Sosyalist Dergi: 5 |  ÜRÜN |
ÇOK ALAMETLER BELİRDİ

     Son zamanlarda çeşitli alanlarda art arda meydana gelen kimi ilginç gelişmelere dikkat etmişsinizdir. Hiç beklenmedik kurumlar ve kişiler, alışılmamış tepkiler veriyorlar; uzun yıllardır "bu memleketin üzerine ölü toprağı serilmiş" denilmesini adeta haklı çıkaracak bir sessizlikle sermaye oligarşisinin her kanunsuzluğunu sineye çeken kesimlerde itiraz sesleri yükseliyor. "Artık yeter!" duygusunun kendini dışa vurmaya başladığı görülüyor. Toplumsal muhalefeti buldozer gibi ezip dikensiz bir gül bahçesi yarattıklarını düşünen, zafer sarhoşluğunun pervasızlığı ve küstahlığıyla davranan kapitalist beylerimizin eli ayağı dolaşmaya başladı.


     Birincisi, cumhurbaşkanlığında 7 yıllık süresini tamamlayan Süleyman Demirel'i 12 Eylül faşizminin ürünü anayasanın bile izin vermediği bir düzenlemeyle 5+5 yıl daha işbaşında tutmayı amaçlayan girişim fiyaskoyla sonuçlandı. 7 yılla yetinmediği gibi görevinin 3 yıl uzatılmasına da razı olmayan Demirel'i ölünceye kadar Çankaya'da oturtma planı, hükümetin kararına, yüksek askeri bürokrasinin onayına, sermaye örgütlerinin bütün desteğine, medyanın "kabul edilmezse kıyamet kopar" senaryolarına rağmen, -Demokratik Sol Parti'nin adı dışında solun hiçbir şekilde temsil edilmediği-parlamentodan geçmedi. Büyük iş çevrelerinin cumhurbaşkanlığı için ikinci seçenek olarak gördüğü, TÜSİAD'ın gözdesi Mesut Yılmaz, adaylığını bile koyamadı. Başbakan Ecevit'in önerisiyle parlamentodaki beş partinin ortak adayı olarak belirlenen Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer'in adaylık süreci ise anayasanın 76. maddesindeki hükme aykırı olarak yargıçlık görevinden istifa etmemesiyle daha başlangıçta sakatlandı.
     İkincisi, milyonlarca insanımızın açlık sınırında yaşadığı, işsizlikten kırıldığı, halk sağlığına, eğitime, deprem imarına gülünç paraların ayrıldığı koşullarda milyarlarca doların silahlanmaya yöneltilmesi, sosyalist basın dışında ilk kez açıkça eleştirildi. Bir tabu yıkılıyor; düzen içi kesimlerden silahlanmaya hayır sesleri geliyor. Dışişleri ve istihbarat çevreleriyle içli dışlı Özgen Acar şöyle yazdı: "145 saldırı helikopteri için 4 milyar dolarlık ihale açıldı. 1000 tank için 7 milyar dolar harcanacak. Erken uyarı AWACS uçakları için 1 milyar dolar ödenecek. 32 adet yeni parti F-16 jetlerinin üretimi 700 milyon dolara mal olacak. İnsansız 30 uçağa 700 milyon dolar ayrılacak. 30 Cougar helikopterine 430 milyon, 6 karakol uçağına 240 milyon, 8 deniz helikopterine 200 milyon dolar olmak üzere toplam 17.3 milyar dolar ödenek bulunacak. Bu alışveriş listesi 8 yılda 31, 15 yılda ise 150 milyar dolara çıkacak. Bir başka deyişle, PKK terörü ile mücadele için her yıl harcanan 10 milyar dolar, ortalaması yılda 10 milyar doları bulan bu alışveriş listesinin karşılanmasına ayrılmış olacak. Avrupa'nın dört büyük ülkesinin (Fransa, İtalya, İspanya, İngiltere) toplam 3700 tankına karşılık yabancı istihbarat kaynaklarına göre, Türkiye'nin yaklaşık 4200 (Genelkurmay'a göre, 3. kuşak da dahil 3445) tankı var. ABD'nin 7.7 bin, Rusya'nın 5.5 bin tankından sonra Türkiye, dünyanın 3. tank ülkesi durumunda. Mayısta Skorsky'nin 50 Kara Şahin helikopterine 561 milyon dolar harcayan Türkiye, yeni alımlarla helikopter sayısını 649'a çıkarınca, dünyanın en önemli helikopter filosuna da sahip bir ülke olacak." ("Silah Listesi Kabarıyor!", Cumhuriyet, 14 Mart 2000, s. 11)
