Herkesin bildiği gibi, geçen sayımızda bir
polemik başlattık. Sol'un çok uzun zamandır ihmal ettiği tartışma geleneğini
düzeyli bir halde yeniden gündeme alma doğrultusunda bir ihtiyaç zaten uzun
zamandır kendini hissettiriyordu.
Son yıllardaki sol içi tartışmalar ya güncel
sorunlar üzerinden cepheleşmeler halinde açığa çıkıyor ya da güncel veya
geleneksel meselelere dair küfürleşmelerden öteye gitmiyordu. Sol içi
tartışmalara belli açılardan katkıda bulunma kararına varan dergimiz Ürün, işe
öncelikle son dönemlerde düzenle uzlaşma yönünde iyice pervasız hale gelen
SİP'le başlamayı uygun buldu. Geçen sayımızda "SİP Nereye" adlı yazımız ve Cemal
Toprak dostumuzla yapılan bir söyleşi yayınlandı.
Ardından da tepkiler geldi.
Öncelikle "gereksiz" bir zorunluluğa sahip bir açıklama yapalım. Biz bu yazıları yayınlarken SİP yöneticileri henüz partilerinin adına hem "komünist" hem de "Türkiye" ibarelerini koymamışlardı. Henüz sadece "bir köşede dursun, bakarsın lazım olur" mantığıyla kurdukları bir KP mevcuttu. Bizim de yeni bir parti kuracaklarına dair herhangi bir haberimiz yoktu. Zaten göstermelik olarak muhafaza ettikleri kurullarının bile haberi yokken, pek çok iş için oralara buralara gönderdikleri ve önemli bir kısmının fedakârlığından bizim de şüphemizin olmadığı parti kadrolarına dahi haber vermemişken, bizim duymamız herhalde mucize olurdu. Bu çok da gerekli olmayan açıklamayı, "yok yok, onların haberi vardı; haberleri olmasa bu yazıları yazmazlardı" diye kendini kandırmayı nedense daha uygun bulan, komplo teorisyeni arkadaşlara ithaf ediyoruz.
Ben onlara kefilim arkadaş!
Küfürleşmeler, herhangi bir sonuca ulaşmayı hedeflemeyen yazılar, birbirini geliştiren değil tüketen tartışmalar bizim gündemimizde yok; gündemimize yarın da girmeyecek. Bu nedenle de, biz sadece dost gördüğümüz, aynı kulvarda yürüdüğümüzü veya yürüyebileceğimizi düşündüğümüz, benzer hedefleri farklı cephelerden savunduğunu varsaydığımız ve belli açılardan ortaklaştığımız yapılarla ilgileniyoruz. Her ne kadar sol kimlikle politika yapan tüm çevreler ön açıcı tartışmalarda birer taraf olarak ele alınmalı ise de, polemiklerimiz ve değerlendirmelerimiz -öncelikle ve doğal olarak- dost yapıların belli başlı yanlışlarını düzeltme amacını güdüyor. Çünkü hatalı bir doğrultuda ısrar edilmesi durumunda, bundan etkilenen insanların bir bumerang gibi sosyalist harekete zarar vereceği de malumdur. Hatalı bir başlangıcın sonucunun da olumsuz olacağı ve bütünüyle sol'a fatura edileceği bilinmelidir. İşte asıl bu nedenle, niye biz, niye şimdi benzeri soruları sormak yerine, biraz sağduyuyla, serin kanlı düşünmenin kimseye zararı olmaz.
Tabii sağlıklı polemiklerin yürütülmesi için bu söylediklerimizin tümünün de aynı siyasal metinleri esas alan yapılar açısından geçerli olduğunu da bilmek gerekir. Yani aynı metinlere gönderme yapan düşünceler açısından geçerli sayılır. Bizim de, "aynı kulvarda" yürüyoruz derken kastettiğimiz şey(ler), referans noktalarında ortaklık olduğunu varsaydığımız kişi, grup veya örgütler olmaktadır. Öyle ise, bizim marksizm-leninizmi, enternasyonalizmi, toplumsal mülkiyeti, toplumsal devrimi, tarihsel ve diyalektik materyalizmi, kısacası komünist teorinin bütününü esas alarak getirdiğimiz eleştirilerin cevaplarının da aynı temelden gelmesini beklemek doğal bir haktır herhalde.
