17 Ağustos 1999 sabahı Marmara bölgesini sarsan 7.4 büyüklüğündeki doğal deprem, sermayenin "önce kâr" mantığına tepeden tırnağa koşullanmış devletin yıllardır süren ağır ihmaliyle büyük bir toplumsal felâkete yol açtı. Yıkılan binaların altında kalan binlerce insan öldü, onbinlerce insan yaralandı, yüzbini aşkın kişi evsiz barksız kaldı. En üst yetkililerin "depreme karşı hazırlıklıyız" şeklindeki sayısız demecinin boş laftan öteye gitmediği, merkezi ve yerel yönetimlerin geliyorum diyen depreme karşı ülkenin en gelişmiş yöresinde bile en ufak bir hazırlıktan yoksun olduğu acı biçimde gözler önüne serildi.
İnsan kurtarma çalışmaları açısından en kritik 48 saat boyunca sivil ve askeri yüksek bürokrasi ortalıkta görünmedi, en sonunda ortaya çıktığında ise halkın yardımına koşan muhalif gönüllü kuruluşların etkinliklerini önlemeye ağırlık verdi. Yerli ve yabancı kurtarma ekipleri, Zonguldak'tan gelen yeraltı maden işçileri, başta sağlıkçılar olmak üzere kamu emekçileri daha ilk saatlerden itibaren can kurtarmak için didinirken kamu adına iktidar koltuklarında oturan yüksek görevliler inanılmaz bir sorumsuzluk ve beceriksizlik gösterdi. 12 Eylül anayasasına ve yürürlükteki yasalara bile ters düşen "başbakanlık kriz yönetim merkezi yönetmeliği"yle akla gelecek her türlü yetkiyi ellerine alanlar sıkıyönetim ilan edilsin mi, edilmesin mi tartışmasıyla oyalandılar. Toplumsal muhalefeti bastırmaya, "iç düşman"ı ezmeye programlanmış muazzam bürokratik aygıtın deprem kurbanlarına yardım gündeme gelince hiçbir işe yaramadığı ayan beyan ortaya çıktı.
Deprem bölgesindeki halk bir kez daha kapitalizmin kurbanı oldu. İnsana öncelik veren ve kamu yararını esas alan plan fikrini kârın azamileştirilmesi önünde engel oluşturduğu için öcü sayan, toplumsal muhalefetin bütün uyarılarına rağmen sanayi işletmelerini ve kentleri hiçbir önlem almadan deprem kuşakları üzerine kuran, arsa spekülasyonunu sermaye birikiminin en temel yöntemlerinden biri olarak kullanan emperyalizme bağımlı yerli kapitalist sınıf, deprem katliamının kuşkusuz asli failidir. Büyük sermayenin anlı şanlı holdinglerinden yerel müteahhitlere, kırk yıllık "devlet adamları"ndan kasaba politikacılarına, merkezi yönetimden yerel yönetimlere, bankaların ve holdinglerin halkla ilişkiler bültenine dönüşen medyadan holding başlarına ve iktidar gediklilerine fahri doktora vermeyi marifet sanan üniversite yönetimlerine uzanan sermaye iktidarı ağı, bir doğa olayını katliama dönüştürmüştür.
Deprem mağdurlarının yaralarını sarmak, yıkılan şehirleri yeniden imar etmek için gereken mali kaynağı doğrudan doğruya tekelci sermayeyi, bankaları ve holdingleri vergilendirerek, bütçeden rantiye oligarşisine sadece altı ayda ödenen faiz gelirlerine el koyarak sağlamak mümkünken, DSP-MHP-ANAP iktidarı orta kesimleri ve genel tüketicileri vergilendiren bir yasa tasarısı hazırladıktan sonra tepkiler üzerine bu tasarıyı da askıya aldı. Sonuçta, insanlar bağışçıların insafına terkedilirken toplumsal felâketin asli sorumluları "hamiyetli, yardımsever iş adamları" pozuyla ortada dolaşmaya başladı, suçlular minnettarlık duyulması gereken güçlüler olarak bir kez daha beyinlerimize kazındı. Televizyon televizyon gezerek yeni imar ve inşaat ihalelerinden vurulacak vurgunların kulis ve reklam faaliyetlerini yürüten holding temsilcileri büyük bir yüzsüzlükle halka yüce gönüllü insanlar olarak takdim edildi.
