Sosyalist Dergi: 10 |  ÜRÜN |
AFGANİSTAN, FİLİSTİN VE SONRASI

     Binlerce Afganistanlı sivilin ölümüne yol açan bir aylık yoğun bombardımandan sonra Afganistan'ı ele geçiren ve başa işbirlikçi Hamid Karzai hükümetini getiren Amerikan emperyalizmi, kolay bir zafer (şimdilik!) kazanmanın verdiği küstahlıkla, bütün dünya halklarına meydan okuyor. Şu kısacık dönemde yaptıklarına sadece başlıklar halinde bir bakalım isterseniz.


     ABD yönetimi, Başkan Bush'un ağzından İran, Irak ve Kuzey Kore'yi "şer mihveri" ilan etti. Kolombiya'da ülkenin önemli bölümünü elinde tutan halkçı gerilla kuvvetleriyle sağcı hükümet arasındaki ateşkesi sona erdirdi ve Kolombiya'ya geniş çaplı bir Amerikan askeri müdahalesini başlattı. Filipinler, Yemen, Somali ve Gürcistan'a "terörle savaş" bahanesiyle asker gönderdi. Afganistan'da büyük bir askeri üs inşa etti. Pakistan'ı fiilen tam bir Amerikan sömürgesine dönüştürdü.      Afganistan savaşı dolayısıyla geçici üsler kurduğu Özbekistan ve diğer Orta Asya devletleriyle bu üsleri kalıcılaştırmak için pazarlık yapıyor. Irak'a karşı yeni bir savaş başlatarak egemen bir devlet olarak Irak'ın varlığına son vermek, ülkeyi Amerikan mandası altında yaşayacak kukla devletlere bölmek için dünya kamuoyunu hazırlıyor ve Türkiye dahil Irak'ın komşuları üzerinde bu yolda baskı uyguluyor. Sovyetler Birliği döneminde imzalamak zorunda kaldığı silahsızlanma anlaşmalarından çekiliyor. Anti-Balistik Füze anlaşmasını resmen feshetti. Uzayın silahlandırılması programına büyük bir hız verdi. Silahlanma harcamaları, bu alanda kendisinden sonra en çok harcama yapan onbeş ülkenin toplam harcamasını geride bırakacak kadar korkunç boyutlara yükseldi. Venezuela'da, ülkenin ABD'ye bağımlılığını sınırlamak üzere ulusal ve halkçı önlemler alan Chavez hükümetine karşı askeri bir darbe düzenledi. Emekçi halkın faşist darbeyi protesto ederek sokaklara dökülmesi ve ordunun bölünmesiyle 48 saat sonra başarısız kalan darbeden sonra Venezuela hükümetini açıkça tehdit etmeye devam ediyor.
     Amerikan emperyalizmi, 11 Eylül saldırılarını bahane ederek başlattığı "terörle dünya çapında topyekün savaş" programında Afganistan'dan sonraki ikinci büyük adım olarak İsrail'in Filistin'i yeniden işgaline açıkça onay verdi. Faşist Şaron hükümeti, bu destekle herkesin gözü önünde Batı Şeria'nın bütününü Nazi yöntemleriyle yakıp yıkıyor ve katliam yapıyor.
     Amerikan yönetimi ise, her adımda savaş suçu ve insanlığa karşı suç işleyen siyonist devletin sömürgeci işgaline karşı direnişi "terörizm" olarak nitelendirmeye devam ediyor. İşgal ordusunun Ramallah'ta tek bir odaya hapsettiği Filistin'in meşru lideri Yasir Arafat'ı "terörü durdurmamak"la suçlayıp onu diplomatik muhatap saymamakla korkutmaya çalışıyor.
     Amerikan yönetimi, bu arada, İsrail'in soykırım sınırlarına dayanan işgal ve etnik temizlik kampanyasına karşı başta Ortadoğu halkları olmak üzere bütün dünyada gelişen tepkilerin, kendisinin Irak'a savaş açma planlarını tehli-keye düşüreceği kaygısıyla dünya kamuoyunu yatıştırmaya yönelik göstermelik manevralar yapıyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde "İsrail'in yeniden işgal ettiği topraklardan gecikmeden çekilmesini" öngören kararı veto etmiyor; tabii "gecikmeden" sözcüğünü "mümkün süratte" diye yorumlamayı ihmal etmeyerek İsrail'e istediği zamanı kazandırıyor. "Bölgede kurulacak bir Filistin devletiyle İsrail'in barış içinde yaşamasını öngören" bir başka Birleşmiş Milletler kararına da itiraz etmiyor.
