç grubunun bu dev cirosunu küçümsememizin sebebi, Tüpraş'la karşılaştırma yapıldığında ortaya çıkıyor. Koçlar onlarca sektörde faaliyet yürüttüğü, seksen yıldır hep korunduğu ve kollandığı halde, tek başına Tüpraş, yine 2005 verileri ile 20 milyar dolar ciro yapmıştır.

Bütün o süslü püslü sözleri ve özel sektör güzellemelerini sıyırdığımız zaman çıkan görüntü işte budur. Bir şirket, medyadaki, hükümet içindeki ve yargıdaki ilişkilerini kullanarak kendisinden daha büyük bir işletmeye el koymuştur. Bu gerçeği hangi yalanların ardına gizlerseniz gizleyin, ortadan kaldıramazsınız. Kapitalizme ve kapitalistlere karşı mücadele yürütmenin de yolu, öncelikle dobra dobra konuşmaktan geçiyor.

Tüpraş gasp edilmiştir. Tüpraş halkın elinden zorla alınmıştır. Tüpraş'ın Shell ve Koç grubunun eline geçmesine onay verenler bu suça ortak olmuşlardır.

Bu suçun çeşitli kademelerde farklı ortaklarını tanımak ve unutmamak gerekiyor.
Halktan, kamudan yana ve sadece vicdanlarını gözeterek karar vermesi gereken yargı mensuplarının bir kesimi son anda oylarını özel sektörden yana kullanmıştır.

Halk adına, kamu adına kamusal çıkarı gözetmesi gereken basın yayın mensuplarının ezici bir çoğunluğu reklam pastasından alacakları bir dilim karşılığında kalemlerini Koç'tan yana oynatmışlardır.

Sermaye grupları arasında laik/anti-laik veya iyi kötü ayrımı olabilirmiş gibi, Koç grubuna "yerli" ve "laik" sıfatları layık görülmüş ve bu grubun tercih edilmesi gerektiği propagandası yapılmıştır. Bu oyuna bilerek, bilmeyerek, gönüllü veya zorla düşen herkes suça ortaktır.

Böylesine dev boyutlu bir saldırıya karşı sessiz kalan emek örgütleri, suça ortaktır.

Tüm halkın birikimleriyle oluşmuş böylesine bir tesisimize el koyulmasına ses çıkartmayan "milletin" vekilleri ortaktır.

Böylesi bir yağmalamayı o ya da bu sebeple küçümseyerek Koçların ekmeğine yağ sürenler de ortak olmuştur.

Yargının devir iptaline karşı tesisin yeniden kamuya iadesi için harekete geçmesi gerekip de geçmeyenler de suçludur.

Petrol-İş'in tavrı
Tüpraş'ın özelleştirilmesinde yaşananlar açısından sendika ikili bir tavır sergiledi. Petrol-İş bu konuda hem duyarlıydı, ama aynı zamanda duyarsızdı. Duyarlılığı, çok eski tarihlerden beri, neredeyse Türkiye'de ilk özelleştirme laflarının dolaşmaya başladığı 80'li yıllardan beri bu konuda araştırmalar yapan, genel olarak kitlelerin duyarlılığını arttırmaya çalışan bir geleneğe sahip olmasından kaynaklanıyor. Sendikanın böylesi bir tutumu almasındaki ana sebebi üyelerinin büyük bir çoğunluğunun (o zamanlar yüzde 65-70) kamu işçisi olmasından kaynaklanıyor demek, kolaycılığa kaçmak olur. Sebeplerden birinin bu olduğu kesin ama, üyelerinin arasında 1980 öncesinin mücadeleci yapısını bilenlerin sayısının fazlalığı ve bu üyelerin özelleştirmelere karşı doğrudan cephe almaları Petrol-İş'in işini kolaylaştırmıştı. Zaten, kamuda çalışan üyelerin çokluğu otomatik olarak özelleştirme karşıtlığını getirseydi, bugün Şeker-İş'in, Tek Gıda-İş'in, Tes-İş'in durumunu açıklamak imkânsız olurdu.

