Sosyalist Dergi: 9 |  Muhsin Salihoğlu |
SİP NEREYE?

     Egemenler övgüden hoşlanır. Dünyanın her yerinde böyle olmuş, hâlâ da böyle. Bizim tarihimizde de methiye geleneği var. Hükümdarlara sınırsız övgüler düzülmüş. Olmayan erdemleri var gösterilmiş, herkesin bildiği kusurları gizlenmiş. Sömürücü ve zalim nitelikleri yok sayılmış, tam tersi özellikler atfedilerek yüceltilmişler. Galiba bu geleneğin etkisiyle birileri günümüzde Türkiye kapitalizmine övgü düzmeyi aklına koymuş, ak kâğıt üzerine şöyle yazabilmiş: "Türkiye kapitalizmi bağımsızlık olmadan edemez ve bunu yitirmekten ölesiye korkar."


     Başbakan Ecevit'in Türkiye ekonomisine ilişkin çarpıcı açıklamasının gazete manşetlerinde "Ecevit'ten acı itiraf: İMF'nin kucağındayız" (Cumhuriyet, 12 Eylül 2001, s. 20) şeklinde yer aldığı; Amerika'dan gönderilen Kemal Derviş'in ekonomi bakanı olarak görev yaptığı; Amerikan emperyalizminin, New York'taki Dünya Ticaret Merkezi ile Washington'daki Savaş Bakanlığı Pentagon'a yönelik uçak saldırılarını bahane ederek açmaya hazırlandığı haçlı seferine hevesle katılmak isteyen yerli egemenlerin "Ankara işaret bekliyor: Göreve hazırız" mesajını verdiği (Cumhuriyet, 14 Eylül 2001, s. 1); "Hatırlıyorum, ben çocukken Vahşi Batı'da, üzerinde 'Ölü ya da diri aranıyor' yazılı ilanlar asılırdı" diyerek bütün dünyayı vahşetin göbeğine sürüklemek isteyen idamcı Bush'a Kemal Derviş'in "Kayıtsız şartsız destek olmalıyız" (Cumhuriyet, 18 Eylül 2001, s. 1) demeciyle arka çıktığı; ülke kaynaklarının özelleştirmeler yoluyla talan edildiği; kamu görevlerine kimin getirileceğine bile yabancı heyetler tarafından karar verildiği; kısacası, ülkemizin emperyalizme nasıl kıskıvrak bağımlı duruma getirildiğini siyasal bilinçten en yoksun kesimlerin bile algılamaya başladığı bu günlerde, Türkiye halkına emperyalizmin uluslararası tahsildarı İMF'nin deli gömleğini on dokuz kez giydiren, ülkeyi Avrupa Birliği'yle gümrük birliğine sokarak ağır kanamalı hasta durumuna düşüren Türkiye kapitalizmine kim böylesine gerçeküstü bir güzellemede bulunmaya cüret edebilir dersiniz? Ülkeyi tam bir yıkıma sürükleyen, halkı işsizliğe ve açlığa mahkûm eden son İMF programını "ikinci kurtuluş savaşı" diye niteleyerek destek kampanyası açan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği başkanı mı, "Kemal Derviş'in arkasındayız" diye durmadan demeç veren TÜSİAD'ın bir sözcüsü mü, veya alınganlık göstererek "uyguladığımız program Türkiye'nin kendi programıdır, İMF'nin programı değil" diyen Kemal Derviş mi? Yoksa işbirlikçilik suçlamalarına sinirlenen Sakıp Sabancı veya Rahmi Koç mu? Kim?
     Bir başkası da şöyle yazmış: "Askerler emperyalizmin Türkiye'ye dönük hesaplarından gerçekten rahatsızdır. Ama bu yeni bir şey değildir. Bu Cumhuriyet'in başından beri böyledir; 12 Eylül cuntasının çapsız generallerinin farklı görüntü vermeleri, onların başka hesaplara konsantre olmalarındandır. Evet, askerler emperyalist ülkelerin Türkiye için 'iyi' şeyler düşünmediğini bilmektedir."
     Nato garnizonuna dönüştürülmüş koca bir ülkede acaba kim böyle bir övgüye kalkışabilir dersiniz? ABD'yle ikili anlaşmaları, İsrail'le stratejik ittifakı, İncirlik ve öteki üsleri; geçmişten bu yana kısaca hatırlarsak, faşist Alman yayılmacılığıyla işbirliğini, Kore savaşına asker göndermeyi, Cento'yu, 27 Mayıs sabahı Türkeş'in ağzından "Nato'ya ve Cento'ya bağlıyız" sözünü, 12 Mart ve 12 Eylül cuntalarını; kontrgerilla katliamlarını vb. vb. bir şekilde kılıfa sığdırabileceğini kim düşünebilir? Militarizmin kör ettiği bir kahvehane hatibi mi, yoksa sermaye düzeninin iç ve dış bağlantılarından, sömürü çarkının nasıl işlediğinden habersiz, hayal aleminde kendince kurtuluş reçeteleri yazan bir "ulusal solcu" mu?
     Boşuna uğraşmayın, bu övgü sahiplerini doğal olarak aradığınız yerlerde bulamayacaksınız. Bir bütün olarak Türkiye kapitalizmine yöneltilen bağımsızlıkçılık övgüsü Aydın Giritli'ye ait; Gelenek dergisinin Haziran 2001 tarihli 64. sayısında çıkan "Sosyalist Devrim ve Yurtseverlik" başlıklı yazıda, 28. sayfada yer alıyor. (Bir yanlışlık yapmamak, kimseye haksızlık etmemek için şunu da belirtelim ki, sözü edilen yazının başlığının altında "Aydın Giritli" adı var; derginin kapağında ve içindekiler sayfasında ise yazar adı "Aydemir Güler" olarak verilmiş. Biz başlık altında verilen bilgiyi esas alarak yazarın Aydın Giritli olduğunu varsayıyoruz.) Türkiye kapitalizminin muhafızlarına yönelik övgü ise Kemal Okuyan'a ait; yine Gelenek dergisinin Ağustos 2001 tarihli 66. sayısındaki "Burjuva Siyasetinden Anlam Çıkarmak" başlıklı yazıda, 9. sayfada bulunuyor.
     Günümüzde Türkiye kapitalizminin en pişkin sözcülerinin bile düzmekte zorlanacağı bu övgü demetinin sosyalistlere, üstelik alameti farikası "sosyalist devrim" olan Sosyalist İktidar Partisi'nin yazarlarına ait olmasını nasıl değerlendirmeliyiz acaba? Şaşkınlığımızı üzerimizden atmaya, ne olduğunu anlamaya çalışırken işin devamı geliyor. Düzeni ve düzenin temel kurumunu böylesine allayıp pullayanlar, bu kez işçi sınıfı, emekçi kitleler, emek-sermaye çelişkisi, anti-kapitalizm, sosyalist devrim konusunda hakikaten inanılmaz tezler ortaya atıyorlar. Şimdi sırasıyla bu ilginç tezlere bakalım.

