Bir sömürgecinin binlerce yerliye bedel olduğunu modern tarihteki katliamlardan öğrenmiştik. Son altı yılda bir Amerikalı işgalcinin 355 Iraklı'ya bedel olduğunu anladık: resmî sayılara göre Irak işgalinde ölen 4223 Amerikan askerine karşı gayriresmî sayılara göre bir buçuk milyon Iraklı ölmüştü. Bugünlerde bir İsrailli yerleşimcinin 777 Filistinli'ye bedel olduğunu anlıyoruz: İsrail'in resmî açıklamasına bakılırsa, Hamas'ın ev yapımı füze ateşiyle ölen bir İsrailli sivilin intikamını almak isteyen İsrail en gelişmiş savaş uçakları, sayısız füze, tonlarca "yasaklanmamış" bomba, "yasaklanmış" fosfor bombaları ve misket bombalarıyla Gazze'ye saldırdı ve üçte birinden fazlası çocuk 777 Filistinli'yi öldürdü.
Üstelik dünyanın önde gelen devletleri de bu durumu olağan karşılıyor. Amerika İsrail'in kendini savunduğunu açıkladı, Filistinliler için en ufak bir üzüntü bile beyan etmedi. Avrupa Birliği'nin dönem başkanlığını yapan Çek Cumhuriyeti'nin başbakanlık sözcüsü, "İsrail'in Gazze harekâtı savunma amacını taşıyor" deme cüretini gösterdi. Televizyonlarda ve gazetelerde görmüşsünüzdür, AB Dış Politika Yüksek Temsilcisi Javier Solana ve diğer Avrupalı yetkililer, hâlâ devam eden Nazi tipi saldırının baş sorumlularından İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni'yle şakalaşıyorlar. Sanki bir düğün kutlamasında mutluluklarını paylaşıyorlar.
Kapitalizm insanlığı işte bu hâle getiren sistemin adı. Sömürgeciliği, emperyalizmi, ırkçılığı, katliamı, tecavüzü, işkenceyi, güçlünün güçsüzü ezmesini olağanlaştıran; çok sevdikleri İngilizce deyişle "business as usual" (günlük iş) hâline getiren; vicdansızlığı varoluş ahlakına çeviren yabancılaşma düzeninin adı.
Türkiye'nin egemenleri Filistin konusunda görünürde daha hakkaniyetliler ama hepsi o kadar. İsrail saldırısının başladığı 27 Aralık 2008 günü İsrail'e yağlı bir askerî ihale veren anlaşmaya imza koyan egemenlerimiz, resmî açıklamalarında İsrail'i kınıyorlar ama verdikleri bu ihaleyi de, önceki ihaleleri de, iki ülke arasındaki stratejik işbirliği antlaşmalarını da, İsrail pilotlarına Konya'da eğitim olanağı tanıyan askerî antlaşmaları da sürdürmekte herhangi bir sakınca görmüyorlar. Yaptıkları, ne AKP kanadının sözüm ona "İslam kardeşliği ve dayanışması" ilkesine uyuyor, ne Kemalist askerî-bürokratik kanadın sözüm ona "dünyada barış" ve "bağımsızlığa saygı" ilkesine uyuyor. Her iki kanadın da ikiyüzlülüğü, çıkarcılığı, işbirlikçiliği, takiyeciliği, siyasi tabanlarını oluşturan halk kitlelerini aldatırken emperyalizme, siyonizme, NATO'ya hizmet sunması insanı çileden çıkarıyor. Paraya ve güce tapıyorlar, zenginliklerini ve iktidarlarını azamileştirmekten başka hiçbir ilkeleri yok. Ne pahasına olursa olsun lüks, kibir, gösteriş, hazdan vazgeçmiyorlar.