Peki SİP'e yönelik olarak bizim söylediklerimizin bu saydığımız temelde bir etkisi olmuş mudur dersiniz? Sizin çevrenizdekiler ne türden tepkiler verdiler bilmiyoruz ama, en azından İstanbul'da görüştüklerimizin dışarıya karşı gösterdiği tavır tam bir "disiplinli militan" havası yansıtıyordu. Hatta buna disiplinli demek bile kâfi değil, "cendereye alınmış militan" tavrı sergilediler desek daha doğru olur.
Sen ne diyorsun ya, onlar var ya onlar, bu işin kompetanıdır!
Sağduyulu bir gözle bakıldığında, gerek doğrudan SİP eleştirisinin, gerekse Cemal dostumuzun söyleşisinin aslında çok iyi niyetle yazılmış, dostça eleştiriler olduğunu fark etmemek imkânsız diye düşünüyoruz. Netice itibariyle, aynı noktalara vurgu yapan her iki eleştiri de yoldan sapma tehlikesi gösteren bir çizginin millerini ayarlamak ve taşları yerli yerine oturtmak amacıyla dillendirilmişti. Üstelik de, yukarıda değindiğimiz gibi sol içinde eleştiri ile küfür arasındaki sınır çok ince ve belirsiz olduğu için, önyargısızca bakanların derhal fark edebileceği gibi, duru, olabildiğince yumuşak ve komünistlere yakışır bir üslupla kaleme alınmasına dikkat edilmişti. Ayrıca, tüm bunlara ek olarak, bizim eleştirilerimizin odağına koyduğumuz bütün alıntıların doğrudan SİP'in kendi yayınlarından, yani birinci elden yapılmasına dikkat ettik. Üstelik de, teorik bir yayın organında yer alan yazıların tümünün de o yapıyı bağlayacağını bildiğimiz halde, alıntıları SİP'i en yüksek derecede temsil ettiğini bildiğimiz yazarların yazılarından yaptık. Yani, sosyalist bir açılıma yarayacak marksist-leninist bir tartışma platformu için gereken ön hazırlıkların tümü yerine getirildi.
Kendi tarafımızdan bu özenin gösterilmesinin tahmin edilebileceği gibi birkaç sebebi var. Öncelikle, SİP'i meydana getiren kadroları SİP'in mevcut üst yönetiminden kesin olarak ayırıyoruz. İkinci olarak, çevremizde bulunan insanlarımızın çoğunluğunun SİP'le şu ya da bu düzeyde ilişkisi var; bu da yazılanların içeriğine daha büyük bir sorumluluk yüklüyor. Son olarak, ülkemizdeki geçmiş deneyimler gözönüne alındığında, SİP üst yönetiminin şu anda izlediği politikaların çok da özgün olmadığını biliyoruz. Daha önce bu yöntemi uygulayanların sonu nerede bittiyse, eşyanın tabiatı gereği SİP'in yolu da oraya çıkacak. Böylesi bir durumu görüp de uyarıda bulunmamak, her şey bir yana, aslolarak komünistlerin etik anlayışına sığmaz.
Onlar bizim partinin en eskileri arkadaşım, hayatta yanlış yapmazlar!
Bu yazıda amaçlanan sadece kuramsal bir tartışma yapmak değil. SİP'in son bir iki yıldır geliştirdiği ideolojik-politik hattın eleştirisi zaten diğer köşelerde veriliyor. Bu yazıda asıl amaçlanan, çok şaşırtıcı biçimde kendisini üstelik de "komünist" olarak niteleyen insanlarda görünen -ki bir kısmı ile arkadaşlık düzeyinde bir yakınlık olduğunu da itiraf etmek gerekir- mazlum kabullenmişlik ve kadercilik olgusunu tartışmak.
Hangi saiklerle yapılırsa yapılsın, kuşku uyandıracak derecede hatalar yapan bir liderlik kadrosuna teslim edilmiş bir politik yaşamın hüsranla karşılaşması büyük olasılıktır. Bırakın kendisine komünist diyenleri, en açık renklere sahip olanlar da içinde olmak üzere sol ideolojiyi benimseyenlerin kabullenemeyeceği bir "tabiiyet" ilişkisinin bilimsel bir açıklamasını yapmak zordur. Gerçek üstü, uhrevi, göksel ve kerameti kendinden menkul açıklamalara ise bizim karnımız tok. Herkesin karnının tok olduğunu da sanıyoruz. Amerikan başkanlarından biri söylemişti. "You can fool some people for sometimes, but you can't fool all the people all the times." (Zaman zaman bazı insanları aldatabilirsiniz, ama insanların tümünü her zaman aldatamazsınız) Ayrıca Bob Marley'in bir şarkısının da sözüdür.