     Bu başdöndürücü listeyi veren Acar, sözlerini şöyle sürdürüyor: "Dünyada silahlanma yarışı yavaşlamışken, Amerikan firmaları kendi ordusuna bile silah satamazken, Kongre savunma bütçesine makas atarken Türkiye'nin silahlanmasındaki aşırılıktan gençler neden söz etmesinler!" (aynı yazı). Acar, yazısını şu gözlemle bitiriyor: "Çeyrek yüzyıl önce Ankara'da doğru dürüst bir otel yoktu. 1974 Kıbrıs olayından sonra Büyük Ankara Oteli'ne ne zaman gittiysem, lobisinde, barında çoğunlukla yabancı silah tüccarlarını görürdüm. Yıllar geçtikçe bu şirketlerin temsilcileri yanlarında emekli ünlü generallerle boy gösterir oldular. Trafik yoğunlaşınca, turistik hiçbir özelliği olmayan Ankara'da mantar gibi çoğalan 5 yıldızlı otellerin lobilerindeki emekli Türk paşalarının sayılarının da arttığını gözledim. Lobicilerin geometrik dizi ile artışından Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu da haklı olarak yakınır oldu." (aynı yazı)
     Özgen Acar'ın yanı sıra Güngör Uras ve Işıl Özgentürk gibi yazarlar tarafından da eleştirilen büyük silahlanma ihalelerini savunmak için bir basın toplantısı düzenleyen Savunma Sanayi Müsteşarı Prof. Dr. Dursun Ali Ercan ile Atak Helikopter Projesi'nin Koordinatörü Emekli General Celal Gürkan, amacı açıkça ortaya koydular. "Türkiye'nin her zaman teyakkuzda olması gerekiyor. Türkiye Pasifik Okyanusu'nda bir ada değil. Ülkemizin etrafında uluslararası terörizmi destekleyen komşularımız hep olacaktır" diyen Ercan, "18. ve 19. yüzyıllar dünyanın paylaşımıdır. 20. yüzyılda hammaddenin ve enerjinin paylaşımı var. 21. yüzyıl paylaşım değil, paylaşımların korunması devri olacaktır. Biz bu satrancı kazanmak durumundayız, kazanacağız" değerlendirmesini yaptı. Gürkan ise, "helikopter ihalesinden elde edilecek kazanım ve yeteneklerle bölgesel ve dünya genelinde söz sahibi olmayı hedeflediklerini" kaydetti. (Cumhuriyet, 28 Mart 2000, s. 1 ve 19)
     Bizlere dayatılan silahlanma mantığının bugünkü dünya kapitalist sistemi içerisinde nereye oturduğunu daha iyi anlamak için, Amerikan emperyalizminin Avrupa işlerinden sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Mark Grossman'ın Türkiye'ye biçtiği bölgesel jandarmalık rolüne bakmak gerekiyor. Middle East Forum adlı kuruluşun Philadelphia kentinde düzenlediği konferansa katılan Grossman, "Türkiye'nin Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar'ın tam ortasındaki stratejik konumunu vurguladı. 'Türkiye, bölgeyi tehdit eden İran ve Irak ile ortak sınırlara sahip. Şiddetli çatışmalara sahne olan Balkanlar, Türkiye'nin yanı başında. Yine Türkiye'nin yanı başındaki Dağlık Karabağ ve Çeçenistan sorunu, Kafkaslar'daki barışı ve istikrarı tehdit ediyor' dedi. Grossman, Ankara'nın NATO'ya katkısını, Keşif Gücü'nun görev yapmasına izin vermesini, Kosova'daki Barış Gücü'nde yer almasını ve Ortadoğu barış sürecine verdiği desteği, güvenlik alanında çok önemli bir rol olarak değerlendirdi. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin her geçen gün ve her yönden ilerleme kaydettiğini anlatan Grossman, Türk-Yunan ilişkilerinde de önemli bir dönüşümün yaşandığını, iki ülkenin birçok alanda yakınlaştığını vurguladı." (Cumhuriyet, 17 Mart 2000, s. 8). Grossman'ın, Ercan'ın ve Gürkan'ın açıklamaları, silahlanma planlarına karşı koymanın emekçiler açısından ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösteriyor.