     Öte yandan da, Arafat'ın, 2000 yazında Amerika'da Camp David'de yapılan zirve toplantısında ABD-İsrail yönetimlerinin tekliflerini reddederek "kendisine altın tepsiyle sunulan barış fırsatını elinin tersiyle ittiğini ve bugün halkının başına gelenlerden bizzat kendisinin sorumlu olduğunu" büyük bir medya kampanyasıyla dünyaya propaganda ediyor. (Ne yazık ki, Başbakan Ecevit, elindeki bütün haberalma kaynaklarına rağmen bu propagandaya "kanarak" aynı doğrultuda bir demeç veriyor.)
     Oysa, Filistin-İsrail anlaşmazlığının temelinde Filistin halkının topraklarından silah zoruyla sürülmesi, boşaltılan Filistin topraklarına dünyanın her tarafından getirilen siyonist göçmenlerin yerleştirilmesi, bu sömürgeciler topluluğuna dayanılarak 1948'de İsrail'in kurulması yatıyor. İsrail önce İngiliz, sonra Amerikan emperyalizminin desteği, koruması ve kollaması altında kelimenin gerçek anlamıyla sömürgeci-ırkçı bir devlet olarak kuruldu. Yayılmacı siyonist ideolojiyi rehber edinen İsrail, 1967 savaşında Filistin'in öbür yarısını da işgal etti. Bugünkü çatışmalar 35 yıldır vahşi bir askeri işgal altında yaşayan bu bölgede yoğunlaşıyor. Filistin halkı sömürgeci işgalcilere karşı vatanını, kimliğini, kültürünü, varolma hakkını savunuyor. Dünyanın en güçlü emperyalist devleti ABD'nin askeri, siyasi, ekonomik, mali, diplomatik ve medyatik desteğinden eksiksiz yararlanan, aslında Amerikan savaş makinesinin Ortadoğu'daki ileri karakolu olan tepeden tırnağa silahlı İsrail'e karşı tanksız topsuz uçaksız helikoptersiz, kanıyla canıyla bağımsızlık savaşı veriyor. Bu kurtuluş savaşı, bütün dünya halklarının olduğu gibi, emperyalizme karşı kurtuluş savaşı vermiş bir ülkenin halkı olarak Türkiye halkının da her türlü desteğini hak ediyor.
     Başbakan Ecevit'in yukarıda değinilen değerlendirmesinin ne kadar yanlış olduğunu anlamak için yakın geçmişe dönelim. Filistin'de 1987 yılının sonlarında başlayan ve sivil halkın silaha başvurmadan sürdürdüğü uzun süreli intifada (genel ayaklanma) işgalcileri zor duruma düşürdü ve İsrail'in uluslararası tecridini hızlandırdı. İsrail içinde işgale son vererek "barış karşılığı toprak" çözümü taraftar toplamaya başladı. Filistin tarafında Arafat yönetiminin, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasının ardından Amerikan emperyalizminin baskılarına dayanamaması, İsrail tarafında ise intifadayı durdurma ve uluslararası tecritten kurtulma isteği, geçici bir barışın yolunu açtı. Arafat yönetimi, 1993'te imzalanan Oslo anlaşmasıyla aslında yeni sömürgeci bir çözüme razı olmuştu. Beş yıl sonra bir Filistin devletinin ilanı şartıyla ekonomik ve coğrafi olarak İsrail'e bağımlı olmaya mahkûm, toprak bütünlüğü olmayan, sınırları ve başkenti kesinleştirilmemiş bir özerklikle yetinmeyi kabul etmişti.