Bizim geçen sayıda yaptığımız eleştiriler SİP'in uzun zaman önce nüveler halinde mesajlarını verdiği, ama, tam tarih verecek olursak 28 Şubat sürecinden sonra iyice oturtmaya başladığı ideolojik politik hattına ilişkindi. Bu değerlendirmelerimizi tekrar olma pahasına bir kez daha hatırlayalım.
Eğer solda durduğunu beyan eden ve kitle çalışmasını sol propaganda ile yürüten bir örgüt, kapitalizmin baş çelişkisinin emek-sermaye çelişkisi olmadığını iddia ederse, toplumsal bir devrimin emek-sermaye çelişkisinden doğamayacağını, anti-kapitalist propaganda yoluyla bir devrimci hareketlenme yaratılamayacağını büyük bir özgüvene sahip olarak söylerse, hiç kimse kusura bakmasın biz ilgileniriz.
On yıllardır bu ülkenin ilericilerine, sosyalist harekete musallat olan resmi ideolojiyi, bir yerlerden talimat gelir gelmez cilalayıp komünizm böbürlenmesiyle önümüze sunmak isteyenlere karşı sesimizi yükseltmeyip ne yapacaktık. Yüksek askeri bürokrasinin açtığı kulvarda yürümeyi istemek, bunu, bu kesimin de yurtsever bir damarı var gibi "açılımlarla" pekiştirmek mümkün. Ama, bu yolda yalnız başınıza yürüyeceğinizi sanmadığınızı umuyoruz. Sizden önce o yola girmiş ve kendince de hatırı sayılır bir yol kat etmiş gruplar var. Sizin bu yolda rahatça yürüyüş yapmanız için, zorlu bir mücadele içine girmeniz ve her şeyden önce Perinçek gibi bir militarizm sevdalısını aşmanız gerekir. Gerçi "bu ülke büyük bir ülke; bu ülkede iyi şeyler de oluyor", yani herkese yetebilir o kulvarınız. Hele de 28 Şubat sürecinden sonra Yekta Güngör Özden'inden Vural Savaş'a kadar, "militan demokrasi", "militan kemalizm" yanlısı o kadar insan, grup, örgüt türedi ki, akla zarar. E, bu kadar yoğun bir kalabalığın içinden kendine yol açmak... haklısınız çok kolay bir iş değil. Hem zorlu, hem de militan bir mücadele yürütülmesi gerekecek.
Parti, alacağı kararı her önüne gelene mi danışacak yani?
Neyse, yukarıda değindiğimiz gibi bizim eleştirilerimiz SİP'in dışa, yani kamuoyuna dönük kısmına idi. SİP'in yıllardır teorize ettiği örgüt içi uygulamaları bizim ilgi ve konu alanımız dışında kalmıştı. İsteyen örgüt defalarca denendiği ve daha işlevsel ve daha tabanın karar alma mekanizmalarında yer almasına olanak sağladığı için, tek adamın veya bir kliğin diktatörlüğüne müsaade etmediği için "demokratik merkeziyetçi" bir işleyişi tercih eder. İsteyenler, aynen kimi zaman uçlaştırılan şekilde ÖDP'de denendiği gibi, eylemlere gelmeme dahil her türden hakkın rahatça kullanılabildiği "keyfe bağlı katılımcı" bir uygulama benimser. İsteyen de, SİP'in yaptığı gibi teoriye yeni bir katkıda bulunur ve işleyişin demokratik yönünü bütünüyle bir kenara bırakarak "her şeyi onlar bilir" rahatlığıyla, en hayati kararları dahi, artık kimlerden oluşuyorsa, "merkeze" bırakır. Bunca yıldır kendi hallerinden hoşnut olduklarına bakılırsa, bizim söyleyecek fazla bir sözümüz olmaz. Tek söyleyeceğimiz bizden uzak kalsınlar da, ne yaparlarsa yapsınlar, olabilir. O da yalnız bizi bağlar.
Peki ama, bu noktada akla bir soru geliyor. Tekil düzeyde alındığında önemli bir kısmı marksist anlamda değer ifade eden SİP'li arkadaşlar, neden kollektif olarak ele alındığında böylesi bir iradesizliği benimserler bilinmez. Hani çevre ilişkilerinin ve örgütsel faaliyetlerde ikinci derecede önem taşıyan kesimlerin hayati kararlarda yalnızca danışma/tavsiye kurulu gibi bir işlev görmesi anlaşılabilir. Gerek yapının iç işleyişinin nasıl olduğunu bilme, gerekse yapının bütünsel çıkarlarını ve beklentilerini daha net görebilme imkânına sahip olunduğu için merkezin belirli konularda son seçici olması zaten çalışmanın doğası gereğidir.