Petrol-İş'in, henüz kamuoyu özelleştirmelerin ne getirip ne götüreceğinin bilincinde değilken bu konudaki emek yanlısı uzmanları bir araya getirmesi takdir edilmelidir. Özelleştirmeler konusu, Petrol-İş'in eskiden yayınladığı değerli Yıllık'ların da defalarca ana konusu olmuştu. Bu konuda en kapsamlı değerlendirmeler ve incelemeler yine bu sendika aracılığıyla yerine getirilmişti.

Ne var ki, Petrol-İş sendikasının özelleştirme karşıtı stratejisine dair Ürün'de bir iki yıl önce yaptığımız iyi niyetli uyarıların hiçbir şekilde gereğinin yerine getirilmediğini belirtmek zorundayız. Bu nedenle de bugün Tüpraş'ın özelleştirilmesinde yaşananları bizler sürpriz olarak görmedik. Mevcut yönetimin de gelinen aşamayı sürpriz olarak gördüğünü sanmıyoruz. Bilmeyenler açısından belirtelim, mevcut 5 kişiden oluşan genel merkez yönetimi hiç değişikliğe uğramadan 1999 yılından beri görev yapıyor. Dolayısıyla yapılan tüm hataların sorumluluğu da aynı 5 kişi tarafından üstlenilmelidir.

Biz işçi sınıfının örgütleri olması gereken tüm sendikalara karşı aynı olumlu tutumu takınıyoruz. Bu nedenle de gerektiğinde en ağır eleştirileri getiriyoruz. Çünkü, işçi sınıfı adına atılacak tüm olumlu adımların sınıfsal mücadelede sermayeyi gerileteceğini, emek güçlerinin maneviyatını güçlendireceğini biliyoruz. Kitlelerin mücadelede başarıya ulaşacaklarına dair inançları arttığı oranda mücadele azimleri de artar. Bakın daha dün yazdıklarımızın mürekkebi bile kurumadı:

"Petrol-İş 2003'ün hemen başında etkili bir özelleştirme karşıtı kampanya başlattı. Profesyonel katkıların da alındığı bu kampanya, hedefini özelleştirme karşıtlığı ile Irak'ın işgal edilmesi öncesinde yükselen savaş karşıtlığını birleştirmek olarak belirledi. Kampanya tuttu. Hem sol, demokratik kamuoyunun savaş karşıtı duyarlılığı, hem aynı kesimlerin özelleştirmelere de aynı ölçüde karşı oluşu, üstüne Petrol-İş'in olumlu imajı ile birleşince, siyasilerin dahi itirazlarının çok yükselemediği bir süreç yaşandı. Toplumun geniş kesimleri Petrol-İş'in adını duydular, öğrendiler. Özelleştirmeler tekrardan yaygın kesimlerin gündemine girdi.
O kampanyanın eleştirilebilecek tek boyutu, sendikaların bir ürün pazarlamadıkları gerçeğini yeterince kalın çizgilerle belirtmemiş olmasıdır. Piyasaya yeni çıkacak bir şampuanın adını duyurmak için reklam kampanyası gerekli ve yeterli etki sağlar. Ama, özelleştirmeleri veya işten atılmaları durdurmak için, birer mücadele örgütü olan (olması gereken) sendikalara isimlerini duyurmaktan çok daha fazlası gerekir. O gereken şey de doğrudan üyelerinin alanlara çıkması ve bizzat kendi hakkını aramasıdır. Yoksa yapılanlar, alemde hoş bir seda olarak kalmaktan öteye gitmez.

Bugüne dek özelleştirmeler için neredeyse bir kurum düzeyinde yapılabileceklerin tümünü yerine getiren yeni yönetimin, bundan sonrası için daha farklı yöntemler denemesi dışında bir çıkış yolu kalmadı. O yol da diğer sendikaların ve demokratik kuruluşların, özellikle sol örgütlerin bir cephe oluşturarak ortak eylemler geliştirmesidir. Ancak böylesi bir ortam yaratılabilirse, bunun yaratacağı siyasi havayla birlikte toplumda bazı kıpırdanmalar gerçekleştirilebilir." Ürün Sosyalist Dergi, Mayıs-Haziran 2004, Sayı 16 Bugünkü duruma bakıldığında Ürün'ün o dönem yaptığı bütün tespitlerin yerli yerine oturduğunu görüyoruz. Tüpraş gibi Petrol-İş için en önemli kurumlardan biri özelleştirildi ve neredeyse sendikadan tek bir güçlü ses çıkmadı.