     Ne var ki, İsrail, Filistin halkının ulusal ve sosyal taleplerini asla karşılamayan bu yeni sömürgecilik anlaşmasına bile uymadı. Oslo anlaşmasına göre Filistin yönetimine bırakması gereken toprakları vaktinde boşaltmadı; ortadan kaldırma sözü verdiği sömürgeci yerleşimlere dokunmadığı gibi, hızlı ve kapsamlı bir "imar ve iskân" programıyla yeni stratejik yerleşimler kurdu. Tabii adı kulağa hoş gelen bu sömürgeci program, Filistinlilere ait evlerin buldozerlerle yıkılmasını, bu evlerde yaşayanların kovulmasını, binlerce yıllık köylerin ha-ritadan silinmesini, tarihin yok edilmesini, ekonomik yaşamın felce uğratılmasını, bir kültürün ortadan kaldırılmasını ve sonuçta sistemli olarak yeni mülteciler yaratılmasını da gerektiriyordu. Oslo anlaşması adım adım kâğıt üzerinde kalmaya başladı. 1998'de kurulması gereken Filistin devletinin ilanı art arda belirsiz sürelerle ertelendi.
     İsrail'in Filistin açısından ulusal teslimiyet diye nitelendirilmesi gereken bu anlaşmaya bile uymayacağı ve taahhütlerini yerine getirmeyeceği artık ayan beyan belli olunca, Filistin direnişinin ikinci intifada adı verilen yeni kitlesel ayaklanması başladı. Bu kitlesel ayaklanmanın baskısı altında yapılan Camp David zirvesinde sunulan Amerikan-İsrail teklifine göre 1- Batı Şeria'da İsrail'in askeri işgal ve yerleşim bölgeleriyle birbirinden koparılmış durumda bulunan 200 Filistin yerleşimi, yine İsrail'in kesin kontrolü altında tutulacak anayollar ve askeri garnizonlarla birbirinden kopuk kalacak üç kanton halinde birleştiriliyordu. 2- Doğu Kudüs'ün küçük bir kısmı her yanı İsrail topraklarıyla kuşatılmış bir cep halinde Filistin egemenliğine bırakılıyordu. 3- Gazze şeridinin statüsü ise, ileride Filistin egemenliğine bırakılırsa yine diğer kantonlardan kopuk kalacağı hususu dışında şimdilik kesinleştirilmiyordu. 4- Filistinliler'in artık İsrail toprağı olarak tanıyacağı ve hak iddia edemeyeceği yerlerden kovulan yüzbinlerce mültecinin geriye dönmesi ise asla söz konusu olmayacak, bu kesimler ülkelerinden vazgeçeceklerdi.
     Kısacası, toprak birliğini yitirmiş dört ayrı kanton ve Filistin'in tarihi başkenti Doğu Kudüs'ün organik bütünlüğünü asla yansıtmayan bir cep, silahsızlandırılmış ve egemenlikten yoksun bir şekilde, bir İsrail denizi ortasında adacıklardan oluşan sözümona Filistin devleti olarak kabul ettirilmeye çalışılıyordu. Bu anlaşmayı imzalamak, dili, milliyeti, cinsiyeti, sosyal kökeni, inancı, rengi, felsefi görüşü ne olursa olsun yeryüzünün herhangi bir köşesinde yaşayan her yurtseverin anlayabileceği gibi, vatan hainliği damgasını dünya durdukça alnında taşımak demekti. Amerika ve İsrail'in güya "altın tepside sunduğu", fakat Arafat'ın "göz göre göre kaçırdığı barış fırsatı", "akılsızlık gösterip kabul etmediği barışçı çözüm" işte budur. Sömürgecilikten kurtuluş tarihinde böylesine alçaltıcı bir "bağımsızlık" ve "barış" örneği hiç yoktur. Amerikan-İsrail teklifinin öngördüğüne benzer tek örnek, eski beyaz ırkçı Güney Afrika devletinin dünyayı aldatmak üzere oluşturduğu Bantustan adı verilen, sözümona siyahların yönettiği devletçiklerdi ki bu girişim Birleşmiş Milletler tarafından da ırkçı beyazların sömürgeciliğini gizlemek üzere girişilmiş bir sahtekârlık olarak nitelenmiş ve asla tanınmamıştı. Bilindiği gibi, bu Bantustanlar da ırkçı beyaz yönetimin ortadan kalkmasıyla silinmişlerdi.
