Kapitalist ve emperyalist egemenliğin çırılçıplak zorbalık biçimini aldığı bir dünyada yaşıyoruz artık. Dünya proletaryasının ve ezilen halkların sürekli mücadelesi, başkaldırıları ve devrimleri yoluyla uluslararası kapitalist sömürünün kurallara bağlandığı, hukuksal
düzenlemelerle sınırlandığı ve yumuşatıldığı dönemler geride kaldı.
Yirminci yüzyılda emekçi kitleleri etrafında toparlayan proletaryanın gerçekleştirdiği sosyalist devrimlerin ürünü olan sosyalist sistemin ve bu sistemin her yönlü yardımı ve desteği ile başarıya ulaşan halkçı ulusal kurtuluş devrimlerinin doğurduğu anti-sömürgeci ilerici rejimlerin dengeleyici gücü ortadan kalkınca, kapitalizm özündeki bütün
iğrençlikleri yeniden insanlığın ve doğanın tepesine boca etti. Dizginlerinden boşanan kapitalist efendiler dünyanın her yerinde tepeden tırnağa hukuksuzluğa batmış olarak hükümlerini icra ediyorlar.
Suçluların güçlü, güçlülerin suçlu olduğu hiç bu kadar ayan beyan
olmamıştı. Kapitalizmin ekonomik soykırımları, sömürge savaşları,
işgal, istila, katliam, işkence, ırkçılık ve ayrımcılıkla iç içe yürüyor. Bu azgınlığı durdurmak, kapitalist sömürüye ve emperyalist zorbalığa son vermek için yirmi birinci yüzyılda çok daha köklü yeni sosyalist devrimlere, çok daha kapsamlı yeni ulusal kurtuluş devrimlerine ihtiyacımız var.
Kapitalist ve emperyalist azgınlığın belirtileri de çok, bu azgınlığa karşı işçi sınıflarının ve emekçi halkların günden güne artan direnişinin belirtileri de.
Dünya ölçeğinde ilk göze batan olay şudur: Amerikan emperyalizminin Bush ve neo-muhafazakâr çete eliyle giriştiği mutlak dünya hakimiyeti projesi suya düştü. Bu tarihsel süreci anlamak için önce ABD'nin hamlelerini ele alalım.
ABD, 2001'de başta Avrupa Birliği olmak üzere neredeyse bütün kapitalist dünyanın desteğini alarak, Birleşmiş Milletler'i, dolayısıyla Rusya'yı ve Çin'i de, istediği gibi yönlendirerek önce Afganistan'ı işgal etti. Pakistan'ı karargâh, yığınak merkezi ve
saldırı üssü olarak kullandı, işgalin yükünü NATO'ya yıktı.
Venezüella'da, ülkenin ABD'ye bağımlılığını sınırlamak üzere ulusal ve halkçı önlemler alan Hugo Chavez hükümetine karşı 12 Nisan 2002'de askeri bir darbe düzenledi.
2003'te Avrupa Birliği'nin, başta İngiltere olmak üzere yarısının fiili askeri desteğini alarak, Fransa ve Almanya'nın öncülüğündeki öteki yarısını tarafsızlaştırarak; aynı şekilde, Birleşmiş Milletler'i, dolayısıyla Rusya'yı ve Çin'i de tarafsızlaştırarak Irak'ı işgal etti. Körfez emirliklerini karargâh, yığınak merkezi ve saldırı üssü olarak kullandı.
Avrasya'ya hakim olma, Rusya'yı ve Çin'i kuşatma stratejisi çerçevesinde 2003'te Avrupa Birliği'nin desteğiyle, Gürcistan'da "gül devrimi", 2004'te Ukrayna'da "turuncu devrim" adını verdiği sağcı darbeleri örgütledi ve Amerikan ajanlarını başa geçirdi. 2005'te
Kırgizistan'da başarıya ulaşan, Özbekistan'da bastırılan ayaklanmaları destekledi.
Ortadoğu'daki uzantısı siyonist İsrail'i daha da güçlendirme programı çerçevesinde, Yasir Arafat'ın ölümünün ardından kapsamlı bir siyasal operasyon gerçekleştirdi. İsrail işgal güçlerinin devlet terörünü ve Avrupa Birliği'nin diplomatik desteğini doğrudan doğruya kendisinin uyguladığı ağır baskılarla birleştirerek 2005'te Filistin yönetiminin
başına işbirlikçi Mahmut Abbas'ı geçirmeyi başardı.