     İşçi sınıfına ve emekçi kitlelere güvensizlik
     Birinci tez: "İşçi sınıfının ve emekçi kitlelerin, toplumsal ilişkilerin gerçek yüzünü bilinçle kavramaları, ezilen, sömürülen ve yönetilen bir sınıf konumu açısından boş beklentidir. Kapitalizmin neden yıkılması gerektiğinin bilinci, iktidarı ele geçirmiş işçi sınıfının kendisini ve toplumun tamamını eğitmesinin konusu olacaktır." (Aydın Giritli, adı geçen yazı, s. 19)
     Görüldüğü gibi, yazar, elitist bir yaklaşımla, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin toplumsal ilişkilerin gerçek yüzünü kavrayamayacağını, kapitalizmin neden yıkılması gerektiği bilincine kavuşamayacağını iddia ediyor. Komünist Manifesto öncesine, marksizm-leninizm öncesine bu dönüş nereden çıkıyor? Manifesto'dan bu yana komünistler, kapitalizmin kendi mezar kazıcılarını yarattığını, kapitalizmden sosyalizme geçişin "düşünsel ve ahlaki itici gücünün ve maddi uygulayıcısının kapitalizmin ta kendisince eğitilen proletarya" olduğunu, proletaryanın sadece acı çeken bir sınıf olmayıp sömürüden tek kurtuluş yolunun sosyalizm olduğunu sınıf mücadelesi pratiği içerisinde siyasal deneyim kazanarak anlayacağını, işçi sınıfının kapitalizme son verme bilincini kazanmasında komünist partisinin eğitici, örgütleyici ve yönlendirici rol oynayacağını, böylece proletaryanın burjuvaziye karşı kapsamı gittikçe zenginleşen mücadelesinin siyasal iktidarın proletarya tarafından fethine yol açan bir siyasal mücadeleye dönüşeceğini ve bu fethin üretim araçlarını toplumsal mülkiyet haline getiren bir sosyal devrimin kaldıracı olacağını savundular. İşçi sınıfının tarihsel misyonu hakkındaki bu bilgi, işin alfabesidir. Yazarın, toplumsal ilişkilerin gerçek yüzünü kavramaktan aciz ve sosyalist bilinç edinme yeteneğinden yoksun olduğunu iddia ettiği işçi sınıfı, öyleyse, nasıl olacak da iktidara gelecek? Ezilen, sömürülen ve yönetilen sınıf niçin ve nasıl sömürüldüğünü, ezildiğini öğrenmeden nasıl yöneten sınıf durumuna gelecek? Yöneten konumunu kullanarak sömürüsüz ve sınıfsız yeni bir dünyanın yolunu nasıl açacak? İşçi sınıfına ve emekçi kitlelere tepeden bakan kibirli elitlerin, kerameti kendinden menkul şeyhlerin iktidarcılık oynamasıyla mı? Sınıf mücadelesi öğretir. İşçi sınıfı, bu mücadele içinde kendi kendini eğitir, sosyalizm bilincini kazanır ve kapitalizme son verir. İşçi sınıfının siyasal partisinin kitleleri kendi siyasal deneyimleri temelinde eğiten, örgütleyen ve iktidara yönlendiren rolü bu sürecin kilit öğesidir. 