Sadece Filistin'de, Irak'ta, Afganistan'da değil, bizim içimizde de 24 yıldır süren bir savaş var. Bu savaşta her iki taraftan toplam kırk bin insan öldüğü söyleniyor. İnsan kaybına hiçbir şekilde paha biçilmez, biliyorsunuz. Bu paha biçilmez kaybın üzerine paha biçilebilecek kayıplar da var. Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek 1 Kasım 2008'de verdiği demeçte bu savaş için 24 yılda bir trilyon dolar harcadığımızı söyledi. 24 yılda bir trilyon dolar yılda 40 milyar dolar demek. Asla telafi edilemeyecek insan kaybını ve ancak kuşaklar boyunca telafi edilebilecek kaynak kaybını düşünün!
Kriz bütün dünyada kapitalizmin foyasını ortaya çıkardı. Amerikan borsalarının en parlak ve saygın yöneticisi Bernard Madoff'un 50 milyar dolarlık bir fonu iç eden bir sahtekâr olduğu açığa çıktı. Dev yatırım bankalarının, adı saygınlık halesiyle çevrili koskoca şirketlerin, devlet yetkililerinin, denetim kurumlarının, derecelendirme şirketlerinin, büyük medyanın, suç ortaklığı yaparak kendi halklarını ve dünya halklarını dolandıran adi soyguncular olduğu, İMF raporlarının, iktisat reçetelerinin, parlak büyüme masallarının yalan dolan olduğu artık gizlenemiyor. Serbest piyasanın rasyonel çalışan aktörleri olarak kurumlanan dev banka ve sanayi şirketleri ağlaşarak kamu kaynaklarını talep ediyor ve utanmadan alıyor. İşçiye, köylüye, yoksula, muhtaca kamu kaynağından kör bir kuruşu çok gören özel kapitalist tekeller gözlerini kırpmadan milyarlarca dolarlık zararları kamunun sırtına yıkıyor ve devlet otoritesi bu alçaklığı hepimiz adına yapma küstahlığını gösteriyor.
Kapitalizm meşruiyet gerekçelerinin birini bile koruyamıyor. Bakın Amerika'ya, Avrupa'ya, Japonya'ya, Rusya'ya, Irak'a, Filistin'e, Afganistan'a, Türkiye'ye, Yunanistan'a, bakın Asya'ya, Afrika'ya! Nerde iktisadi akıl, verimlilik, refah, kalkınma, zenginlik, güvenlik, barış, bireysel özgürlük, korkusuz yaşama! Her yerde soygun, pislik, zorbalık, yoksulluk, adaletsizlik, eşitsizlik, savaş, terör, yalan dolan! Bizi böyle bir dünyaya mahkûm eden kapitalist banka ve sanayi tekellerini, şirketler dünyasını devlet kendisi ayakta tutacaksa, kamu kaynaklarıyla onları gizliden ve el altından bile değil, açık açık besleyecekse, her şeyi zaten kamu yapacaksa, o zaman kârlar niçin kapitalist sınıfa ve uzantılarına gitsin, niçin bütün toplumun ortak serveti hâline getirilmesin? Niçin toplum eşitlik ve özgürlük ilkesi temelinde yeniden kurulmasın, niçin üretenler yönetmesin, niçin yöneten/yönetilen ayrımına son verilmesin? Liberal ideolojinin meşruiyet masalları açısından bile saçma olan bugünkü duruma toplum olarak, insanlık olarak niçin katlanalım?
Amerikan emperyalizmi iyiden iyiye yıpranan imajını yenilemek için yeni başkan Barack Hüseyin Obama'ya sarıldı. Yakında görevi devralacak olan kara derili, Müslüman adına sahip Obama'yla bütün geçmiş katliamlarına, saldırı ve savaş suçlarına bir sünger çekmeye çalışıyor. Obama kapitalistlerin, emperyalistlerin, kurulu düzenin temsilcisi olarak göreve geliyor. Ekonominin sorumluluğunu neoliberal çetenin temsilcilerine, dış politikayı militarist ve siyonist Hillary Clinton'a, savaş makinesini zaten Bush'un bakanı olarak görevde olan Robert Gates'e teslim etti; milli güvenlik danışmanlığına eski NATO Avrupa kuvvetleri komutanı James Jones'u, Beyaz Ev yönetimine militan siyonist Emanuel Rahm'ı getirdi. Saf kitleleri aldatmaya yönelik olarak kurgulanan Obama'ya ilişkin bütün fanteziler en kısa zamanda yok olmaya mahkûmdur. Obama seçtiği yönetim kadrosuyla neyi yapıp neyi yapamayacağını açıkça ortaya koyuyor. Zaten savaş karşıtlığı imajını "16 ay içinde Irak'tan çekilme" sözü üzerine kurarken bile ilkesel bir tutumu savunmuyor, çekilecek askerleri Afganistan'a sevk edeceğini ve gerekirse savaşı Pakistan'ın bütününe yayacağını söylüyordu.