İsrail'in askeri stratejik zaafını ortadan kaldırmak amacıyla, başta Fransa olmak üzere Avrupa Birliği'nin desteği, Birleşmiş Milletler'in, dolayısıyla Rusya ve Çin'in suç ortaklığıyla, 2005'te Suriye'yi Lübnan'dan çekilmeye mecbur etti.
Şimdi de ABD'nin giriştiği hamlelerin doğurduğu sonuçlara bakalım.
Afganistan'daki işgal rejimi, başkent Kâbil ve eyalet merkezleri dışında ülkeye hakim olamadı. İşgale karşı direniş gün geçtikçe yayılıyor.
ABD'nin Venezüella'da gerçekleştirdiği faşist askeri darbe, halkın
sokaklara dökülerek Hugo Chavez'e sahip çıkması ve ordunun bölünmesiyle
48 saat sonra başarısız kaldı. "Bolivarcı devrim" sloganını
yaygınlaştıran Chavez hükümeti halkçı reformları derinleştirdi,
Küba'yla ilişkilerini yoğunlaştırdı ve içeriği belirsiz de olsa
sosyalizme yönelmekten söz etmeye başladı. Anti-emperyalist ve halkçı
tepkiler kıta çapında yayılıyor. Bolivya'da yerli kökenli Evo
Morales'in seçimleri kazanması bir Küba-Venezüella-Bolivya eksenini
gündeme getirebilir. ABD, Irak'ta beklemediği bir direnişle boğuşurken,
tarihte "arka bahçesi" olarak gördüğü Latin Amerika ülkeleri üzerindeki
kontrolünü yitiriyor.
Irak işgali ABD açısından bir felakete dönüştü. Fransa'da yayınlanan
ünlü Le Monde Diplomatique dergisinin yayın yönetmeni ve dünyanın önde
gelen Ortadoğu uzmanlarından olan Alain Gresh'in verdiği bilgilere
göre, 33 muharip tugaya sahip olan ABD ordusu, bu tugayların 14'ünü bir
yandan dünya çapında stratejik ihtiyat kuvveti olarak, bir yandan da ve
Afganistan'dan Güney Kore'ye kadar yürüttüğü görevler için ayırmak
zorunda. Irak'ı işgal altında tutabilmek için 16 muharip tugayı bu
ülkeye gönderdi. (Alain Gresh, "Kaos dalgaları", Le Monde Diplomatique,
Eylül 2003). Artan direnişle baş edebilmek için, göstermelik seçimler
sırasında bir muharip tugayı daha takviye olarak Irak'a tahsis etmek
zorunda kalan ve böylece bu ülkedeki muharip tugay sayısını 17'ye
çıkaran ABD, mevcut koşullarda askeri gücünün sınırlarına ulaştı ve
aynı anda iki büyük savaşı yürütmeyi, ayrıca bu savaşlardan birinin
gerektireceği bir işgali çekip çevirmeyi öngören askeri doktrininin
iflası gerçeğiyle karşılaştı. ABD "Savunma" Bakanlığı Pentagon,
Strateji ve Bütçe Değerlendirmeleri Merkezi müdürü Andrew Krepinevich
ile eski Savunma Bakanı William Perry'ye iki ayrı araştırma yaptırdı.
Her iki araştırmanın ortak sonucuna göre, ABD'nin mevcut askeri gücü
Irak direnişini bastırmaya ve olası bir başka savaşı yürütmeye yetecek
düzeyde değil. (Bkz. Mark Sappenfield, "ABD Ordusu Irak'takine Benzer
Bir Başka Savaşı Yürütmeye Hazır Mı?", The Christian Science
Monitor, 27 Ocak 2006,
http://www.csmonitor.com/2006/0127/p03s03-usmi.html). Krepinevich'e
göre, ABD ordusu Irak'a direnişin belini kırmak için gereken sürede ve
hızda asker sevk edebilecek durumda değildir ve artık tükenme noktasına
gelen ordunun Irak'tan asker çekmeyi gündemine almasının bir nedeni de
budur. (Bkz. Robert Burns, "Ordu Kırılma Noktasında", Associated Press
Bülteni, 24 Ocak 2006). Savaştaki asker kaybına, işgalin şimdiden 400
milyar doları aşan ve Dünya Bankası'nın eski baş ekonomisti, 2001 Nobel
ekonomi ödülü sahibi Joseph Stiglitz'in hesaplamalarına göre 1-2
trilyon doları aşabilecek mali yüküne (bkz. Tom Regan, "Irak savaşının
maliyeti 2 trilyon doları geçebilir", www.csmonitor.com, 10
Ocak 2006), yol açtığı siyasi, manevi ve diplomatik yıpranmaya
değinmiyoruz bile.