     
Devrimci enerjinin kaynağı
     Proletaryanın ve diğer emekçi kitlelerin kapitalizm koşullarında toplumsal gerçekliği kavrayıp kapitalizme karşı bilinçlenme yeteneğinden yoksun olduğunu öne süren yazar ikinci tezine geçiyor.
     İkinci tez: "Yeri gelmişken, devrimci kalkışmaya imza atan işçi sınıfı ve diğer emekçi kitleleri harekete geçiren enerji kaynağının anti-kapitalizm olmasının aşağı yukarı imkânsız olduğunu söylemeliyim." (A.g.y.)
     Kapitalizmin sömürdüğü ve ezdiği sınıf ve kitleler kapitalizme karşı hareket edemezlermiş; onları mücadeleye sürükleyen etken kapitalizm karşıtlığı olamazmış; bu, "aşağı yukarı imkânsız"mış! Nedenmiş o? Kapitalizm çağında sınıf mücadelesinin kaynağı kapitalistlerle ücretli işçiler arasındaki uzlaşmazlıktır. İşçi sınıfını harekete geçiren, onu sömürüye karşı direnmeye iten maddi temel bu uzlaşmazlıktır. Kapitalizm çağında tarihin itici gücü proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadeledir; zaten, komünist teori de, Marks ve Engels'e göre, "bu mücadele içinde proletaryanın konumunun ifadesi ve proletaryanın kurtuluş koşullarının özetidir." (On Scientific Communism, Progress Publishers, Moscow, 1967, s. 38)
     İşçi sınıfını ve emekçi kitleleri harekete geçiren enerji kaynağının anti-kapitalizm olmasının imkânsızlığını savunmak, modern toplumları anlamamak demektir; sınıf mücadelesini anlamamak demektir; sosyalist öğretiyi anlamamak demektir; sosyalist devrimlerin inkâr edilmesi demektir. Yazar, dünya komünist hareketinin 150 yıllık birikimini bir tarafa bırakarak tarih bilincinden ne kadar yoksun olduğunu ortaya koyduğu gibi, güncel gelişmeleri de hiç kavramadığını gösteriyor. Sovyetler Birliği'nin çözülmesinden beri, kapitalizmin nihai zaferi kazandığını, tarihin sona erdiğini savunan, gezegenimizin bütününü yutmaya çalışan kapitalizme karşı hiç durmayan direnişi ancak zengin ülkelere ulaşınca "gören" dünya kapitalist medyasının Seattle gösterilerinden bu yana kapitalizmin alternatifsizliği masalını sürdürmekte nasıl zorlandığını, "anti-kapitalizm hortluyor mu?" sorusunu manşetlerine taşımak durumunda kaldığını bile unutuyor.