Bütün umudunu yargıya bağlayan bir anlayıştan bir şey çıkmayacağını o zaman da belirtmiştik. Çünkü yargı dediğiniz kurum, her ne kadar sürekli olarak aksi iddia edilse bile, siyasi etkilere en açık alanlardan biridir. Bu nedenle de ülkenin konjonktürel durumu neye ihtiyaç duyuyorsa, bu verilen kararlara küçük sapmalar dışında neredeyse bire bir yansır. Toplumsal bir karşılık yaratılamadığı durumlarda verilen kararların "en güçlülerin" yararına olması ise kaçınılmaz bir realitedir. Neticede yargıçlar da okuyan, düşünen, değerlendirmelerde bulunan ve tüm bu süreçlerden sınıfsal olarak etkilenen insanlardan oluşuyor.

Dosyamızda görülecektir, Cumhuriyet gazetesinin bile Tüpraş satışında daha önce söylediklerinin tümünü yerle bir etme pahasına Koç grubundan yana tavır alması, ülkeyi sanki bir şeriat tehlikesi altında imiş gibi göstermesi, Koç'un şeriatçılara karşı laik kesimi temsil ettiği iddiası yargı bürokrasisini de etkiledi. Bu yaptığımız, tahminden öte bir saptamadır. Tüpraş'ın satışı, son aşamada az bir farkla onaylandı ve onlarca yıllık bir kuruluşumuz bir ailenin özel mülkü haline getirildi.

Büyük medyadaki bütün analizcilerin, evet, bütün analizcilerin ya susma emri aldıkları, konuşmaları durumunda da mutlaka Tüpraş'ın satışının lehine konuşmalarının emredildiği bir ortamda, sendika kendi üyelerini harekete geçirmek için neyi bekledi, bilinmiyor.

Satış kararının çıktığı fakat henüz Danıştay tarafından onaylanmadığı dönemde, Petrol-İş genel merkezi tepkisini hâlâ göstermelik eylemlerle ifade edebileceği aymazlığı içindeydi. Uzun yıllar mücadele alanında tecrübeli bir sendika olan Petrol-İş, laf ola beri gele bir iki basın açıklaması, dostlar alışverişte görsün kabilinden bir bildirge, orada burada genel başkanları Mustafa Öztaşkın'ın ağzından "biz görevimizi yerine getirdik, ama toplum kaybetti" sözleriyle yetindi. Ve fırtınalar koparması gereken bir sürecin sonunda tüm üyeler başlarını önüne eğerek kenara çekildiler.

Petrol-İş sendikasının, satışın kesinleşmesinden sonra yapabileceği onlarca eylem varken, hiçbir şey yapmamayı tercih etmesini sebebi bir muamma olarak önümüzde duruyor. Sürecin nasıl geliştiğini kısaca aktaracak olursak, neler yapılabileceği konusunda daha kesin bir yargıya varabiliriz.

Tüpraş'ın halkın elinden alınması kararı verildikten sonra, en zenginlerin bile yanına yanaşamayacağı bu tesisimiz iki kez satışa çıktı.
13 Ocak 2004 tarihinde ilk satış yapıldı.

Tüpraş'ın % 65,76 oranındaki kamu hisseleri blok satış yöntemiyle 1.302 milyon dolar bedelle Efremov Kautschuk GMBH şirketine satıldı. Yarısı Rus, yarısı Tatar bu şirketin önce gizlenen, sonradan açığa çıkan yerli ortağı Zorlu grubuydu. Bu satış ortaya çıkan pek çok usulsüzlükten ve özellikle iç dengelerden dolayı iptal edildi.

Bu arada sonradan iptal edilen, Tüpraş'ın mevcut mülkiyet yapısını değiştirmeyen bir satış daha yapıldı. Bu satışta İsrailli işadamı Sami Ofer 14,76 oranında hisse aldı.