Gürcistan ve Ukrayna'daki Amerikancı yönetimler bir türlü istikrarı
sağlayamadı. Amerikan planlarında pervasızca yer almaya devam ettikleri
takdirde, enerji musluklarını elinde tutan Rusya'nın misillemesiyle
karşılaşacaklarını, bu ülke tarafından "cezalandırılmaya açık"
olduklarını anladılar. Ukrayna yönetimi, bütün Amerikancılığına rağmen,
işgale ortak olma kararına baştan beri karşı çıkan halkın baskısı
altında askerlerini Irak'tan çekmek zorunda kaldı. ABD,
Kırgızistan'daki yönetim değişikliğinden istediğini bulamadı.
Özbekistan'da teşvik ettiği ayaklanmanın bedelini bu ülkedeki üssünü
kaybederek ödedi.
Filistin'de yönetimi uzlaşmacı ve işbirlikçilere geçirmenin keyfini
yaşayamadan 25 Ocak 2006'da yapılan seçimleri, siyonist işgale karşı
kararlı direniş ve yolsuzlukları ortadan kaldıran dürüst bir yönetim
sloganıyla açık farkla kazanan Hamas'ın başarısıyla karşı karşıya geldi.
Suriye'nin Lübnan'dan çekilmesini sağladı, ama Lübnan'da İsrail'e karşı
direnişin simgesi Hizbullah'ı silahsızlandırmayı ve etkisizleştirmeyi
başaramadı. Bütün provokasyon ve komplolarına rağmen Suriye
yönetimini devirmeyi veya tamamen teslim almayı hâlâ beceremedi.
Bütün bu gelişmelerin ve özellikle de Irak halkının büyük direnişinin
sonucunda dünyaya mutlak hakim olma hayalini gerçekleştirecek askeri ve
mali güce sahip olmadığı ortaya çıkan Amerikan emperyalizmi mecburen
makas değiştiriyor. Başta Fransa ve Almanya olmak üzere hamle döneminde
arasını açtığı öteki emperyalist devletlerle arasını düzeltiyor ve
Soğuk Savaş döneminde ve hemen sonrasında olduğu gibi kollektif
sömürgecilik politikasına dönüyor. Öteki emperyalist devletlere, "hür
dünya", "Batı dünyası", "demokrasiler cephesi", "gelişmiş ülkeler" gibi
kod adlarını kullanan sömürgeci ve emperyalist kapitalist devletler
koalisyonu olarak, bütün ülkelerin işçi sınıflarına ve ezilen halklara
karşı ortak davranma; Çin, Rusya, Hindistan gibi devletleri kollektif
sömürgeci koalisyona karşı durmaktan caydırma; bağımsız davranmaya
çalışan bütün güçleri ezme; bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizme
yönelme eğilimi taşıyan her devrimci halk atılımını boğma; sosyalist
veya ulusal kurtuluşçu halk devrimlerini önleme çizgisini öneriyor.
Böylece ABD, Avrupa ile Japonya'yı, onların menfaatlerini gözetme sözü
vererek kendi hegemonyası altında tekrar birleştirmeye, Atlantik'in iki
yakası arasındaki çatlağı onarmaya, "eski Avrupa" ile birlikte tekrar
uygun adım yürümeye çalışıyor. Pentagon'un 6 Şubat 2006'da resmen
açıklanan Dört Yıllık Savunma İnceleme Raporu adlı askeri-politik
strateji belgesi bu politikaları "küresel teröre karşı uzun savaş"
sloganı etrafında örüyor. ABD "Savunma" Bakanlığı Siyasi İşlerden
Sorumlu Müsteşar Baş Yardımcısı Ryan Henry, "bu uzun savaşı tek
başımıza kazanamayız" diyerek ABD'nin tekrar yanına almak istediği eski
ortaklarının kuşkularını dağıtmaya çalışıyor. (Bkz. Ann Scott Tyson,
"Pentagon Planının Özü Uzun Savaş' Yürütme Yeteneği", Washington Post,
4 Şubat 2006).