     Sosyalist devrim neyin ürünü

     Aydın Giritli, üçüncü tezinde ikinci tezini daha da genelleştirerek ve açımlayarak ortaya koyuyor, sosyalist devrimlerin emek-sermaye çelişkisinin ürünü olduğunu reddediyor.
     Üçüncü tez: "Sosyalist devrim, emek-sermaye çelişkisi üzerinde yükselebilseydi, elbette her şey farklı olurdu. Bu koşulda, en azından devrimci durumda geniş emekçi kitlelerin bilinç ve hareketlerinin doğrudan doğruya kapitalizmi tüm kaynak ve sonuçlarıyla birlikte tarihe gömmeye yönelmesi söz konusu olacaktı. Devrimci durum konjonktüründe, nihai hedef ile güncellik arasında yeterli bir örtüşme elde edilirdi. Öncesinde yürütülecek mücadelelerin ana konusu da devrimci duruma hazırlanma ve katkıda bulunma ile tanımlanırdı." (A,g.y., s. 18)
     Sosyalist devrim tabii ki emek-sermaye çelişkisi üzerinde yükselir; başka ne üzerinde yükselecekti ya? Marksizm-leninizmin sosyalist devrim teorisinin en temel saptamalarını reddetmekle nereye varacaksınız? Eğer diyalektik öğreti, doğanın, toplumun ve insan düşüncesinin işleyişini doğru olarak yansıtıyorsa; eğer her sürecin temel çelişkisi diye bir kavram varsa; eğer çelişkinin özgüllüğü diye bir kavram varsa; eğer, Marks'ın sözleriyle, "belirli bir üretim biçiminin bağrında yer alan uzlaşmazlıkların tarihsel gelişimi, o üretim biçiminin çözülüp dağılmasının ve yeni bir biçimin kurulmasının biricik yolu" ise; eğer kapitalizmin temel ve özgül çelişmesi olan emeğin toplumsal niteliği ile mülkiyetin özel, kapitalist biçimi arasındaki çelişme kapitalizmin temel sınıfları olan proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmazlıkta ifadesini buluyorsa, eğer devrimlerin karakteri gerçekleştirilen toplumsal ödevler ve devrimlerde yer alan toplumsal güçler tarafından belirleniyorsa, eğer proletaryanın önderliğinde birleşen emekçilerin kapitalist sınıfın egemenliğini ortadan kaldırarak artı-değer sömürüsüne son verdikleri devrimin adı sosyalist devrimse, sosyalist devrim elbette emek-sermaye çelişkisi üzerinde yükselir.
     İşin ilginç yanı, yazarın emek-sermaye çelişmesini sosyalist devrime kaynaklık edemeyen kısır bir çelişki düzeyine indirgedikten sonra sureti haktan görünmeye çalışmasıdır. Efendim, eğer sosyalist devrim emek-sermaye çelişmesi üzerinde yükselebilseymiş, "elbette her şey farklı olurmuş"! İşte o zaman marksizm-leninizmin öngördüğü görevler gündeme gelir, kitleleri bilinçlendirme ve örgütleme mücadelesini aralıksız sürdürerek devrimci duruma hazırlanma, devrimci durumda da "geniş emekçi kitlelerin bilinç ve hareketlerinin doğrudan doğruya kapitalizmi tüm kaynak ve sonuçlarıyla birlikte tarihe gömmeye yönelmesi söz konusu olabilirmiş"! Ama, kader utansın, nesnel gerçeklik böyle olmadığı için, böyle bir yönelim "maalesef" daha başlangıcından imkânsız olduğu için yazarımız kendini sınıf politikasından vazgeçip başka sulara yelken açmakta serbest ilan ediyor. Sosyalist öğreti "hayata uysa" yazarımız elbette sosyalist olacakmış; ama öğreti "hayata uymayınca", yazarımızın elinden başka birşey gelmiyor; çareyi burjuva politikasının labirentlerine girmekte buluyor!