     DSP-MHP-ANAP koalisyonu işte böyle bir bağlamda, her türlü uluslararası sözleşmeyi çiğneyerek işgale girişen ve katliam yapan İsrail'le tankların modernizasyonunu amaçlayan büyük bir askeri ihale anlaşması imzalıyor. Uluslararası hukuka göre ağır yaptırımlara uğratılması gereken İsrail böylece ödüllendiriliyor. Söz konusu ihale hangi gerekçeyle imzalanmış olursa olsun, Türkiye halkının ve bütün insanlığın vicdanını yaralayan bu vahşi işgal karşısında artık savunulamaz. Bu anlaşma derhal iptal edilmeli, Türkiye halkının Filistin halkıyla kardeşçe dayanışmasının ilk adımı olarak işgalcilere güçlü bir mesaj verilmelidir. İşgalci zalimlerle ortak olunamaz. İsrail'le imzalanmış bütün askeri anlaşmalar yürürlükten kaldırılmalı, Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası planının Ortadoğu ayağını oluşturan ABD-İsrail-Türkiye stratejik ortaklığına son verilmelidir. Filistinle dayanışma bir insanlık görevidir. Bugün he-pimiz birer Filistinliyiz.
     İşte bu noktada büyük kapitalist medya İsrail'in suçunu gizlemek ve siyasal iktidarın basiretsiz davranışına gerekçe sağlamak üzere harekete geçip Arap düşmanı bir kampanya başlattı. Sözümona milli çıkarlarımız, İsrail'le ittifakı gerektiriyormuş, çünkü Yahudi lobisi "Ermeni soykırımı" tasarılarına karşı Amerikan Kongresinde hep Türkiye'yi desteklermiş; bu yüzden bizim de İsrail'in yaptıklarına karşı çıkmamız yakışık almazmış! Üstelik Araplar zaten birinci dünya savaşında nankörlük edip Osmanlı ordusunu arkadan vurmuşlarmış; Kıbrıs ve PKK meselesinde de bizi desteklememişler, hep karşımızda olmuşlarmış; ayrıca yakın tarihte solcu, bölücü ve şeriatçı teröristleri zaten Filistinliler yetiştirmişlermiş; zaten Araplar'dan bize gelse gelse cehalet, pislik ve gericilik gelirmiş; İsrail ise çöl ortasında modern, çağdaş ve kültürlü bir toplum yaratmışmış! Hatta, Ecevit'in belki de askeri ihaleye yönelik tepkileri yatıştırmak için verdiği "İsrail Filistin'de soykırım yapıyor" demecini büyük medya kraldan fazla kralcı davranarak şiddetle eleştirdi ve Ecevit yanlış anlaşıldım deyip art arda özür dileyene kadar bu eleştiri furyası dinmedi.
     Başta işçiler, üniversite gençliği ve aydınlar olmak üzere toplumun çeşitli katmanları, sendikalar, sosyalist siyasi partiler ve İslamcı çevreler ise İsrail işgaline karşı Filistin halkıyla dayanışmalarını gösteren kitlesel gösteriler yaptılar. İslamcı çevrelerin gösterilerinde büyük kapitalist medyanın yaydığı Arap düşmanlığının tersine bu kez Yahudi düşmanlığı ortaya çıktı. İsrail ırkçılığına halkların dostluğu ve kardeşliği anlayışıyla değil, bir başka ırkçılıkla karşılık vermek kuşkusuz halkları birbirine kırdıracak zararlı bir politikadır ve kesinlikle reddedilmelidir. Faşizm, şovenizm, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık, kimden gelirse gelsin, kime yönelirse yönelsin hiçbir şekilde kabul edilemez ve hoş görülemez. Arap düşmanlığı ve Yahudi düşmanlığı veya başka bir halka düşmanlık, aynı kötülüğün eş derecede çirkin ayrı yüzleridirler.