Sömürülen sınıf ve halklara karşı kapitalist-emperyalist saldırganlığı
en ufak biçimde azaltmayan, bu saldırganlığı strateji ve taktik
değişiklikleriyle yeni koşullara uyarlamaya çalışan yeni emperyalist
çizgiyi de iflasa sürükleyecek potansiyele sahibiz. Tek çare
direnmektir. Iraklı direnişçilerin ruhunu örnek almaktır. Irak,
Filistin, Afganistan, Venezüella, Bolivya örneklerini çoğaltmaktır.
Vietnam halkı Amerikan emperyalizminin yenilmezlik iddiasını paçavraya
çevirmişti. 30 yıl sonra Irak halkı bu iddiayı tekrar paçavraya
çeviriyor. Çok daha fazlasını yapabilir, direniş odaklarını
çoğaltabilir, Amerikan emperyalizmini ve bütün müttefiklerini çepeçevre
kuşatabiliriz.
Amerika, İran'a karşı yeni stratejisine uygun bir adım attı ve 4 Şubat
2006'da Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Yönetim Kurulu'ndan İran'ı
köşeye sıkıştıran bir karar çıkarttı. Avrupa Birliği'nin üç büyük
ülkesi İngiltere, Fransa ve Almanya'yı sağlamca yanına aldı, Japonya,
Kanada ve Avustralya'yı ittifaka kattı, İsveç, Norveç, Belçika gibi
kapitalist ülkeleri toparladı, Arjantin ve Mısır'ı, Brezilya ve
Hindistan'ı zorladı, Rusya ile Çin'i de birlikte hareket etmeye razı
etti ve İran, nükleer programı dünya barışına tehdit oluşturuyor
gerekçesiyle, 27 kabul, 3 red, 5 çekimser oyla Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi'ne sevk edildi. Red oyu veren ülkeler, sadece Küba,
Suriye ve Venezüella'ydı. Cezayir, Belarus, Endonezya, Libya ve Güney
Afrika çekimser kaldılar.
Dünyayı defalarca yok edecek kadar nükleer silah biriktiren ve bu
silahı Japonya'ya karşı iki kez kullanmış olan, gerek gördüğü her an
nükleer silah kullanmayı stratejisinin vazgeçilmez parçası sayan,
sayısız işgalin ve saldırının sorumlusu ve bizzat İran'ı işgal ve
saldırıyla tehdit eden ABD'nin iki yüzlülüğüne bakar mısınız? Ya daha
20 Ocak 2006'da militarist Cumhurbaşkanı Jacques Chirac'ın ağzından
ülkesine yönelik herhangi bir terörist saldırıya karşı nükleer silah
kullanma tehdidinde bulunan Fransa'ya ne demeli? Ya İngiltere? Ya
Rusya, Çin ve Hindistan? Güvenlik Konseyi'nin beş sürekli üyesi artı
Hindistan artı Amerika'nın koçbaşı Pakistan artı Amerika'nın saldırı
üssü İsrail'in boy boy, dizi dizi atom silahları olacak ama İran
nükleer araştırma bile yapamayacak!
Irak'ta iyice köşeye sıkışan ABD, savaşı İran'a yayma çılgınlığına
kalkışır mı? "Fare delikten geçememiş; tutmuş, kuyruğuna kabak
bağlamış" misali, böyle bir saldırıya kalkışırsa, sadece kendi
bozgununu hızlandıracaktır. Irak'taki işgalini İran'ın kontrolündeki
işbirlikçi Şii partilerinin (İslami Davet Partisi ve Irak İslam Devrimi
Yüksek Konseyi) yardımıyla zar zor sürdürebilen ABD bir çıkmazla karşı
karşıyadır.
Danimarka ve Norveç'te başlayan, ardından Fransa, Hollanda, Almanya,
İspanya, Avustralya'ya yayılan "karikatür saldırısı" İslam düşmanı
ırkçılık dalgasının yeni bir göstergesidir. İslam düşmanlığı,
"uygarlıklar çatışması" bayrağı altında İslam halklarına karşı bir
haçlı seferi başlatan en büyük kapitalist tekellerin emrinde harekete
geçen aşırı sağcı, ırkçı ve gerici çevreler eliyle Nazi döneminin
Yahudi düşmanlığı boyutlarına tırmandırılıyor. Zalimler bir de
utanmadan mazlumluk taslıyorlar, fikir özgürlüklerinin çiğnendiğinden
şikayet ediyorlar.
