Sosyalist Dergi: 13 |  Arsızlar |
İŞVEREN GÜVENCE ALDI, İŞÇİYE KAVGA KALDI

Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) adlı büyük patronların örgütünün Danışma Konseyi toplantısında hükümet salvo atışına tutulmuş (16 Nisan 2003 tarihli gazeteler).

Bir başka büyük ve laik sermaye örgütü TÜSİAD başkanı Tuncay Özilhan da toplantıya davetliymiş ve "esnek çalışmaya olanak sağlayan İş Kanunu Tasarısı'nın önemli ölçüde iyileştirmeler sunduğunu belirterek ‘Hükümetimizin öncelikli hedefi, iş güvencesi ile İş Kanunu Tasarısı'nın eşzamanlı olarak uygulamaya girmesi olmalıdır" demiş.

Toplantıya katılan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı eski MHP'li Murat Başesgioğlu da tasarının bir an önce yasalaşmasını isteyen patronlara merak etmemelerini söyleyerek söz vermiş.

Bunun üzerine, Sabancı Holding yönetim kurulu başkanı sevimli işadamı, mümtaz insan, tüm emekçilerin dostu, halk adamı Sakıp Sabancı ise Başesgioğlu'nu tarafsız bir bakan olduğu için kutlamış. Hatta, "bu bakanlık işçi bakanlığı mı, yoksa işçi ve işveren bakanlığı mı bunu çözememiştik. Genelde işçi bakanlığı ile karşı karşıyaydık" diye eklemiş.

Görüyor musunuz şu topluca, alenen, herkesin ortasında ve kimseden utanmadan geçen muhabbetleri. Bir patron rahatlıkla bakanın kendilerine çok yardımcı olduğunu söylüyor, bakan da bu durumdan utanacağına ve "beni buraya emekçiler, yoksullar, ezilenler getirdi; ben işverenlerin dostu gibi görünmekten korkarım" diyeceğine, pişkin pişkin bu durumu kabulleniyor.

Yaşanan bunca krizden kimlerin ne kadar kârlı çıktığı defalarca emekçi gazetelerine, araştırmalara konu oldu. Şimdi bakanı tarafsız diye kutlayan Sabancı'nın sahibi olduğu AKBANK, son dolar krizinde kendi açıklamalarına göre 3 milyar dolar, kimi araştırmacılara göre ise en az 5 milyar dolar ilave gelir elde etti. Hâlâ yakınma, hâlâ pişkinlik, hâlâ doymak bilmeyen bir iştah içinde emekçilerin daha da sömürülmesi için kumpaslar peşindeler.

Çıkacak olan yasanın esnek çalışmayı yasal hale getireceğini hepsi söylüyor. Esnekliğin ne anlama geldiğini ise hiçbiri açık etmiyor. Esneklik, patronun tamamen keyfine göre işçinin çalıştırılması olacak. Sigorta primlerinin çalıştığın saate göre ödenmesine yol açacak. Çalışmaz isen aç kalacaksın. Çalıştığın kadar para alacaksın. Tatile gidersen para yok, hastalanırsan para yok, iş yoksa para yok, patron iş yok dediyse gene para yok, uzun süreli hasta olursan, bu kez sana hem para hem iş yok.

İstedikleri işte böyle bir düzen. İş güvencesi yasasıyla aynı tarihte yürürlüğe girsin bu yeni taslak diyorlar. Sanki iş güvencesi gerçek bir güvenceymiş gibi insanların kafasını karıştırıyorlar.

Hepinize sesleniyoruz patronlar, sermaye örgütleri, onların yalakası siyasetçiler. Türkiye işçi sınıfı buna izin vermeyecek. Siz belki güvenceyi alacaksınız, ama, işçi sınıfı da kavgaya daha da bilenmek için öfke biriktiriyor. Sizin o kahrolası kapitalist düzeniniz göçüp gidene kadar, "ekmek yoksa barış da yok" diyerek her gün sokaklarda olacağız!




DÜŞMANI ÖLDÜRMEK VACİPTİR!


Irak'a yönelik emperyalist saldırı boyunca Doğan grubu gazetelerinin en militarist ve ırkçı yayınları yaptığını biliyoruz. Bu gazete ve gazetecilerin tümü her işi bir kenara bırakarak nasıl daha fazla Amerikancı oluruz, emperyalizmi nasıl sevimli hale getiririz sorusuna cevaplar aradılar. Bu grubun amirallerinden Milliyet gazetesinde (17 Mart 2003) çıkan bir haber ise, artık gözlerinin dönmüşlüğünden neyi nasıl yapacaklarını unuttuklarını kesinlikle kanıtlıyor.