     Üçüncüsü, medya baronu Aydın Doğan'ın, Boğaziçi Üniversitesi'ne 3 milyon dolar bağışlama karşılığında Boğaziçi Üniversitesi bünyesinde bir Aydın Doğan İletişim Enstitüsü kurdurma girişimi fiyaskoyla sonuçlanmak üzere. Sermaye çevreleriyle bütünleşmeyi amaç edinmiş köle ruhlu birkaç elitist akademisyenin bilimin ve üniversitenin onurundan vazgeçip Doğan'ın yarısını zaten vergiden düşeceği bir parayla kendi adını bir kamu üniversitesi programına verme ve üniversiteyi ele geçirme yolunda stratejik bir adım atma planının suç ortaklığına soyunması, bugüne kadar toplumsal ve siyasal konularda ısrarla sessiz kalmayı seçen Boğaziçili öğretim elemanları kitlesinin yaygın ve yoğun tepkisine yol açtı. Aydın Doğan ve ortakları, hiç beklemedikleri anda kendilerini toplu bir aşağılamanın içinde buluverdiler.
     Dördüncüsü, Devlet Tiyatrosu sanatçısı Ali Sürmeli, bir başka finans ve sanayi baronu Sakıp Sabancı'yı dalkavukça yücelten Patron adlı derme çatma oyunu oynamak zorunda bırakılmalarını milyonların önünde bizzat Sabancı'nın ve Kültür Bakanı İstemihan Talay'ın yüzüne karşı haykırarak protesto etti.
     Beşincisi, basın emekçileri, adları açığa çıkan kimi ajan-gazetecilerin basın yayın dünyasından atılmalarını ve basın özgürlüğünü ayaklar altına alan güdümleme çalışmalarına son verilmesini talep edince, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nail Güreli, MİT'e yazı yazarak medyada çalışan MİT ajanlarının listesini istedi. MİT müsteşarı Şenkal Atasagun'un durumu yalanlaması ve bu talebi öne süren gazetecileri suçlaması üzerine, Hürriyet'in eski genel yayın yönetmeni Nezih Demirkent eskiden beri her gazetede MİT görevlilerinin bulunduğunu ve MİT'in ajans bile kurdurduğunu açıkladı.
     Altıncısı, medyanın, halka ve aydınlara yönelik uzatmalı bir yanıltmaca kampanyasıyla, faşist olmaktan çıktığı, değişip ılımlı bir muhafazakâr partiye dönüştüğü izlenimi vermeye çalıştığı MHP'nin gerçek yüzü sonunda hayal dünyasında gezinenler tarafından da anlaşıldı. "Başbuğ"un emrine uymayıp cumhurbaşkanlığına adaylığını koymaya çalışan kendi bakanları Sadi Somuncuoğlu'na karşı şiddet uygulanmasının töre gereği sayılarak parti yetkilileri tarafından pervasızca savunulmasıyla, mızrak çuvala sığmadı. Büyük medyaya ait gazeteler bile bu gerçeğe manşetlerinde yer vermek zorunda kaldı. Aylarca özene bezene imal edilen maske bir gecede tuzla buz oldu.
     Yedincisi, Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Hakları Alt Komisyonu, hazırladığı raporda, hücre tipine zemin hazırlamak üzere Ulucanlar cezaevinde katliam yapıldığını, katliamdan cezaevi ve bakanlık yetkililerinin sorumlu olduğunu kabul etti. Siyasal mahkûm ve tutukluların yalnızca bedenlerini değil, ruhlarını da tutsak etmeyi amaçlayan faşizm, insanlık dışı vahşetiyle suçüstü yakalandı. Siyasal muhaliflere uygulanan işkenceleri ısrarla görmezden gelen kimi ünlü köşe yazarları, konuya yer vermeye başladılar.