Ama, eğer bu doğal durum, hiçbir konunun hiçbir şekilde, hiçbir organa danışılmaması şeklinde tezahür ediyorsa ne denecek. Üstelik bir süre sonra öyle bir yapılanma ortaya çıkıyor ki, kendi kitlesiyle ilişkileri son derece sınırlı olduğu için beslenme damarları daralmış; hatta kimi zaman tıkanmış bir yapı oluşuyor. Bu da, aynen yaşanmaya devam ettiği gibi, o daracık çevrede olup bitenlerin sanki ülke gerçeğiymiş gibi algılanmasına yol açıyor. Böylesi bir yanılgı da koskoca bir parti yapılanmasının neredeyse bir buçuk iki yıl gibi kısacık bir süre içinde defalarca zigzaglar yapması sonucunu doğuruyor. Peki bunun hiç mi değerlendirilmesi olmaz? Yaşanan birbirinden bunca farklı, her birinin ayrı ayrı detaylı sorgulanmaya veya daha uygun bir söyleyişle incelenmeye tabi tutulması gereken bunca yönelimi aynı ekibin istikrarlı olarak savunmaya devam etmesine ne demeli?
Hem biz mek danılds kapitalistlerini de kovduk!
Yukarıda söylediğimizi belli açılardan temellendirmek üzere şöyle kısaca SİP'in geçirdiği dönüşümlere bir bakalım; hem hatırlayalım, hem hatırlatalım. Çünkü bazı yaşananları sürekli olarak tekrar etmezsek, bir süre sonra sanki hiç hata yapılmamış, hiç sendelenmemiş gibi, mükemmel bir sanal tarih gerçekliğiyle karşılaşabiliyoruz. Yıllar öncesinden yola çıkalım.
Gençliğe yönelik bir yayın veya oluşum gerçekleştirmezden önce neler deniyordu: Mücadele "partili" olarak verilir. Öyle kadınmış, gençmiş, işçiymiş, köylüymüş ayrımlar yapılmaz. Bu yüzden de, üniversitede ayrı bir gençlik çalışması yürütülmez. Hele, gençliğin sorunları diye, üniversitenin sorunları diye yemekmiş, yurtmuş, yök'müş gibi hep aşamacılığı anımsatan mücadele yöntemleriyle hiç uğraşılmaz. Neyse, aradan bir süre geçer; yeni döneme yeni sözler gerekir bu kez: Aslında öğrenci gençlik mücadelesi gerekli gibi görünmekte. Evet, evet, gençlik çalışması yapalım biz en iyisi. Komünist adıyla mı yapılır peki. Tabii ki "komünist gençler" olarak öğrenci mücadelesi içinde yer alacağız. Yahu yemek boykotu kampanyasına bu isimle katılmak biraz garip oldu. Peki, kararı değiştiriyoruz arkadaşlar. Bundan sonra kendimize "ilerici öğrenciler" diyeceğiz. E, bununla bir süre idare ettik ama, daha önce ilerici kavramıyla politik mücadele yürütenleri eleştirmiştik. Neyse, şunda karar kılalım biz en iyisi: Bundan sonra kendimize SİP'li öğrenciler diyelim. Şimdilik nokta.
Bu işin gençlik kısmıyla ilgili olan yanı. Gençlik çalışmasının çok kısa zaman dilimleri içinde farklı ihtiyaçlar doğurduğu ve bu ihtiyaçlara uygun değişimlerin gerçekleştirilmesinin gençliğin geniş kesimlerine ulaşmak için şart olduğu iddiası bir nebze de olsa makul görülebilir. Peki ama, mesela, parti kararı alarak ve yıl boyu politik çalışmalarının ana eksenini "Taksim'e çıkmak" olarak belirledikten sonra bundan vazgeçmek hangi "değişim ihtiyacının" doğurduğu bir zorunluluk olabilir ki?
Hem bak, bu Nazım kampanyası da iyi tuttu, di mi ama!