Bütün bu gelişmeler arasında en çarpıcı olanı, iktidar partilerinin, İMF'nin emrettiği yeni sosyal güvenlik yasasını, özelleştirmeyi anayasa ilkesi haline getiren ve sürekli kamu hizmeti niteliği taşıyan imtiyaz sözleşmelerinde Danıştay'ı devre dışı bırakıp uluslararası tahkime olanak sağlayan anayasa değişikliklerini Meclisten geçirmek için depremi bir fırsat olarak kullanmasıydı. Sosyal devletin zaten pek zayıf olan belirtilerini iyice yok eden ve ülkenin emperyalizme bağımlı sömürge statüsünü pekiştiren bu değişikliklere karşı miting, gösteri ve grevlerle direnen işçi ve emek cephesini oluşturan sendikalar, üyelerinin ağırlıklı kesimini etkileyen depremin yaralarını sarmakla uğraşırken, sermaye ve iktidar cephesi kendi sınıfsal isteklerini dayatmak için depremden kalleşçe yararlandı. Genel Maden-İş Sendikası Başkanı ve Türk-İş Genel Sekreteri Şemsi Denizer'in kuşkulu biçimde öldürülmesinin ardından gelen bu iğrenç fırsatçılık, burjuvazinin sınıf mücadelesinde herşeyi, ama herşeyi mubah gördüğünü; işçi ve emekçilere, yerli halka karşı en ufak bir sorumluluk taşımayan sömürge valilerinin zihniyetiyle yaklaştığını bir kez daha kanıtladı.
Siyasal mahkûmları ve tutukluları içerde bırakan, buna karşılık faşist katillere ve çetelere, kapitalist dolandırıcılara ve vurgunculara af getiren yasa tasarısının kabulü ise iktidarın deprem fırsatçılığının son ürünü oldu. Sosyal güvenlik yasası ile özelleştirmeye ve uluslararası tahkime ilişkin anayasa değişiklikleri Cumhurbaşkanı Demirel tarafından onaylanıp yürürlüğe girdi; af yasası ise veto edildi. Onaylar burjuvazinin güncel ortak programını ortaya sermesi açısından anlamlıydı; veto edilen af yasasının üç aşağı beş yukarı aynı zihniyetle yeniden çıkarılacağını ise herkes biliyor. Hapishanelerde faşist çetelerin serbestçe at oynatması karşısında tınmayan, sol siyasilerin en basit insani taleplerine katliamla cevap veren bir yönetimden zaten başka bir şey beklenemez.
Sermaye cephesi bu yasaları çıkararak emekçilere karşı geçici bir zafer kazandı; ama ne pahasına! Kapitalist tekellerin has partisi ANAP'ın ipliği daha önceden pazara çıkmıştı. DSP ve MHP de bu icraatlarıyla kimlere hizmet ettiklerini açıkça gösterdiler. Her iki partinin daha altı ay önce kendilerine binbir umutla koşan emekçi kitlelerin gözünden düştüğü ve seçmenlerinde yaygın bir hayal kırıklığı yarattığı görülüyor. Bu hayal kırıklığını faşizm, şovenizm, emperyalizm ve kapitalizm konusunda köklü bir siyasal bilince dönüştürmek, alternatif bir ülke ve dünya düzeninin mümkün olduğunu benimsetmek görevi önümüzde duruyor. Bu görevi yerine getirmenin önkoşulu, sözkonusu yasalar çıktıktan sonra hâlâ kendini toparlayıp yeniden harekete geçemeyen sendikaların hantallığını gidermek, siyasal örgütlülük alanındaki müzminleşen zayıflığın üstesinden gelmektir. Bunun ise zorlu ve ısrarlı bir çalışma gerektirdiği bellidir. Emekçi kitlelerin gaspedilen haklarını geri almak, emperyalizme tanınan yeni imtiyazları iptal etmek ve Türkiye'yi herkesin insanca yaşadığı bağımsız bir emek cumhuriyeti yapmak ancak böyle bir çalışmayla mümkündür.