12 Eylül 2005 tarihinde ikinci satış yapıldı. Bu kez Koç-Shell Konsorsiyumu 4.140 milyar dolar bedelle Tüpraş'ın %51'lik hissesinin yeni sahibi oldu.
26 Ocak 2006 tarihinde Özelleştirme Yüksek Kurulu incelemesini tamamladıktan sonra resmen Shell/Koç grubuna devri yapıldı. Koç yöneticileri hemen idari birimlere yerleştiler.

2 Şubat 2006 tarihinde ise, Petrol-İş'in açtığı dava sonucu, devir işleminin yürütmesini durduran ve nihai karar çıkana kadar tesisin tekrar kamuya iade edilmesini öngören Danıştay kararı çıktı.

8 Mayıs 2006 tarihinde ise, sendikanın yaptığı başvurunun nihai sonucu çıktı ve bu kez yürütmenin durdurulması kararı yürürlükten kaldırıldı; yani, tesisin devrinde herhangi bir sorun olmadığı kararı çıktı.

13 Temmuz 2006 tarihinde ise son umutları da yok eden Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu kararı çıktı. Bu kararla, daha önce alınan devir kararlarının ve satışın hukuka uygun olduğu belirtildi. Bu kurulun aldığı kararların geriye dönüşü yok. Bu nedenle hukuki alanda yapılacaklar da son bulmuş oldu.

Petrol-İş'in yapmadıkları
Yukarıda sendikanın yaptıklarını saydık. Türkiye işçi sınıfının olumlu hanesine yazılacak tüm etkinliklerine saygı duyduğumuzu belirttik. Ama, Petrol-İş sendikasının emekçiler nezdinde saygın bir yer edinmesini sağlayan faaliyetlerini sayarak sorumluluğumuzu yerine getirmiş olamayız. Bu sendikayı yaptıkları kadar yapmadıklarıyla da değerlendirmeli ve üyelerinin, halkımızın ve sosyalistlerin önüne sermeliyiz. Aksi takdirde görevimizi ihmal etmiş oluruz.

Tüpraş'ın satış sürecinin takvimine bir daha, bu kez dikkatlice bakınız. 2 Şubat tarihinde Danıştay'ın devir işleminin yapılmaması gerektiği doğrultusundaki kararından hemen önce, alt tarafı dört beş gün önce, 26 Ocak'ta apar topar, yangından mal kaçırır gibi, Tüpraş ÖYK kararı ile Shell/Koç grubuna devredildi.

Yani, eğer devir işlemi için Danıştay kararı dört beş gün daha beklenseydi, Tüpraş aylar boyunca yine kamunun elinde kalacaktı. Fakat burada devrimci bir sendikal yapı ile idare-i maslahatçı ve üyesinden kopuk bir sendikanın pratik sorunlarda nasıl birbirinden uçurumlar kadar farklı tavırlar içine girebildiğini görüyoruz.

Petrol-İş'in mevcut genel merkez yönetimi, devir meselesinde bir türlü doğru soruları sormaya cesaret edemedi!

Ne sormalıydı?
Şunu sormalıydı:
Ey Koç, ey Shell! Madem ki Danıştay, yani sizin deyiminizle "yüce yargı", "kararları tartışılmaz yargı" bu tesisin kamunun olduğuna karar verdi, o zaman ne hakla orada oturuyorsunuz? Danıştay nihai kararı verene kadar derhal orayı boşaltınız.
Ayrıca, aynen Tüpraş halkındır hareketinin sorduğu gibi, Danıştay'ın 2 Şubat 2006'da verdiği yürütmenin durdurulması ve Tüpraş'ın kamuya iadesi kararı ile TÜPRAŞ özelleştirmesi çok açık biçimde yasadışı bir gaspa dönüşmüştür. Derhal boşaltmaz iseniz biz sizin elinizden almayı biliriz.

Ama, bunun yerine, aman işletmenin yeni sahiplerini üzmeyelim kaygısı ağır bastı. Bizim daha önce Ürün'de yaptığımız "özellikle sol örgütlerle ve özelleştirme karşıtı tüm demokratik yapılarla ortak cephe oluşturma" çağrısını hiç dikkate almadan hareket etti. Böylece en haklı olduğu durumda ve zamanda tarihinin en pasif, hiçbir işe yaramayan sözde etkinliklerle üyelerini oyaladı.