Bush yönetimi, bildiğiniz gibi Irak'taki işbirlikçi kuklalarıyla sözüm ona bir güvenlik antlaşması imzalayarak askerlerini 2012'ye kadar Irak'tan çekeceğini, 2009 Temmuz'unda şehirlerden çekilmiş olacağını ilan etti. Ayrıca, Afganistan savaşını Batı Pakistan'a yayan kararnameyi imzaladı. Görüldüğü gibi, Bush'un sözleriyle Obama'nın sözleri arasında aslında ciddi bir fark da yok. Obama'nın icraatını ise herkes yaşayarak görecek.
Yalnız şu kesindir: ABD Irak'tan çekilirse, bunu direniş karşısında çaresiz kaldığı için yapacaktır. Askerî, siyasi ve ekonomik gücü yettiği sürece ABD ne Irak'tan ayrılır, ne Afganistan'dan. Bu konuda hiçbir hayale yer yoktur. Irak ve Afganistan halkları, tıpkı bütün halklar gibi, kendilerini esas olarak kendi mücadeleleriyle kurtaracaklardır; tabii ki diğer halkların dayanışmasından da yararlanacak ve emperyalist cephenin iç çelişmelerini kullanmaya çalışacaklardır. Ama kurtuluş ve bağımsızlık, emperyalizmin lütfuyla, işgalcilerin iyi niyetiyle gelmemiştir ve gelmeyecektir.
Obama mutlak dünya hâkimiyeti kurma hamlesinde başarısızlığa uğrayan ABD emperyalizminin gerilemesini Avrupalı ve Japon müttefikleriyle daha dengeli ilişkiler kurmaya çalışarak, ezilen halklara karşı dünyada en geniş emperyalist koalisyonu oluşturmaya gayret ederek durdurma niyetiyle yola çıkıyor. Ama kapitalist dünyadaki güç dengesinde kaymalara yol açan nesnel süreçlerin üstesinden gelmek çok zordur. ABD'nin Irak'ta, İsrail'in Lübnan'da tökezlemesi, ABD'nin Gürcistan komplosuna yanıt vermekte tereddüt etmeyen Rusya karşısında geri adım atmak zorunda kalması, gittikçe derinleşen ekonomik krizin verdiği zararlar, ABD'nin gerilemesini durdurmanın ne kadar zor ve belki de imkânsız olduğuna işaret ediyor.
Türkiye'de ise Çankaya savaşları ordu üst yönetimi ile AKP arasında büyük uzlaşmayla sonuçlandı. Egemen güçler, yerleşik büyük sermaye ile palazlanan yeni sermaye çevreleri kayıtsız şartsız zenginleşmekte; sola düşmanlıkta; sendikal ve siyasal hakları çiğnemekte; Kürt ulusal hareketini bastırmakta; sürekli savaş politikasında; ABD, Avrupa ve İsrail işbirlikçiliğinde; NATO'culukta; 12 eylül anayasasına sadakatte; militarizm ve vesayet sisteminde; antidemokratik rejimi sürdürmekte; üniversiteleri boğan YÖK sisteminde; gençliği şovenizmin ve dinciliğin pençesine itmekte; kadınları ikinci sınıf saymakta; Diyanet'in güçlü rolünde; zorunlu din derslerinde; yatık medyacılıkta; solu, Kürt hareketini, Alevi hareketini, kadın hareketini, aydınları, ezilen halkları rejime bağlayacak içi boşaltılmış açılımlara (Kürtçe TV, Nâzım Hikmet'e vatandaşlık, Aleviler'in sırtını sıvazlama, 2008 Frankfurt Kitap Fuarı'nda Misafir Ülke Türkiye kampanyası, 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul kampanyası, Ermenilerden özür dileme kampanyası vb.) cevaz vermekte anlaştılar. Kısacası çeşitli çatışma ve yalpalamalardan, karşılıklı hamlelerden sonra kapitalizm, Kemalizm ve İslam ittifakında veya Türk-İslam-NATO Sentezi'nde sağlamca bir araya geldiler.