Haberde, elinde üzerine kafatası resmedilmiş bir İncil tutan ve kamuflaj giysisine benzer bir cüppe giyen bir rahip gösteriliyor. Karşısında vaazını dinleyen bir grup kadınlı erkekli asker tipler. Haberde rahibin askerlere nasıl iyi birer savaşçı olacaklarını telkin ettiği söyleniyor. Rahibin sözleri arasında gazetenin büyüterek verdiği şu kelimeleri lütfen defalarca okuyun. Rahip efendi: "çıkacak olan bu savaşta, bütün Hıristiyanlar için düşmanlarını öldürmek vaciptir. O nedenle insani kaygılarla elinizi titretmeyin. Hepinizin yeri cennet olacak" demiş.

Bu arsızlar, Amerikancılıkta, sömürgecilere yalakalıkta o kadar mesafe kat etmişler ki, ‘düşmanları öldürmek vaciptir' derken kimin kastedildiğini bile düşünmüyorlar. Rahibin düşman olarak nitelediği kişiler bütün Müslümanlar, be hey ahmaklar! Tabii, bunlar o kadar aşağılık kompleksi içindeler ki, Müslüman olarak saydıkları insanlar hep pis, sakalları uzamış, kadınları peçeli, cahil, hatta çadırda yaşayan Araplar ve Pakistanlılar olmuş. Batının sömürgeci burjuva ideolojisindeki Müslüman imgesinin bütün Doğu toplumlarını kapsadığını, bunlar arasında da en çok düşmanlık yöneltilen halkın Türkler olduğunu unutmuşlar. Ortalama eğitim almış bir Batılının kafasında Müslüman deyince Türküyle, Arabıyla, Kürdüyle, Türkmeniyle, Acemiyle, Faslısı, Cezayirlisiyle, hatta ilgisi olmamasına rağmen Hintlisiyle bütün "geri" toplumların geldiğini biliyorlar ama, demek ki, bilmek işlerine gelmiyor.

Ne diyelim, o ırkçı rahip bütün düşmanları öldürün derken, ‘şu bize çok yardımı dokunan kraldan fazla kralcı tayfaya dokunmayın yeter' diye eklemiştir belki!



MEŞRU SAVAŞLARDA ÖLENLERE ŞEHİT DENİR


Biliyorsunuz, eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz görevden alındı. Daha doğrusu istifa etti, ama, aslında istifa etmek zorunda kaldığı, böyle yapmadığı takdirde görevden alınacağı kendisine bildirildiği için ayrıldığı kulislerde konuşuluyor.

Yılmaz'ın AKP kadroları ile anlaşamadığı için ayrıldığı, yerine getirilecek kişinin ise Recep Tayyip Erdoğan'a daha yakın bir isim olacağı da söyleniyor. Bunlar ne kadar doğrudur, bu alanda kim kimin adamıdır, bilmiyoruz. Ancak, şu var ki, 12 Eylül darbesinden beri, yıllık bütçede onlarca bakanlığın aldığı paranın toplamından daha fazla pay ayrılan Diyanet, devletin en çok önem verdiği ve kayırdığı kurumların başında geliyor. Bu kurum özellikle yurtdışına açılırken koç başı işlevi görüyor. O nedenle, böylesi dev olanaklara sahip, üstelik de stratejik bir kuruluşun başına birini getirmek için, o kişinin siyasetçilerden birinin yakını olması yetmez. Mutlaka daha farklı niteliklere de sahip olması gerekir.

Ne gibi mi? Mesela, devletin derinlerinde belirlenen kürt politikasına, alevi politikasına, eğitim politikasına, başörtüsü politikasına, imam hatipler meselesine, yurtdışı dinci örgütlere, ateizme vs. devletten daha farklı açılardan bakmaması beklenir. Dolayısıyla, bu kurumun başındaki insanın önceden değişik alanlarda denenmiş olması ve kritik dönemlerde falso yapmaması da umulur. Yaparsa ne mi olur?

Bakın şimdi eski diyanet başkanının daha tezkere çıkmadan, milletvekilleri oylamaya girmeden önce söylediklerine. Gazeteciler ABD ile İngiltere'nin Irak'a yönelik işgal planlarından bahsediyorlar ve M. Nuri Yılmaz'a, Türk askerinin de bu sömürgecilerle birlikte Kuzey'den cephe açması ihtimalini nasıl değerlendirdiğini soruyorlar. Yılmaz bu konuları geçiştiriyor. Ama, gazetecilerin sorduğu şu soruya cevap vermeden duramıyor:

Gazeteci: Sizce Irak'a yönelik harekâta katılacak olan Mehmetçikler orada öldürülürse, dinen ne sayılırlar? Bu askerlerimiz şehit mertebesinde sayılır mı?

Yılmaz: Yalnızca meşru bir savaşta ölenler şehit olur ve şehit sayılırlar.