Tüpraş çalışanlarının eylem geleneği vardı. Beş şubeye, dört kente dağılmış (Aliağa, Batman, Kırıkkale, Kocaeli, Yarımca) Tüpraş çalışanları genel merkezlerinden destek alsaydılar, tüm bu kentleri hızla Seka direnişine benzetebilirlerdi. Her yer "defol Koç, defol Shell" sloganlarıyla titrerdi. Bu gerçek elle tutulacak kadar somut görünüyordu.

Hiçbirini yapmadılar. Bırakın devrimci bir sendikal anlayışla mücadele yürütmeyi, kendi üyelerinin haklarını dahi militanca savunmadılar.

Petrol-İş açıklamalarında Tüpraş
2006 yılının başından beri, yani Tüpraş'ın devrinden bu yana defalarca dergi çıkartan, rapor yayınlayan, temsilcilerini, başkanlarını toplayıp kararlar alan, bunu sonuç bildirgeleri ile duyuran Petrol-İş, söz düzeyinde hep "Tüpraş devredilemez", "yargı kararının uygulanması için mücadelede kararlıyız" dedi. Defalarca emek örgütlerini, yurttaşları, emek platformunu Tüpraş için eyleme davet etti. Ama, bu dedikleri hep söz düzeyinde kaldı, söylediklerini hayata geçirmek için gereken aktif bir üye katılımını asla sağlamadı. Bunun için kamuoyuna duyurulan bir strateji bile oluşturmadı.

Zaten, zaman geçince söyleminin sertliğini de giderek düşürdü. Bir süre sonra Koç'un gaspı, kamunun gücü, yurttaşların ortak eylemi hepten yok oldu. Bu durumu en basitinden sonuç bildirgelerinden izlemek mümkün.

İşte Petrol-İş sendikasının adım adım geçirdiği evrim:
Hemen devir iptalinden sonra, 14-15 Mart 2006 tarihinde Bursa'da yaptıkları Başkanlar Kurulunda aldıkları kararlara bir bakalım: "Sendikamız, her durumda hukukun üstünlüğünü savunmaya devam edecektir. Başkanlar Kurulumuz, özel sektör işçisiyle, kamu sektörü işçisiyle Petrol-İş'in tüm üyelerinin sonuna kadar Tüpraş mücadelesinin yanında olduğunu bir kez daha teyit etmiştir. Yargı kararları keyfi olarak uygulanmadığı takdirde, Tüpraş çalışanlarının ve bütün Petrol-İş üyelerinin Anayasa'nın ve yasaların emrettiği meşru bütün demokratik haklarını sonuna kadar kullanacakları bilinmelidir. Türkiye'nin orman kanunlarıyla yönetilmesini istemeyen her kişinin, kurumun, siyasi partinin, örgütün ve kesimin desteğini talep ediyoruz. Bugün en üst idari yargı organının verdiği ihalenin iptali kararı için bizimle birlikte hukuku savunmayanların gösterecekleri gerekçe ne olursa olsun, bu gerekçenin Petrol-İş üyeleri tarafından inandırıcı bulunmayacağı bilinmelidir." (tüm vurgular bildirgenin kendinde var)

Burada henüz olay taze. Belki gerçekten bu başkanlar burada saydıkları eylemleri hayata geçirmeyi hedefliyorlardı. Hatta, bunun için belki de tüm örgütü "meşru bütün demokratik haklarını sonuna kadar kullanmak" için harekete geçirmek niyetindeydiler.

Ama, aradan geçen birkaç ay sonra yapılan bir diğer başkanlar kurulunda ise bu kez bu iddialı sözler, yerlerini çok çok alt perdeden alan tavsiyelere, hatta ricalara bıraktı. 22-23 Haziran 2006 Girne toplantısı: "Tüpraş'ta özelleştirme sonrası gelinen aşama tüm kamuoyunun bilgisi dahilindedir. Sendikamız, daha önce de defalarca belirtildiği gibi, hukukun üstünlüğünü savunmaya devam edecektir. Sürecin bitmediğini, mücadelenin süreceğini her kesime hatırlatıyoruz."