Bu geniş ittifak çerçevesi içerisinde her iki taraf da kendi gücünü ve çıkarlarını arttırmak için küçük ve orta çaplı hamleler, kurnazlıklar yapıyor, komplolar tezgâhlıyor, tasfiyeler ve kadrolaşmalar gerçekleştiriyor. Mir Dengir Mehmet Fırat'ın AKP başkan yardımcılığından ayrılması; İstanbul Üniversitesi'ne birinci gelen adayın değil, AKP adayı Yunus Söylet'in atanması; Ergenekon tutuklamaları ve yargılamaları; Anayasa Mahkemesi'nde Haşim Kılıç ve Osman Paksüt etrafındaki çatışma; yargı çevreleri içindeki çekişmeler; türban ve çarşaf tartışmaları; Irak Kürdistan Bölge Yönetimi'yle ilişkilerin boyutu konusunda fikir jimnastiği; yolsuzluk dosyalarını ifşa etme; emniyet ve ordu, MİT, JİTEM ve Emniyet istihbaratı arasındaki hasımlık; şirketlerin ayrıcalık kavgası; medya içi rekabet bu kategoride yer alıyor.
Geniş ittifak çerçevesinin sınırları aşıldığında veya kamuoyunda tarafları zor duruma düşürecek bir olay meydana geldiğinde Genelkurmay Başkanı ile Başbakan veya tarafların güvenilir elemanları bir araya geliyor, konuyu çözüyor veya tavsatıyor, zamana yayıyor. Egemen uzlaşmanın bugünkü işleyiş tarzı, rejimin hegemonyasını kurma yöntemi böyle.
Lütfen herkes kendine sorsun: Artık bu bayatlamış oyundan bıkmadık mı? İki kanattan birinin peşine takılarak bir tarafta sözüm ona demokrasiyi veya özgürlüğü, öte tarafta sözüm ona laikliği ve ulusallığı savunduklarını sananlar egemenlerin hesaplarına hizmet ediyorlar, egemen çarkta figüranlık yapıyorlar.
Liberal solcuların AKP ve Fethullah aşkı, AB ve Obama gündemine oynama merakı; ulusal solcuların Kemalizm ve Ergenekon aşkı; Kürt hareketinin Kemalizm ve liberalizm arasında gidip gelmesi; hem ABD'yi, hem AB'yi, hem Türk devletini, hem Kürt halkını ve solu memnun etmeye çalışırken başının dönmesi, ilkeli ve tutarlı siyasetin önünü tıkıyor. Gerçekçi politika yapma, hızla sonuç alma adına girilen ilkesiz birlikler işçi sınıfının ve müttefiklerinin egemenlerin tümünden bağımsız devrimci bir odak olarak güç toplamasını engelliyor.
Oysa sorumluluğumuz çok büyük. Kapitalizmin Türkiye'de, bölgede ve dünyada tıkanması, insanlığı her yerde vicdansız ve merhametsiz bir sonsuz kâbusa teslim etmesi, krizin kapitalizmin ideolojik üstünlüğünü delik deşik etmesi, yeni devrimler döneminin işaretini veriyor. Bu sorumluluğa uygun davranmak, sağlam ve ilkeli olmak, sınıfsal ve kitlesel devrim hareketinin gerektirdiği kapsamlı çözümleri üretmek zorundayız. Sözün bittiği yerdeyiz. Ülkede, bölgede ve dünyada ya sömürüyü ve zulmü alt edeceğiz, ya insanlığa veda edeceğiz.