     "İndirgemecilik" suçlaması

     Nasıl mı? Önce sosyalizmin bağımsız sınıf çizgisine şu beylik "indirgemecilik" suçlamasını yöneltiyor: "Sosyalizmin ideolojik mücadelesi, bütün toplumsal başlıkları emek-sermaye çelişkisine indirgemek değildir." (A.g.y., s. 28) Sosyalizmin ideolojik mücadelesi, sermaye ilişkilerinin hayatın bütün alanlarına nasıl nüfuz ettiğini ve bütün toplumsal başlıkları nasıl belirlediğini göstererek bu başlıkların çözümünün emek-sermaye çelişmesinin çözümüne organik olarak bağlı olduğunu ortaya koyar. Kadın sorunu, ulusal sorun, savaş ve barış sorunu, çevre sorunu, kalkınma sorunu, bağımsızlık sorunu, demokrasi sorunu, sosyal adalet sorunu, yabancılaşma sorunu vb. günümüz dünyasında ve Türkiye'de emek-sermaye çelişmesi tarafından belirlenen sorunlardır. Dolayısıyla bu sorunların hiçbirine emek-sermaye çelişmesi ekseninden bağımsız olarak yaklaşılamaz. Her toplumsal başlık ister istemez bu eksene, günümüz dünyasının bu temel çelişmesine organik olarak bağlanmıştır. Her toplumsal konunun kapitalistçe "çözümü" vardır; toplumun büyük çoğunluğu olan emekçiler için bu "çözüm" gerçek bir çözümsüzlüktür. Her toplumsal konunun sosyalistçe çözümü vardır; bu çözüm küçücük bir sömürücü azınlığın dayatmasını ortadan kaldırarak konunun büyük insanlığın yararına gerçek çözümüdür. Bütün toplumsal konuları temel çelişmeye, emek-sermaye çelişmesine bağlamayı nesnel gerçekliğe uygun bir davranış olarak benimsemek yerine, "indirgemecilik" saymak burjuva ideolojisinin tipik bir göstergesidir.

     Garip bir "yurtseverlik" anlayışı

     İndirgemecilik suçlamasının ardından, yazar, emek-sermaye çelişmesinin ve anti-kapitalist mücadelenin yerini alacak buluşunu ortaya atıyor, işçi sınıfının bilinçli yurtseverliğiyle hiçbir ilgisi olmayan garip bir "yurtseverlik" tezi üretiyor. Bilindiği gibi, işçi sınıfının yurtseverliği, her türlü sömürüden kurtulmak için yürüttüğü toplumsal kurtuluş mücadelesinin temel çıkarlarıyla belirlenir ve proletarya enternasyonalizmiyle ayrılmaz bir bütün oluşturur. Ulusun gerçek çıkarlarını savunan işçi sınıfı yurtseverliği, yurdu kendi sömürücü çıkarlarına alet eden burjuvazinin kapitalist bir öz taşıyan milliyetçiliğinden kökten ayrılır. Yazarın savunduğu "yurtseverlik" ise anti-kapitalist mücadeleyi yerinden ederek burjuvazinin milliyetçiliğine eklemleniyor.
     Dördüncü tez: "Türkiye'de sosyalist devrim sürecinin yurtseverlik alanına kök atması, bu sürecin toplumsal yüzünde işlev görecek olan diğer öğelerden daha fazla önem taşıyacaktır." (A.g.y., s. 22) Görüldüğü gibi, sosyalist devrimin emek-sermaye çelişmesi ve anti-kapitalist mücadele temelinde yükselmesinin imkânsız olduğunu savunan yazar, bu öğelerin yerini "yurtseverliğe" bırakıyor, baş rolü "yurtseverliğe" veriyor. Peki nasıl bir "yurtseverlik" bu? İşçi sınıfının enternasyonalist ve anti-kapitalist bir öz taşıyan bilinçli yurtseverliği mi, burjuvazinin milliyetçiliği mi?
     Yazarın açıklamaları art arda geliyor: "Bizim burjuva devrimimizin kalkış noktası, Osmanlı devletinin dış rekabette yaya kalmasıdır. Süreç kapitalistleşmenin çeşitli boyut ve görüngülerinin hayat bulması için uğraşırken, yalnızca tek bir başlıkta kendi varoluşundan kaynaklanan çok özel bir hassasiyete sahip olmuştur: Bağımsız devlet ve bu devletin iktidar sahibi olması. Bağımsız ve iktidar sahibi devletin varlığı, sınıf bağları alanında kendini yalnız hisseden 'devrimci öncü'nün korunma içgüdüsüdür aynı zamanda." (A.g.y., s. 24) Demek ki, egemen burjuvazimiz "bağımsız ve iktidar sahibi devlet" olma konusunda çok özel bir hassasiyete sahipmiş, emperyalizmle işbirlikçilik onun karakteri değilmiş. Devamı var:
     "'Vatanın bölünmez bütünlüğü' hakkında atılan demagojik nutuklar, sadece anti-komünizm kaynaklı değildir. ...Türkiye egemen güçleri, bağımsız ve iktidar sahibi pozisyonun yitirilmesi halinde dünya kapitalizminin Türkiye burjuvazisini koruyup kollamak için herhangi bir özel eğilime sahip olmadığını bilmektedirler." (A.g.y., s. 25). Yazarın " bağımsızlık" ve "yurtseverlik" anlayışıyla, Türkiye egemen güçlerinin milliyetçilik anlayışı nasıl da örtüşüyor! Türkiye emperyalizmin boyunduruğu altında değil de "bağımsız ve iktidar sahibi" bir pozisyondaymış ve egemen güçler bu pozisyonun yitirilmesini istemiyorlarmış! Görüyor musunuz yazarın "ilerici sempatilerini hakkeden" egemen burjuvazinin "bağımsızlıkçı hattı"nı! (A.g.y., s. 28)
     Aydın Giritli bununla da yetinmiyor ve Türkiye soluna akıl veriyor: "Türkiye solunun, bağımsızlık ve onunla bitişik 'bütünlük' problematiği karşısında yalnızca alaycı tutum geliştirmeye hakkı yoktur." (A.g.y.) Bildiğimiz kadarıyla Türkiye solu, başta TKP olmak üzere, daha ulusal kurtuluş savaşı günlerinden bu yana ulusal bağımsızlığın ve emperyalizme karşı toprak bütünlüğünün kararlı savunucusu oldu; bağımsızlığı satılığa çıkaran egemen burjuvazinin her türlü baskı ve terörüne karşı kanı ve canı pahasına yaptı bunu üstelik. Bu konuda hiç kimsenin, hele hele egemen burjuvaziyi bağımsızlıkçı ilan eden ve anti-kapitalizmden vazgeçen teslimiyetçilerin aklına hiç ihtiyacı olmadı. Komünistler, enternasyonalist ve yurtsever, işçi sınıfı devrimcisi ve yurdun kaderinin en kararlı savunucusu olmayı her zaman başardılar.