Aynı utanmazlığı, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'ne komünizmi
lanetleme tasarısını sunan gerici çevreler de yapıyor. Kapitalizme,
emperyalizme, faşizme, sömürgeciliğe ve ırkçılığa karşı emekçi
halkların ve bütün insanlığın en temel kazanımlarının teorik ve pratik
ifadesi olan komünizmi, faşizmle eşdeğer bir ideoloji ve uygulama
olarak karalamak isteyen zavallılar, bilerek ve isteyerek sömürü ve
zulmün uşaklığını yapıyorlar. Anti-komünizm, ırkçılık, bağnazlık, savaş
ve işgal kışkırtıcılığı, kapitalizmin ve sömürgeciliğin aletleridir.
Komünizm, komünist partiler ve komünist yönetimler insanlığın en yüce
değerlerini, eşitlik ve özgürlüğü, adalet ve merhameti, barış ve
kardeşliği, dostluk ve dayanışmayı, her türlü sömürüye ve zulme son
verme arzusunu temsil ediyorlar.
Hukukun üstünlüğünü, dürüstlüğü, bağımsızlık aşkını, yurt sevgisini de
en başta komünistler savunuyor. Çok somut bir örnek mi istiyorsunuz,
bakın TÜPRAŞ özelleştirmesine. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu
TÜPRAŞ'ın yüzde 51 hissesinin Koç-Shell ortaklığına devrinin
yürütmesini durdurdu. Liberal, muhafazakâr, sosyal-demokrat, Kemalist,
milliyetçi, Türk-İslam sentezcisi, İslamcı demeden her renkten sermaye
ideologu bu karardan dolayı Danıştay'a ateş püskürüyor. Koca koca
profesörler, hukuk uzmanları, yüksek bürokratlar, medya bülbülleri,
paranın hazine hesabına bir hafta önce yangından mal kaçırırcasına
geçirilmesini bahane ederek bu apaçık kararın yerine getirilmemesini,
hukukun göz göre göre çiğnenmesini, hileciliği savunuyor. Bütün halk
yararına kullanılma potansiyeline sahip bu işletmenin bir tek ailenin
mülküne dönüştürülmesini, Türkiye'nin enerji alanındaki bu en büyük
yatırımının emperyalist bir tekelin denetimine verilmesini istiyor.
Mehmet Ali Ağca gibi tescilli bir faşist katilin kitabına uydurularak
salıverilmesi girişimini; Şemdinli'de suçüstü yakalanan
kontrgerillacıların ellerinde takdirnameleriyle serbestçe
dolaşabilmesini, onları yakalayan Şemdinlililerin ise önce "tanıklığına
güvenilmez" kişiler olarak ilan edilip sonra da içeriye alınmalarını;
Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'ın esrarengiz işlem ve ilişkilerini;
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın kısa zamanda zenginleşmesini ve,
kendisinin açıkladığı gibi, trilyoner olmasını; iktidarıyla
muhalefetiyle, askeriyle siviliyle bütün yönetici çevreleri zıvanadan
çıkaran mal mülk edinme tutkusunu da örnek verebilir ve aynı açıdan
değerlendirebiliriz.
"Danimarka Krallığı'nda kokuşmuş bir şeyler var" diyordu Hamlet.
Dünyada ve Türkiye'de kokuşmuş çok şeyler var. Bütün bu kokuşmuşluğu
ortadan kaldıracak, köklü bir bahar temizliği başlatacak devrimlere
ihtiyacımız var. İhtiyaçlar yaratıcılığın anasıdır. Televizyonda
seyretmişsinizdir, işgalcilerin mahkemesinde oturtulduğu sanık
sandalyesinden Irak halkının onurunu savunan tutsak Cumhurbaşkanı
Saddam Hüseyin, "Irak devrimi bu mahkeme salonuna kadar geldiği gün,
siz Amerikan uşakları, halka hesap vereceksiniz" diye haykırdı.
Venezüella Cumhurbaşkanı Hugo Chavez, "Latin Amerika devrimi"nden, "21.
yüzyılın sosyalizmini kurmak"tan söz ediyor. Bolivya Cumhurbaşkanı Evo
Morales, "Kapitalizm dünyanın, insanlığın ve kültürün düşmanıdır."
dedi. Cumhurbaşkanlarının bile devrimden, sosyalizmden söz etmeye başladığı bir dünyada halk devrimleri artık çok uzakta değildir.