Türkiye burjuvazisi ülkeyi emperyalizm için serbest bölgeye çeviren icraatlarının özel olarak ödüllendirileceğini, ABD'den ve Avrupa Birliği'nden yeni krediler ve ekonomik olanaklar sağlayacağını, böylece içinde bulunduğu derin krizi atlatabileceğini umuyor. Medya, ağzının suyu akarak, "yeşil dolarlar geliyor", "düzlüğe çıkıyoruz" diye manşetler atıyor. Bugünkü dünya şartlarında bu umudun boşa çıkması kuvvetle muhtemeldir. Rejimi desteklemek, Öcalan'ı teslim etmek, silah satmak, Kıbrıs'ta "tavşana kaç, tazıya tut" politikası gütmek gibi yöntemlerle her istediğini zaten elde eden ABD'nin ve Gümrük Birliği anlaşmasıyla Türkiye'deki temel ekonomik hedeflerine çoktan ulaşan AB'nin göstermelik adımlar dışında bir "cömertlik" göstereceğini sanmak hayal görmektir. Türkiye, verdiği kapitülasyonlarla kalakalacaktır. Emperyalizm ondurmaz, olsa olsa süründürür. Kendi bencil çıkarları için halkı köleleştirip ülkeyi satanlar gerçekten affedilmez bir suç işliyorlar.
Düzen iflas etmiştir. Susurluk'la ortaya saçılan çeteleşme gerçekleri düzenin siyasal ve hukuksal iflasının göstergesiydi. Milyonlarca emekçinin sosyal güvenlik haklarının gaspı düzenin sosyal iflasıdır. Türkiye bütçesinin halktan toplanan vergileri bir avuç rantiyeye faiz olarak aktaran tulumbaya dönüşmesi düzenin ekonomik iflasıdır. Türkiye'yi bir serbest bölgeye dönüştüren kapitülasyonlar batağı düzenin diplomatik iflasıdır. Öcalan'ın silah bırakma ve teslim olma çizgisine gelmesinden sonra ortada sığınılacak hiçbir bahane kalmadığı halde Kürt sorununda en küçük bir adım atmayı reddetme, sınırlı bir dil ve kültür özgürlüğünü öngören bir reforma yanaşmama ve en küçük özgürlük belirtisini tehdit olarak algılama politikası, düzenin zihniyet iflasıdır. Depreme karşı en ufak bir önlem almadığı gibi depremzedelerin imdadına koşmayı bile beceremeyen yönetim aygıtı düzenin teknik iflasıdır. Bu kadar çürümüş ve hukuk dışına düşmüş bir düzenin hâlâ ayakta kalması, birinci olarak, baskı ve terörün saldığı korkunun, ikinci olarak, medyanın ve eğitim sisteminin gözbağcılığının ve üçüncü olarak, düzen kurbanlarının ilk iki etkenin işlemesi sonucu çaresiz bir tevekküle dönüşen boyuneğme alışkanlığının sonucudur. Boğazına kadar batmış düzen, kurbanları iflas işlemlerini yürütecek icracılar olarak harekete geçmediği için hukuksuz hükmünü sürdürüyor.