     Başa dönecek olursak, Amerikan emperyalizminin 11 Eylül'den çok önce başlamış, Bush'un başkanlığa gelmesinden sonra hızlanmış bir süreçten geçerek 11 Eylül'ün ardından her türlü "ılımlılık", "sorumluluk" ve "demokratlık" görüntüsünü bile bir yana bırakacak bir pervasızlıkla hareket et-meye başlaması, dünya politikasına 19. yüzyıl sömürgeci haydutlarının tarzını yerleştirmesi ne anlama geliyor? Irak, Kosova, Afganistan, Kolombiya, Venezuela, Filistin'de gördüklerimizin mantığı ne? Amerikan emperyalizmi, Körfez savaşı, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'daki sosyalist ülkelerin yıkılmasıyla sonuçlanan soğuk savaş zaferi, Amerikan sermayesinin bütün dünyaya yayılmasını kolaylaştıran küreselleşme saldırısı, İMF-Dünya Bankası-Dünya Ticaret Örgütü üçlüsünün yerleştirdiği kurallarla üçüncü dünya ülkelerinin politik bağımsızlığının bir tüle dönüştürülmesi, uzayı da kapsayan silahlanma prog-ramında bütün rakiplerine fark atması sonrasında dünya kapitalist sistemi içindeki güç dengelerinin değiştiğini hesaplamaktadır. Buna bağlı olarak Sovyetler Birliği'nin varlığı koşullarında eski sömürge halklarına vermek zorunda kaldığı ödünleri geri almakta ve diğer emperyalist rakipleri olan AB ve Japonya ile iliş-kilerini yeniden belirleyerek dünyanın tek hakimi olmak için hamle yapmaktadır. Dünyanın yeniden paylaşımı gündeme girmiştir. Hammadde kaynaklarına el koyma ve bu amaçla mümkün olduğu kadar toprak ele geçirme, askeri kuvvetler yerleştirerek bu toprakları kesin denetim altında tutma ve rakiplerinin rekabet olanağını ellerinden alma politikası bütün çıplaklığıyla yeniden karşımızdadır. Sömürge savaşları, fetihler, nüfuz alanları için savaş dünya politikasının yeniden temel bir bileşeni haline geliyor Emperyalizm hakimiyet demektir. Emperyalizm savaş demektir. Sadece Marks değil, Lenin de her zamankinden daha günceldir. Günümüzde dünya politikasını anlamak isteyen herkesin Lenin'in Emperyalizm adlı eserini yeniden titizlikle incelemesi vazgeçilmez bir zorunluluktur.
     Böyle bir ortamda, yeniden paylaşımın konularından biri olan Türkiye'de egemen burjuvazi, İMF programına tam teslim olarak 2001 yılında ekonomiyi yüzde 9.4 oranında küçülttü. Açıkçası emperyalizmin dayattığı bir ekonomik soykırım programını baskı ve zulümle uygulattı. Yüzbinlerce kişinin işsizler ordusuna katılmasını, milyonlarca insanın açlığın pençesine düşmesini, tarımın yok edilmesini, sanayinin budanmasını sırf kendi egemenliğini sürdürmek için dayattı. Bunu yaparken, bir yandan "üç kapı, üç kilit" çözümünü bile reddediyor, anadilde eğitim dilekçesi verenleri süründürüyor; bir yandan da, Sodom ve Gomore'yi hatırlatan bir çılgınlıkla gününü gün ediyor.
     Bağımsızlık, özgürlük, demokrasi mücadelesiyle sosyalizm mücadelesi bugün her zamankinden çok iç içe geçiyor. Önümüzde büyük görevler duruyor. Vakit safları sıklaştırmanın, sorumluluğumuzu üstlenmenin vaktidir.
 
Yazarın Diğer Yazıları
 Açıklama
 TKP Tüzük Taslağı
 TKP Program Taslağı
 TKP Yasal Kuruluş Hazırlık Konferansı Sonuç Bildirisi
 Tarihimizden
 Suphi'den Bilen'e Gelenek Yaşıyor
 Emperyalist Savaş Blokunun Pirus Zaferi
 Merhaba
 Dünya Komünist ve İşçi Hareketinden: Yunanistan Komünist Partisi Programı - II
 Gündemden
 Norveç'te Faşist Katliam
 15‑16 Haziran 1970'in Derslerini Tartıştık
 15-16 Haziran
 Ortadoğu'dan
 Selamlaşma