Hatırlarsak, o dönemdeki SİP yayınlarında sürekli olarak vurgusu yapılan şey, Kadıköy'de 1 Mayıs'a katılmanın reformistlik olacağı ve günün gerektirdiği devrimci tavrın burjuvazinin işgali altındaki 1 Mayıs meydanını yeniden emekçiler adına zaptetmek olduğu yönündeydi. Tartışmaların içeriğine girmeden hemen sonucu aktaralım: Kadıköy'de üç işçinin katledildiği, kürsünün çeşitli gruplarca işgal edildiği 96 1 Mayısında SİP, açıkladığı gibi Taksim'e çıkmaya çalıştı. Bunda belli ölçülerde başarılı da oldu. Yoğun polis ablukasındaki Taksim'e mevcut kitleleriyle "çıkmak" ne ölçüde mümkün ise, o yapıldı. SİP'in "Kadıköy mü, Taksim mi" sorusu üzerinden başlattığı tartışmada SİP'e yönelik olarak diğer grup-lardan yapılan eleştiriler aslında hep asgari düzeyde seyretti. Bunun de sebebi, SİP'in kendi bulunduğu yerden çok, getirdiği Taksim yaklaşımının aslında hemen hemen bütün grupların gönlünde yatıyor olmasıydı. Eleştiriler yapılırken hep bir ihtiyat payı bırakılıyordu. Zaten, bu konuda SİP'e getirilen eleştiriler de, SİP'lilerin Taksim'e çıkma gayretinin ardından çok daha alt düzeylere çekildi.
SİP aynı propagandayı, bir yıl sonra, yani 97 1 Mayısı için de aylar öncesinden yapmaya başladı. Yine Taksim çağrısı ve komünistlerin yapması gerekenler üzerine uzun uzun değerlendirmeler. 97 yılındaki 1 Mayıs kutlamaları, yaşananlardan sonra valilik tarafından Kadıköy'den alınmış ve düzenleme komitesinin de onayıyla, ne yazık ki hâlâ kurtulamadığımız Çağlayan meydanına verilmişti. SİP'in "Taksim'e çıkalım" çağrısına diğer sol gruplar bir önceki yıldan farklı olarak daha temkinli yaklaştılar. Bir öncekinde de kabul edilmemişti SİP'in önerisi ancak, o zaman karşı öneriler getiriliyordu ve daha alaycı bir tutum takınılıyordu. Elbette bu alaycılıkta SİP'in daha önceki eylem çizgisine bakılarak "Nasıl olsa çıkamazlar" düşüncesi hakimdi. Bu nedenle SİP'in 97 yılında tekrar gündeme getirdiği Taksim önerisine yine destek çıkılmadı, ama, bu kez alaycı bir yaklaşım da sergilenmedi.
Ta ki, SİP'in, 1 Mayıs haftasına girilmişken ve hazırlıklar her grup açısından artık son aşamaya gelmişken yaptığı açıklamaya kadar. SİP, açıklamasında şöyle diyordu: "Her ne kadar bugün komünistlerin önünde duran görev 1 Mayıs alanına çıkmak ise de, eğer bu görevi SİP yalnız başına üstlenmek zorunda kalacak olursa ve diğer gruplar destek vermezse, sarı sendika ağaları şunu iyi bilsinler ki Çağlayan meydanında karşılarında komünistleri bulacaklar!" Breh, breh, breh. Onca laf kalabalığından, onca gürültüden, onca propagandadan sonra SİP'liler kös kös Çağlayan meydanına gelince, tahmin edilebileceği gibi, hava bir anda tam tersine döndü. SİP'in aldığı bu viraj, zaten kendileri açısından da bir dönüm noktası oldu ve o hızla kan kaybetmeye, kazanılabilecek kimi çevreleri ilelebet kaybetmeye başladılar. Etkileri hâlâ görülüyor. Elbette, "kazanılabilecek çevreler" tespiti yapılırken bu, kazanma niyetinin samimiyetine dayanılarak yapılmış bir tespit. Yoksa, kendi sınıfsal tercihleri sonucunda bilinçli olarak "sorun yaratabilecek" çevrelerin ve şimdi varoş olarak adlandırılan emekçi mahalle gençliğinin uzaklaştırılması kastedilmemektedir.
Neyse, örnekleri dallandırıp budaklandırmaya gerek yok.
Özetle söylenecek olursa, SİP'in bir bunalımdan çıkıp bir başkasına yöneldiği durumlar hiç tükenmiyor. Her uğrakta aldıkları kararlar da nedense "en devrimci, en gerekli, en olması gereken" kararlar oldu. Bu durumun hiç sorgulanmadığı sanılmasın. SİP'in sistematik biçimde üye kaybetmesinin ve yaş ortalamasının hep aynı düzeyde kalmasının yegane sebebi de budur işte.