Görüldüğü gibi, uzun uzun Tüpraş'tan bahsedip herkesin huzurunu kaçırmak yerine "hukukun üstünlüğünü savunmaya devam" edeceklerini belirtiyorlar. Sanki aksini yapmak mümkünmüş gibi.

16-17 Ekim 2006 tarihinde İstanbul'da yapılan bir sonraki başkanlar kurulunun ardından yayınladıkları bildirgede ise, Tüpraş artık son bulmuş, adı bile anılmıyor. Utangaçça özelleştirmelerden bahis var sadece: "Sendikamızın özelleştirmeler konusundaki tutumu nettir. Sendikamız, tüm özelleştirmelere karşı toplumun büyük çoğunluğunun haklarını savunmaya devam edecektir. Hiçbir özelleştirme sürecinin bitmediğini, mücadelenin farklı koşullarda da olsa süreceğini her kesime yeniden hatırlatıyoruz."

Petrol-İş yönetimi, daha sonra, tüm örgütü bir araya getirdikleri büyük bir toplantıyı bu kez Antalya'da yapıyor. Bu kez de Tüpraş'ın adı ortada yok. Bakın 11-12 Kasım 2006 temsilciler kurulunda son yılların en büyük, en önemli özelleştirmeleri konusunda ne karar alınmış: "Özelleştirme mücadelesi tüm emekçilerle ortak cephe kurulmadığı takdirde başarılı olamıyor. Toplumun bütünü kucaklanmadan yapılan faaliyetler eksik kalıyor. Örgütümüzün bundan sonraki hedefi, tüm kurullarımızı, birlikte topyekün mücadelenin yol ve yöntemlerini yerine getirecek şekilde organize etmektir."

Artık sorun kendilerinde değil, yani işi asıl olarak sahiplenmesi gereken yöneticilerde, temsilcilerde ve üyelerde değil de, "tüm emekçilerle ortak cephe" kuramayanlarda olacak.

Petrol-İş kamuya açık en son başkanlar kurulunu sitelerinde yayınlandığı kadarıyla Şubat ayında Ankara'da yaptı. 23-24 Şubat 2007'de yayınladıkları bildirgede, Tüpraş'ın adını bu kez yeniden hatırlamışlar, ama sadece başka konulardan bahsederken, utangaç biçimde, nazikçe hatırlatmışlar: "Bunca olumsuz örneğe ve Tüpraş gibi en kârlı kuruluşumuzun özelleştirilmesine rağmen, Petkim'in yüzde 51'nin blok olarak satılacağının açıklanması tek petrokimya tesisimizin de yok edileceği anlamına gelmektedir. Özelleştirmelere karşı tutumuz tüm kamuoyu tarafından bilinmektedir. Genişletilmiş Başkanlar Kurulumuz, örgütümüzün başta Petkim olmak üzere tüm özelleştirmelere karşı aynı inanç ve kararlılıkla mücadeleye devam edeceğini bir kez daha açıklamaktadır."

Bir örgütün politikalarını belirleyen ortak kurullardan çıkan sonucun örgütün yöneticilerinin genel yapısını belirlediğini kabul edecek olursak, Petrol-İş sonuç bildirgelerinden gördüğümüz çok da iç açıcı değil. Bu tutum, tüm yöneticiler için bir başarısızlık, Türkiye emekçileri için ise büyük bir kayıp anlamına gelir. Bu olumsuz durum mutlaka telafi edilmelidir.

Petrol-İş bizim sendikamızdır
Saydığımız bunca eksiklik bir sendikanın tu kaka edilmesine yetmez. Sadece ortada büyük bir hata olduğuna işaret eder. Bugün Türkiye sendikal hareketinin karşı karşıya kaldığı tüm sorunların farkındayız. Emek dünyasıyla bir parça ilgilenen her duyarlı insan, sendikacılara belli noktalarda hak vermek zorunda kalır. Yasaların yetersizliği, duyarsızlığın artması, eskiden sendikalara verilen toplumsal desteğin kalmaması, sürekli savunma halinde bulunma, bir yandan noter, bir yandan baraj sorunu, onlarca mesele.

Ancak, hiç kimse yetersizlikleri bir bahane olarak sunamaz. Genel merkeze veya şubeye yönetici olarak gelmek isteyenler, bu yetersizlikleri, eksiklikleri bilerek aday oluyorlar. Örgütü bu yapıya rağmen daha da ileriye götüreceklerini iddia ediyorlar.