     Burjuva milliyetçiliğine ricat

     Yazarın burjuva milliyetçiliğine ricat sürecinin zirvesini yazının başında aktardığımız cümlesi oluşturuyor: "Türkiye kapitalizmi bağımsızlık olmadan edemez ve bunu yitirmekten ölesiye korkar." Türkiye komünist hareketinde ve çevresinde bugüne kadar Türkiye kapitalizmine bir bütün olarak bağımsızlıkçılık atfedenler, 1920-1930'larda dönek Şevket Süreyya-Vedat Nedim Tör kliği ile 1970-1980'lerde "Sovyet sosyal-emperyalizmine karşı savaş" demagojisiyle ortaya çıkan, meşhur "üç dünya" teorisinin savunucusu TİKP-Aydınlık çevresi oldu. Mihri Belli ve MDD çizgisinin diğer temsilcileri bile her zaman işbirlikçi burjuvazi-milli burjuvazi ayırımı yaptılar. Kendi anlayışlarına göre, egemen güçlerin işbirlikçi, egemen olmayan milli burjuvazinin ise bağımsızlıkçı olduğunu belirttiler. Yıllarca "sosyalist devrim" diyen Aydın Giritli'nin MDD teorisyenlerini bile utandıracak kadar gerilemesi gerçekten üzücü.
     Yazarın sözünü ettiği "yurtseverliğin" başka halkların haklarına tam saygı gösteren, diğer ulusları küçük görmeyen, bir başka deyişle, şovenizmi reddedip enternasyonalizmi benimseyen bilinçli bir işçi sınıfı yurtseverliği olmadığı açıkça belli oluyor: "Türkiye halkının Kürt ulusal kimliğine saygı ve dayanışma duygularıyla yaklaşması, yalnızca bir ulusun hakkına saygı ekseninde mümkün değildir. Afrika sömürgelerine faşist diktatörlüğünün kan kusturmasına tepkisini büyüten Portekiz halkı, Vietnam savaşını karşısına alan ABD ilericiliği, yalnızca soylu bir hümanizmanın ürünleri olsalardı bile, Türkiye'de benzerinin ortaya çıkabileceğini iddia etmek kolay değildir." (A.g.y., s. 29) Kim demiş şovenizme karşı mücadelenin kolay olduğunu? Ama sosyalizmi "kolay yoldan" kurmak için şovenizme teslim olma yolunu seçen real-politikerlerin dünya halklarına ne acılar tattırdığını bütün dünyadaki deneyimlerden biliyoruz. Bir sosyalist nasıl böyle bir yolu önerebilir? Sakın Türkiye halkına atfedilen bu şovenistlik yazarın kendi öz hissiyatı olmasın; kendi hissiyatını bir savunma mekanizmasıyla Türkiye halkına yansıtıyor olmasın?!