Ama, yazıda gündeme getirdiğimiz bunlara benzer onlarca tartışma hakkında ve en son bizi doğrudan ilgilendiren isim gaspı konusunda çoğunlukla internet sitelerindeki forumlarda verilen "bindirilmiş" ve inandırıcılıktan uzak cevaplara bakınca ne görüyoruz? Ortalama olarak neredeyse tüm cevaplarda, "biz bundan memnunuz" gibi bir tema işleniyor. Hepsinde vurgulanan ortak nokta, matematik denklemi gibi bir formülasyon: Sonucun doğru olması, yolun yanlışlığını örter! Peki nerede etik, nerede sosyalist mücadelenin olmazsa olmazı dürüstlük duygusu? "Kendi" geleneğini savunmaktaki ısrar ne olacak?
Bunlar biraz duygusal tepkiye benziyor gibi.
Birkaç ay sürmesi planlanan Nâzım kampanyasını yıllara yay; ülkede gelişen her şeyi bir kenara bırak; işçileri, işsizleri, işten atılanları, greve çıkanları, direniştekileri, çiftçiyi, taban fiyatlarını, tarımsal politikaların emperyalistlerin ihtiyacına göre şekillendirilmesini, Kürt ulusal mücadelesini, ölüm oruçlarını, hapishaneleri bir tarafa bırak, iki buçuk yıllık politik etkinliğini gençlik için mek danılds, parti için Nâzım, teorik hat olarak da kamulaştırma ve gericiliğe karşı aydınlık olarak özetle. Bitsin.
Bunun neresini düzeltelim. Aldığın kararların tecrite yol açmaması için de bir Sol Meclis öner. Sosyalist bir düşünce üretim merkezi haline getireceğim iddiasında bulun. Partine angaje hale getir. Bu meclise girmeyi kabul eden olursa da tecridi kırmayı umut et. Bu yapılanlarda hata olduğunu hiç gören olmaz mı? Olur. Onlara ne yapılır? Ortalama her iki-üç yılda bir yeni bir tasfiye operasyonu. Sonra biraz duraklama. Ondan sonra biraz daha çalışkan genç bulunur. Sonrası allah kerim. İşte sana devreler halinde SİP politikası.
Zamanında sizin kefil olduklarınız başka yerlere kapılandı diye, bizimkiler de aynı şeyi yapacak anlamına gelmez!
Buraya kadar söylediklerimiz SİP'in kendi çalışmalarına yönelikti. İşin bir de SİP ve ÜRÜN ilişkisi boyutu var. Ürün dergisi yayın hayatına başladıktan çok kısa bir zaman sonra bildiğiniz gibi SİP'le belli düzeylerde ilişki kuruldu. Bu ilişki öncelikle karşılıklı iyi dilek temennileri iletmekle başladı. Ürün'ün kendi tarihinin ve Parti'sinin özgül koşullarından kaynaklı olarak bir dönemi ayağa kalkma ve inşa süreci olarak yaşadığı herkesin malumudur. Ancak, buna rağmen, geleneğimizin bizatihi kendisinden kaynaklanan bir katkımız olduğunu herhalde unutmamışlardır. Bugüne dek hiç gündeme getirmeye gerek görmedik, ama, tarihi kendisiyle başlatmaya meraklı birileri olursa, ona da itiraz ederiz. Ayrıntılı anlatmayacağız; nasıl olsa anlayanlar anlamayanlara aktarır. Hatırlarsanız, SİP'in mahalle çalışmaları bir dönem bir başka yapıyla sorunlar içermişti. Sol açısından istenmeyen çok çok tatsız durumlar doğuran bu sürecin bitirilmesinde, SİP'lilerin doğrudan Ürün'den istedikleri küçük de olsa bir katkının payı vardı. Gerisini anlatmaya gerek yok.
İkinci bir ilişki durumu genel seçimler esnasında yaşandı. Bir yandan adımızın SİP kitlesi içinde hiçbir şekilde anılmaması gayretleri, diğer yanda işbirliği ihtiyacı arasında sıkıştıkları bir noktada, genel seçimlerde ortak aday çıkartma talepleri gündeme gelmişti. Üstelik de, merkezi düzeyde yaptıkları görüşmede dergimizde de açıkça yazarak belirttiğimiz tavrımıza rağmen, İstanbul dışındaki bölgelerde Ürün temsilcilerine SİP listelerinden aday olmaları teklifini götürmüşlerdi. Üstelik kimi arkadaşlarımıza da, "Ürün olarak itiraz ettiniz, ama, belki birey olarak girmek istersin" gibi bir gerekçeyle teklif götürülmüştü.
Yani, her partinin üç beş hatası olur. Bunda gocunacak bir şey yok!