Petrol-İş sendikası, Koç grubunun Tüpraş'a el koymasına karşı içeriden tek bir eylem yapamadı. Sendika, Tüpraş meselesinde şubesiyle, genel merkeziyle sınıfta kaldı. Eylem yapıldı, sözde kaldı. Tepki gösterildi, göstermelik yapıldı. İtiraz edildi, aman kimseler duymasın dendi. Merkez şubeye, şube temsilciye, temsilci üyeye güvenmez oldu.

Bu ülkenin işçi sınıfı anlı şanlı yüzlerce direnişe öncülük etti. Hepsinin de başında yiğit, militan sendikacılar vardı.

1980 öncesi Kavel direnişlerini, Paşabahçe grevlerini, 15-16 Haziranları, 1 Mayısları, faşizme ihtar eylemlerini yaratan işçiler henüz yok olmadılar.
1980 faşizmi sonrasında Bayer (Alman İlaç) grevini, Netaş grevini, bizzat Petrol-İş'in 1987 yılında 63 işyerinde birden başlattığı grevleri, 1989 Bahar Eylemlerini, 1991 3 Ocak genel grevini, aynı ay yapılan büyük Zonguldak maden işçilerinin yürüyüşünü, 1995 eylemlerini, 1999 mezarda emeklilik yasasını durduran Ankara mitingini, 2003 savaş karşıtı eylemlerini, 2004 Nato direnişlerini yaratan, her geçen gün yeniden yaratmaya devam eden işçi sınıfımız, emekçilerimiz hiçbir yere gitmedi.

Hepsi buradalar. Ve tüm emekçilerimiz, nasıl ki 1989 Bahar Eylemleri öncesinde kendisinden umudu kesenleri elinin tersiyle koltuklarından silip süpürdüyse, yine hazırlanıyorlar. İşçiler bir eylem nasıl hazırlanır, sağlam bir cephe nasıl örülür bilmeyen yöneticilerden hesap sormaya başladığı gün asıl mücadele başlayacak.

Bugün ne yazık ki büyük işletmelerin başında bulunan sendikaların tümü de ortak bir politika izliyorlar. Tekel işletmelerinde Tek Gıda-İş, Erdemir'de Türk Metal, Seka'da Selüloz-İş, Poaş ve Tüpraş'ta Petrol-İş, Telekom'da Haber-İş hep aynı gerekçelerin arkasına sığındılar: Yargıya güveniyorlarmış. Bunun bir bahane olduğunu, kimisinin bilerek, kimisinin ise tabanlarına olan güvensizlikten bu noktaya kadar gerilediklerini biliyoruz. Bu köhnemiş yapıların yerine işçi sınıfının taze güçlerinin geçmesi ve bu kez gerçekten mücadeleci anlayışların geçmesi yakındır.

Evet. Diğer sendikalar bir yana, ama, Petrol-İş'in bundan sonra nasıl bir politika izleyeceğini hep birlikte izleyeceğiz. Eğer, bir mücadele yürütmeye karar verirse, tüm Ürün okurlarının ve militanlarının diğer emek güçleriyle birlikte yanlarında olacağından emin olsunlar.
 
Yazarın Diğer Yazıları
 Petrol‑İş Sendikasında Yeni Bir Dönem
 Petkim Dersleri
 Zavallı Hâle Gelen Türk‑İş Yönetimi
 Torbadan Neler Çıktı
 Yeni "Sendikalar Yasası" Ne Getiriyor?
 ÖDP, EMEP, SİP ve Küresel BAK Nereye?
 Mustafa Özbek Patron mudur, Sendikacı mıdır?
 Saat Geri Dönmüyor
 Doğuşundan Günümüze 1 Mayıs
 Türk-İş AKP'nin Arka Bahçesi Mi?
 İşçi Sınıfının Mücadelesi
 Tüpraş Halkındır, Gasp Edemeyeceksiniz
 Sendikal Hareketin Baraj Sorunu
 Karanlık yılların panoraması: Güven
 Sendika Genel Kurullarının Gösterdiği
Yeni Umutlar