     Despotizme ve şovenizme övgü

     Ne yazık ki, yazarın çarlık despotizmini bile sosyalizm için olumlu bir öğe sayması insanda hiç de olumlu çağrışımlar uyandırmıyor; açıkçası kuşku uyandırıyor: "Örnek olsun, Rusya'nın çarlık otokrasisi devrimci halk hareketlerinin büyük derdidir. Ama çarlık otokrasisi çerçevesinde gerici anlama sahip merkezi iktidar, devrim Rusyası'nın ayakta kalmasında işlev görmüştür. Merkezi iktidar unsurunun Rus toplumundaki kökleri, uzak coğrafyaları birarada tutma yeteneği vb öğeler söz konusu topraklarda sosyalizmin inşasının hizmetine sokulmuştur. Özetle eski düzenden kalma bir öğe, düpedüz -ama elbette dönüşüm işlemlerinden geçirilerek- devralınmıştır." (A.g.y., s. 19-20)
     Yayılmacı Çarlık despotizmi ve şovenizmi Rusya'yı, Lenin'in deyimiyle, bir "halklar hapishanesi" haline getirmişti. Rus komünistleri Çarlık despotizminin bu niteliğini hep vurguladılar; onu "uzak coğrafyaları birarada tutma yeteneği" gibi emperyalist bir mazeretle yüceltmediler; aksine, ulusların kendi yazgılarını belirleme hakkını kararlı bir şekilde savundular ve Rus emperyalizmini yıkıp özgür halkların özgür birliğini kurdular. Despotizmi devralmadılar; yok ettiler. Halkların eşitliği ve özgürlüğünü tanıdıkları için çeşitli halkları Sovyetler Birliği federasyonu içinde toplayabildiler. Çarlığın "uzak coğrafyaları birarada tutma yeteneği" düpedüz emperyalizmdi. Peki ama halkların birlik ve dayanışmasını eşitlik ve özgürlük dışında başka öğelere dayandırmak nasıl bir sosyalizm anlayışıdır? Despotizmi ve şovenizmi sosyalizmin hizmetine koşabileceğini sanmak nasıl bir aymazlıktır? Marks'ın Paris Komünü deneyiminden çıkardığı temel dersi Aydın Giritli hiç mi hatırlamıyor artık? "Proletarya, mevcut devlet aygıtını ele geçirip kendi çıkarları için kullanamaz" saptamasını artık hepten mi unuttu? "Bizim" despotlarımızın çarlığınkine benzer "yetenekleri"ne mazeret üretme çabası insanı işte bu hallere düşürüyor.

     Nereden nereye

     Yazar anti-kapitalist mücadeleden vazgeçip burjuva milliyetçiliğine ricat etmesini haklı göstermek için solun tarihini tahrif etmekten de kaçınmıyor. Şöyle yazıyor: "Türkiye solu o dönem [1960'lar] bağımsızlık ve ulusal değerler üzerinde tekel oluşturabileceğini kanıtladı ve kendisi de gördü. ... Ancak 1960'ların bitiminde Türkiye solunda devrimcileşme süreci ile bağımsızlık temasının terkedilmesi şaşırtıcı bir paralellik gösterir. Dolayısıyla 1970'ler de bir o kadar incelenmeyi hak etmektedir. Türkiye solunun kitlesel toyluk yıllarıdır bunlar. Sınıf gerçeğini öğrenen kuşaklar, ulusal değerler ve yurtseverlik başlığının üzerine bir çizik atabilmişlerdir." (A.g.y., s. 30)
     Sınıf gerçeğini öğrenen kuşakların ulusal değerlere ve yurtseverliğe "çizik attıkları" iftirasını reddederken, bu iftirayı çürüten binlerce kanıttan sadece birine değinmekle yetineceğiz. 1970'lerde "gençliğin yolu işçi sınıfının yoludur" ilkesiyle yola çıkan İGD'nin merkez yayın organının adı "İlerici Yurtsever Gençlik" idi. Hem de o sıralarda Aydın Giritli'nin ağabeyleri, İGD'yi bir yandan TKP'nin o dönemdeki çizgisi doğrultusunda "ileri demokratik devrim" belgisini kullandığı ve "ulusal demokratik cephe" taktiği izlediği için sosyalizmden sağa sapmakla suçluyor, öte yandan da İGD'nin faşizme ve emperyalizme karşı aktif kitlesel mücadele çizgisini kendi pasifizmleriyle bağdaştıramadıkları için "İGD'li goşistler" edebiyatı yapıyorlardı. Nereden nereye!