Bildiğiniz gibi Ürün SİP'e ait kültür merkezlerinde satılmıyor. Kendi tercihleri doğrultusunda dergimizi satmaktan vazgeçmelerinin "ticari" bir açıklaması olabilir belki. Ama dergimizi dışarıdan satın alıp gelen kendi insanlarının Ürün'ü okumasını bile yasaklamanın açıklaması nedir? Dergiyi okuyup da etkilenecek birileri mi var ki aralarında? Ya da SİP üyelerinin bilmemesi gereken bir şeyler mi yazıyoruz? Ne olacak yani; getirdiğimiz ideolojik-politik argümanlarımızı birlikte oturur değerlendirirsiniz. Bu kadar çekinecek ne var, tüm il ve ilçe örgütlerine "bu derginin alınması, okunması, bulundurulması yasaktır" talimatları göndermeye niçin ihtiyaç duyuyorsunuz?
Bizim dergi büromuza gelirseniz görürsünüz. Tüm dergiler vardır. Kimisi protokol olarak geliyor. Bazılarını biz satın alıyoruz. İster protokol olarak gelsin, ister satın alınsın, büroda bulundurduğumuz tüm bu dergiler ortada, herkesin, misafirlerimizin bile okuyabileceği bir yerde dururlar. Gelen olursa, ikram edeceğimiz çay eşliğinde istediği dergiyi okuyabilir. Şu anda baktığımda görünenleri yazacak olursak, Maya, Kurtuluş, Gelenek, Komünist, Köz, Devrimci Genç.... Siz ne yapıyorsunuz? İnsanlarınızı tamamen izole, soldan tecrit edilmiş, hep tek yönlü bir beslenmeye maruz bırakılmış olarak yetişmeye zorluyorsunuz. Hatta, adımızı bile geçirmeye cesaret edemiyorsunuz, ne olur ne olmaz, maazallah birilerinin ilgisini çeker düşüncesiyle. SİP'liler, özel sohbetlerinde bile, bizim için "malum parti taraftarlarının malum dergisi" diyorlar.
Zaten, gerek internet forumlarında, gerek kendi yayınlarında Ürün'den "bir dergi; bir grup marjinal" diye söz ediyorsunuz. Ne oldu? Hayırdır dostlar, 'marjinal'lik ne zamandan beri sol içinde 'suç'lama haline dönüştü? Evet, itiraf ediyoruz!
Biz m-a-r-j-i-n-a-l-i-z. Siz
çoğunluğu temsil edin. Biz ülkemizde de, bölgemizde de, dünyada da marjinal
durumdayız. Biz bu durumun bilincinde olarak yola koyulduk; bu bilinçle de
marjinalliğimizi aşarak ülkenin devrimci bir rotaya girmesini sağlayacağız;
bilginiz olsun.
Birkaç söz de "bizim" eskilerden bir kısmına ilişkin olarak söyleyelim. Gerçekten de gerek Ankara'da, gerek İzmir'de, gerek İstanbul'da "eski" sıfatını hak eden birkaç arkadaş SİP'e girdi. Daha düne kadar niye girmemişlerdi belli değil. SİP'in yeni politik hattı çok mu uygun geldi bilinmiyor. Ülkeyi tanımlama ve değiştirme kapasitesine sahip tek parti haline mi dönüştü bu "yeni" KP, kendilerine sormak lazım. Ama, kesin olan tek bir şey var: Alay-ü vâlâ ile, bağıra çağıra ilan ettikleri böylesi insanların sayısı bir elin parmaklarını geç(e)medi. Ve, bu "bizim" "eski" dostlarımız açısından politik mücadelenin yalnızca duygusal yönünün ağır bastığı anlaşıldı. Değiştir ismini kardeşim, al benim desteğimi!
Ondan sonra otur, çok bilmiş havalarda, o güne dek söylediğin her şeye bir kenara bırakma pahasına laflar et. Sanırsınız hepsi birden yılların "reel politika" yapan siyaset kurdu olmuşlar da, gençlere akıl verir havalarda, tepeden bakıyorlar: Sizinki ile eski TKP'lilerin bir araya gelip yaptığı basın açıklamaları da çok duygusal olmuş, canım.