     Sekizincisi, HADEP'li belediye başkanlarının tutuklanması ve görevden alınması kararından çok kısa sürede dönülmek zorunda kalındı. Siyasal gözdağı girişimi ters tepti ve son yılların en büyük Newroz kutlaması yapıldı. Büyük medyada birçok köşeyazarı ve yorumcu, uygulamanın "en azından şık olmadığını" belirtme "gereği"ni duydular.
     Dokuzuncusu, Adana Savcısı Sacit Kayasu, 12 Eylül cuntasının elebaşısı Kenan Evren hakkında ülkenin anayasal düzenini zorla yıkmaktan iddianame düzenledi. Savcının suçun yirmi yıllık zaman aşımına uğramasını önlemek için hazırladığı iddianame işleme konulmadı ve Sacit Kayasu hukuksuz bir kararla görevden alındı. Savcı, kararı basın toplantısıyla ve medyaya çıkarak protesto etti.
     Onuncusu, 1999 yılında ekonominin yüzde 6.4 küçüldüğü açıklandı. Ekonomi, büyümek şöyle dursun, kendi kendini yeniden üretmeyi bile başaramadı. Yüzbinlerce işçi işini kaybetti, küçük üreticiler ve esnaf kan ağlıyor. Devlet Planlama Teşkilatı, Uluslararası Para Fonu İMF ile Dünya Bankası'na endekslenen istikrar programlarının Türkiye'de zaten son derece adaletsiz olan gelir dağılımını daha da bozduğunu, "dağılımda adaletsizliğin artmasının, sadece ekonomik değil, aynı zamanda politik ve sosyal sorunlar da yarattığı" uyarısında bulundu. (Radikal, 20 Mart 2000, s. 13). Büyük işveren çevreleri ile siyasal iktidar ve medyanın, "istikrar programının büyük başarısı", "dünyaya parmak ısırtan ekonomik performans" çığlıkları, içi boşaltılan Yurtbank'a 5 milyarlık bütün birikimini kaptıran bir kadının protesto amacıyla kendini yakması, borçlarını ödeyemeyen ünlü bir sanayicinin intiharı ile çarpıcı biçimde tekzip ediliyor.
     Bütün bunlar, toprağın nihayet çatlamaya başladığını gösteriyor. Kapitalist oligarşinin sömürü ve zulmü artık sistemin kabına sığmayacak boyutlara ulaştı. Eskiden, sultanlara "zulmün artsın padişahım!" diye bağrılırdı, "zulmun artsın ki, yıkılasın!". Soygunda, talanda, açgözlülükte, görgüsüzlükte, küstahlıkta sınır tanımayan kleptokratlarımız sabır taşını da çatlattılar. Bugüne kadar her yaptıklarına eyvallah diyen nispeten ayrıcalıklı, tuzu kuru toplum kesimlerine de illallah ettirdiler.
     Tabii bu, henüz bir başlangıç. Toplumu dönüştürecek, bu ülke topraklarında insanca bir yaşam kuracak toplumsal güçler henüz tam harekete geçmedi. Ama bilim insanlarının, gazetecilerin, sanatçıların, parlamenterlerin, savcıların sesleri işçilerin ve köylülerin, emekçi kitlelerin büyük orkestrasından çıkacak gür seslerin habercisidir. Emperyalistler ve işbirlikçi kapitalistler hâlâ egemenliklerini sürdürüyorlar. İMF programı tıkır tıkır uygulanıyor. Özelleştirmeler birbiri ardından geliyor. POAŞ'ın özelleştirilmesi, TÜPRAŞ'ın kısmi satışı, tersanelerin kapatılması önlenemiyor. Medya şirketlerinde yüzde 10 ortaklığa sahip kişi ve kurumların kamu ihalelerine katılmaları açıkça yasak olduğu ve Danıştay bu gerekçeyle enerji ihalelerini iptal ettiği halde, özelleştirmelerin hepsinde medya holdingleri yer alıyor ve kamu kaynakları görülmemiş bir kanunsuzlukla yerli ve yabancı tekellere peşkeş çekiliyor. Kısacası, oyun sürüyor. Ama bu oyuna dur diyecek güçler birikiyor. Özelleştirme karşıtı yürüyüş ve mitinglere katılım artıyor. İstanbul, Ankara, İzmir, Mersin, Trabzon, Bursa gibi çeşitli şehirlerde binlerce işçi ve emekçinin katılımıyla coşkulu 1 Mayıs 2000 gösterileri yapıldı. Gösterileri düzenleyen DİSK, KESK, Türk-İş ve Hak-İş yetkilileri, Türkiye çapında yapılan gösterilerde yaklaşık bir milyon kişinin bir araya geldiğini açıkladılar.