     Sihirli anahtar
     Yazar, SİP'in yeni çizgisini gerekçelendirmek için "Türkiye solunun yanlış yolları tezi" diye özetleyebileceğimiz bir teze başvuruyor. Ona göre, Türkiye solu kendisine iktidar meşruiyetini açacak bir anahtardan uzak durmaktadır. Peki Türkiye solunun bir türlü kıymetini bilmediği, ama SİP yazarlarının nihayet keşfettiği bu sihirli anahtar neymiş? Kemalizm! Meğerse Türkiye solunun "iktidarsızlık" derdine derman olacak ideoloji kemalizmmiş. Türkiye solu kemalizm karşıtlığından bir vazgeçse işler yoluna girecekmiş!
     Beşinci tez: "Yanlış yol ile kastettiğim, Türkiye siyasetinde iktidar meşruiyetini açma potansiyeline sahip olmamaktır. Yanlış yolların buluştuğu kavşakta ise anti-kemalizm yazmaktadır." (A.g.y., s. 30) Ne büyük saptama, ne büyük keşif! Türkiye'de komünist akımı yok etmek isteyen likidatör Şevket Süreyya'nın yetmiş seksen yıl önce ortaya koyduğu ideolojik hattı, Doğu Perinçek'in otuz yıldan beri savunduğu çizgiyi Türkiye soluna yeni bir cilayla sunmak sosyalizmle nasıl bağdaşıyor? Türkiye kapitalizminin resmi ideolojisine yaslanmakla sol nereye gidebilir? MDD'ciliğin yeni bir sürümü ile nereye varılır?

     Soruyoruz
     Evet, soruyoruz, SİP nereye? Yeni çizginizin şu özetine bir bakın:
     ...Sosyalizmin ideolojik mücadelesi, bütün toplumsal başlıkları emek-sermaye çelişkisine indirgemek değildir. Sosyalist devrim, emek-sermaye çelişkisi üzerinde yükselemez. İşçi sınıfı ve diğer emekçi kitleleri harekete geçiren enerji kaynağının anti-kapitalizm olması aşağı yukarı imkânsızdır. İşçi sınıfının ve emekçi kitlelerin toplumsal ilişkilerin gerçek yüzünü bilinçle kavramaları boş beklentidir. Egemen güçler, emperyalizmin Türkiye'ye dönük hesaplarından gerçekten rahatsızdır. Türkiye kapitalizmi bağımsızlık olmadan edemez ve bunu yitirmekten ölesiye korkar. Türkiye halkı ulusal kimliklere saygı ve dayanışma duygularıyla yaklaşamaz. Merkezi iktidarın uzak coğrafyaları birarada tutma yeteneğini devralacağız. Burjuvazinin resmi ideolojisine karşı çıkmak yanlıştır...
     Ve yanıt verin: Böyle bir sosyalist iktidar programı olur mu?

 
Yazarın Diğer Yazıları
 Parti Öğretisi
 Derinleşen Kriz ve Öngörüler
 9 Mayıs Faşizme Karşı Zafer Günü
 AKP'nin İç ve Dış Politikası Bir Bütündür
 İşçi Sınıfının Gözüyle 1920'den 2010'a
 90. Yılımızda
 Kürt Açılımı
 Obama ve 24 Nisan 1915
 Kapitalizmin Krizi ve Olasılıklar
 Başörtüsü/Türban Üzerine
 Büyük Oyun
 17 Aralık 2004'ün Anlamı
 Irak İşgalinin Dördüncü Yıldönümü
 Aydınlanma Çerçevesinde Kemalizm
 Nereye Gidiyoruz?