Tabii ya, ne olmuş yani. Dünyada eşi benzeri görülmemiş bir ahlâksızlıkla karşılaşmışsın, böylesi bir gaspın herhangi birinin aklına bile gelmesi mümkün değilken ne bekliyordun. Halen devam eden toplatma davalarında onlarca yıl ceza alma tehlikesi taşıyan arkadaşlarımız varken, insanlarımız bu uğurda işkenceler çekmişken, hapishanelerde yatmışken, sakatlıkları devam ederken ne yapsa idik. Çağdaş, modern, dostça ilişkiler içerisinde, mahkemeye gidip dava mı açsaydık. Bu işin çözümünün nerede olduğunu siz de bilirsiniz, burjuvazi de bilir, emekçi halkımız ve Türkiye işçi sınıfı da bilir. Bunu unutmayın.
Yolunuz açık olsun!
Sadede gelecek olursak
Uzun ve ayrıntılı bir şekilde aktardıklarımızı eğer toparlayacak olursak, şöylesi bir tabloyla karşılaşırız. Yukarıda saydığımız çerçevede SİP tarafından geliştirilmeye çalışılan, deyim yerindeyse bir sözde sol kültürün mevcudiyetine karşı bir duruş sergilemeden, Türkiye'de ayakları yere basan bir komünist mücadele hattının örülemeyeceği kesin olarak ortaya çıkmıştır. Kendilerince çok beğenildiği anlaşılan bu yeni kültürün belirgin hale gelmiş iki özelliği var.
Birincisi, dünyada marksist mücadele tarihinin 150 yıldır makyavelist, her yol mübahçı burjuva kültürüne karşı geliştirdiği etik, ahlâki temelde karşı koyuşların anlamsızlaştırılması. Yani, işçi sınıfına karşı sorumluluklar yerine getirilirken, yeni bir dünya kurmak amacıyla yürütülen ideolojik, örgütsel, politik çizgide hep bir etik kaygısı taşıma görevinin olduğunun unutulmaması. Bunu açacak olursak, bir partinin kendisine rehber edindiği çizginin hiçbir açıdan maluliyet taşımaması şartı aranmasıdır. Bugüne dek yaşadığımız sorunların önemli bir bölümü bu kaygının bir kenara bırakılmasından kaynaklanmıştır. Eleştirel bir yaklaşımın dahi aşılıp o güne dek küfür ettiği bir geleneği sahiplenmek ve bu sahiplenişi de meşru olarak göstermeye çalışmak, en başta o yapının kendi kitlesinde bir travmaya yol açacaktır. Bu travmayla sakatlanmış bir geleneğin ne ölçüde sağlıklı proleter militanlar yetiştirebileceği ise tartışmaya bile gelmez.
İkincisi, ama en az birincisi kadar önemli olan hususu ise şöyle özetleyebiliriz. SİP'in yeni dönem yönelimine bakıldığında, bu hattın tarif edilen dönemin kapitalizmi ve devlet yapılanması ile özünde barışık ama bir yandan da sanki bir şeye itiraz eder gibi görünen bir örgütsel yapı, söylem ve tarz yarattığı görünür. Bizimki gibi, burjuvazinin önüne gelen tüm sorunları "azami şiddet" kullanarak çözmeye yatkın olduğu bir ülkede böylesi bir görünümün anlamı şudur: Örgütsel ve "kişisel düzeyde 'eleştirel' olmanın gönül rahatlığını terketmeden, 'başkaldırma'nın cazibesinden vazgeçmeden ama bunların gereğini yapma, sorumluluğunu taşıma zahmetine katlanıp sıkıntısını da çekmeden, statükonun nimetlerinden yararlanmanın yolunu bulmak. Mevcut statükolar için, bu 'pembe eleştiriler', bu 'haşarı çocuk' taşkınlıkları, hiç rahatsız edici değil, aksine, eleştiri var gibi ama neye ve nereye kadar belli değil, yani tehdit edilen hiçbir şey yok! Üstelik sınırını veya haddini bilerek yapılan eleştirinin getirdiği gülümseyen, hoşgörü dolu bakışlar da işin ilavesi oluyor. Rafine, dil bilen, elit, genç, kentli, meslek sahibi, profesyonellerden oluşan bir "komünist" parti.
Sizin de yolunuz açık olsun!
Bu gidişatı durdurmak, sol'da mücadele yürüten herkesin, en başta sol'un ayaklarını bastığı ideolojik ve örgütsel zeminlerin ahlâki altyapısını yok etmeye yönelen girişimlerden muzdarip olanların görevidir. Türkiye solu, nasıl ki meşru mücadelesini 80 yılı aşkın zamandır her türden, her soydan ve her boydan saptırmalara karşı militanca yürüttüyse, son umut olarak isim tashihi yapanlara karşı da gereken cevabı verecektir.
Onların da yolu açık
olsun!