     Dünyada da aynı yönde gelişmeler meydana geliyor. Kapitalizmin küresel saldırısına karşı Seattle'deki gösterilerin ardından Washington'da da İMF, Dünya Bankası ve DTÖ yöneticilerini iyiden iyiye rahatsız eden protestolar düzenlendi. 1 Mayıs bütün dünyada daha geniş katılımla kutlandı. Norveç'te 1986'dan bu yana meydana gelen en büyük sendikal anlaşmazlık sonucunda 85 bin işçi greve başladı. Bu grevle hayat dondu. Petrol ihracatı durdu, gazeteler basılmıyor, oteller kapanıyor, feribotlar işlemiyor. Kapitalizmin yol açtığı felaketler artık dünya medyasının ekranlarına ve sayfalarına sızıyor. Anti-kapitalizm büyük insanlığın gözünde tekrar meşrulaşıyor. Amerikan emperyalizminin hegemonyasına, NATO'ya karşı bilinç yükseliyor. Rusya'da yeni Rus oligarşisinin ve dünya kapitalizminin belli başlı merkezlerinin desteğiyle seçimleri kazanan Putin, ülkenin savunma stratejisini NATO'nun yayılmasına karşı direnme ilkesine göre belirleme gereğini duyuyor. Seçimlerde yüzde otuz oy toplayan komünistler, Rusya'nın daha çok gelişmelere gebe olduğunu, soyguncu baronların ülkeyi rahat yönetemeyeceklerini ortaya koyuyor. Komünizmin azılı düşmanı, ünlü yazar Aleksander Soljenitsin'in bile, "Gorbaçov, Sovyet Rusya zamanında iyi kötü işleyen bir ekonomiyi yerine neyin geleceğini bilmeksizin dağıttı" demesi ve "Özelleştirme bir dolandırıcılıktı. Devlet malı birkaç sahtekârın eline geçti. Sanayi devleri, değerlerinin yüzde 0.5'ine veya yüzde 1'ine peşkeş çekildi. 2 yılda üretim yüzde 50 geriledi. Reformlar faciaydı. 15 yıl kaybettik. Gözü doymaz finans devleri, spekülasyonları sayesinde servetlerine servet kattılar. Kitle iletişim araçlarını da ele getirdiler. İki televizyon kanalından birine devlet sahip, diğeri ve daha büyük olanı da bir finans oligarkının denetiminde" (Cumhuriyet, 16 Mart 2000, s. 10) gözleminde bulunması, Rus emekçi kitlelerini saran öfkenin ne boyutlarda olduğunu yansıtıyor.
     Süleyman Çelebi, "çok alâmetler belirdi" dizesinin ardından "vakit oldu tamam" demişti. Ülkemizdeki ve dünyadaki alâmetler, "vakit oldu tamam" denecek dönemin pek uzak olmadığını gösteriyor. Bu dönemin öznel şartlarını hazırlamak görevi ise kendini daha da ivedi biçimde duyuruyor.
 
Yazarın Diğer Yazıları
 Açıklama
 TKP Tüzük Taslağı
 TKP Program Taslağı
 TKP Yasal Kuruluş Hazırlık Konferansı Sonuç Bildirisi
 Tarihimizden
 Suphi'den Bilen'e Gelenek Yaşıyor
 Emperyalist Savaş Blokunun Pirus Zaferi
 Merhaba
 Dünya Komünist ve İşçi Hareketinden: Yunanistan Komünist Partisi Programı - II
 Gündemden
 Norveç'te Faşist Katliam
 15‑16 Haziran 1970'in Derslerini Tartıştık
 15-16 Haziran
 Ortadoğu'dan
 Selamlaşma