Nitekim, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk'un yeni adalet yılının açılışında yaptığı konuşma, düzenin iflas ettiğini en üst yargı makamı tarafından dile getiren bir ilam olmuştur. Kamu yararı kavramını reddetme, devrim düşüncesine ve Jakoben radikalizmine karşı çıkma gibi liberal önyargılarına, yeni dünya düzeni konusundaki belirsiz yaklaşımına, "doğru Atatürkçülük" tanımına ve kimi konulardaki bulanık fikirlerine rağmen Sami Selçuk, Türkiye'de 1982 anayasasının her türlü meşruluktan yoksun olduğunu vurgulamış, eksiksiz düşünce özgürlüğüne dayalı bir demokrasi istemiş ve devletin diyanet işleri teşkilatı ve zorunlu din dersleriyle sakatlanmış, tutarlı bir laikliğe ters düşen yapısının değiştirilmesi ve gerçekten demokratik-laik bir hukuk düzenine geçilmesi çağrısında bulunmuştur. Yargıtay Başkanı'nın "zorba devletten hukukun üstünlüğüne" geçiş çağrısı yapması despotizm savunucularını çılgına çevirdi. Bir yüksek devlet görevlisinin halka ve hukuka karşı sorumluluk duygusuyla hareket etmesine dayanamadılar. Özellikle Cumhuriyet gazetesinin her türlü tartışma adabından yoksun bir sövgü ve karalama kampanyası yürütmesi dikkat çekiciydi. Ne yazık ki hâlâ ortalama Türk aydınının ideolojik besin kaynağı olmaya devam eden Cumhuriyet gazetesi, MHP'nin iktidar partisi olmasını destekleme kampanyasından sonra 12 Eylül anayasasının meşruluğunu da canla başla savunma noktasına gelerek kendi rekorunu yenilemiştir. Şovenizm ve militarizmden genel olarak despotizm ve faşizm savunuculuğuna geçmek çok şaşırtıcı olmasa bile bunu hâlâ sol adına ahkâm kesmeye kalkarak yapmak gerçekten hazin bir marifettir. Üstelik, devlet ve din işlerinin kesin olarak ayrılmasını, diyanet işleri teşkilatının lağvedilmesini ve zorunlu din derslerinin kaldırılmasını, sırf dini nitelikteki eğitimin ve öğretimin cemaatlere bırakılmasını isteyen Sami Selçuk'un "dincilik, gericilik ve şeriatçılık"la suçlanması, gerçekten sapla samanın birbirine karıştırılması anlamına gelir. Selçuk'un önerdiği program, tutarlı bir laikliğin gereğidir ve daha 1920 yılında TKP programında vicdan özgürlüğünün mutlak surette temin edilmesinin yolu olarak böyle bir program önerilmiştir. Halka hiç özgürlük tanımamak, kitleleri güdülecek bir sürü olarak görmek, hep vesayet altında tutmaya çalışmak, öcülerle korkutarak despotizme razı olmalarını sağlamaya çalışmak solculukla asla bağdaşmaz. Sabah akşam laiklik diyenlerin, laikliğin tarihinden, teorisinden ve pratiğinden bu kadar habersiz olmaları, özgürlük ve eşitlikle ayrılmaz bağını reddetmeleri ibret vericidir.
Depremzedelerin imdadına koşan Rus, Yunan, Fransız, İspanyol, Mısır, Cezayir, İsrail, Alman, Amerikan ve öbür ülkelerden gelen kurtarma ve yardım ekiplerinin enternasyonal dayanışması, sosyal amaçlar sözkonusu olduğunda devlet aygıtının gösterdiği acz, burjuvazinin acımasız bencilliği, düzen partilerinin en geniş halk kesimlerinin temel çıkarlarına gözükara saldırısı, düzenin çürümüşlüğünün en yetkili yargıç tarafından dile getirilmesi... Bütün bunlar, şovenist ve dinci önyargıların kırılmaya başladığını, kapitalist hayallerin dağılmaya yüz tuttuğunu, düzenin ideolojik çemberlerinin aşındığını gösterebilir; ama, yeni bir başlangıcın, emekçi kitleleri sermayenin mantığını reddeden yeni bir düzenin mümkün olduğu düşüncesi etrafında toplama çalışmasını ısrarla sürdürerek gerçekleştirebileceğimizi unutmamalıyız. Yapacak çok işimiz var.