Gazeteci: Yani ne demek istiyorsunuz, efendim? Bunu biraz açar mısınız?

Yılmaz: Ben devlet memuruyum, ancak bu kadar söyleyebilirim. Ama siz benim ne demek istediğimi anladınız sanırım.

Mehmet Nuri Yılmaz, bu savaşa karşı olduğunu kamuoyu önünde ancak bu kadar bir açıklıkla ifade edebilmişti. Ama söylediği bu kadarcık söz bile, komşu bir ülkeye saldırmak ve kurulacak yağma sofrasından birkaç kemik kapmak isteyenlerin heveslerini kursaklarında bırakmaya yetti. Saldırganlıklarına her alanda meşruiyet kazandırmak isteyenler, buna en azından din görevlisi birini alet edemediler.

Şimdi, bu göreve getirilecek kişinin niçin önemli olduğu ve her söylenene hızla gerekçe bulmaya amade biri olması gerektiği anlaşılmıştır herhalde! [f.ş.]




ÖNCE ÇOCUKLARI VURDULAR


7 Nisan tarihinde İngiliz gazetecilerden biri, genç bir Amerikan askeriyle röportaj yapıyor. Savaşta askerin yaşadıkları, duyguları ve kimi sivil ölümlerini soruyor gazeteci. Çocuklarıyla birlikte arabalarının hemen dışında öldürülen bir grup sivil Iraklının akıbetlerinin ne olduğunu soruyor. Asker şöyle anlatıyor olayı.

" Aslında biz onlara arabadan dışarı çıkın demiştik. Arabadaki kadınlarla adamların çok korktukları yüzlerinden belli oluyordu. Onlar da herhalde tehlikesiz olduklarını göstermek için dışarıya önce çocukları çıkarttılar. Çocukları vurmayacağımızı sandılar, ama bizim çoluğu çocuğu hiç umursamadığımızı gösterdik onlara."

Aynı düşman askeri, işine nasıl sıkı sarıldığını ve duygularını da şöyle aktarıyor muhabire:

"İlk kişiyi öldürene kadar çok korktum, heyecanlandım, endişe duydum. Ama artık rahatım; çok olgunlaştığımı söyleyebilirim."

Bu askeri de, onu konuşturanı da, bunları ülkemizde alkışlayanı da, ezilen uluslarla alay etme cüretini gösterenleri de, emperyalizmi de, kapitalizmi de toptan yok etmeden bize huzur olmasın!



TANRI BENİ SEÇTİ!

Bu köşemizde gazetelerde çıkan, çevrede gördüğümüz haberlere yorumlar katarak arsızlıkları teşhir ediyoruz. Ama, bazen öyle haberler oluyor ki, insan nasıl bir yorum yazacağını şaşırıyor. Haberin bizzat kendisi yorum gibi veya habere bir yorum eklersen haberin gücü zayıflayacak. Bush'a ilişkin aşağıdaki haber de böyle.

Bizim ülkemizdeki yasalara göre, sadece Türkiye'de iktidarda bulunan yöneticilere değil, yabancı devlet "büyüklerine" de küfür, hakaret, aşağılama yasak. O nedenle yasal olarak Bush için, örneğin, "silah tekellerinin uşağı, katil, hasta, deli, geri zekalı, kafayı sıyırmış, yobaz, ırkçı faşist, kompleksli" vs. demek savcılara davetiye çıkarmak anlamına gelebilir. Peki ama, aşağıdaki habere nasıl bir yorum yazalım ki suç olmasın:


"Amerikan Newsweek dergisi George W. Bush'un bilinmeyen bir yönüne dikkat çekerrek ABD Başkanı'nın Saddam rejimini ortadan kaldırmayı kendisine, "Tanrı tarafından verilen bir misyon olarak gördüğünü" yazdı.

"Bush ve Tanrı" adlı incelemesinde Bush'un dini inançlarını ele alan dergi, Başkan'ın güneş doğmadan uyanarak Beyaz Saray'ın kuytu bir köşesinde Protestan din adamlarının vaazlarını okuduğunu belirtti. Bush'un son okuduğu vaaz kitabı 1917'de Mısır'da Türk ordusuna karşı savaşan ANZAK'lara moral veren İskoç rahip Oswald Chambers'e ait.


Elveda viski, merhaba İsa

Bush, "My Outmost for His Highest" adlı kitaptaki, "Tanrı, hayat ve tarihin mimarıdır" şeklindeki vaazı her gün birkaç kez okuyarak ruhunun derinliklerine kazıyor.

Dergiye göre, Bush'un hayat çizgisi ve dolayısıyla siyasi kariyeri 17 yıl önce, 1986 yazındaki 40. doğum gününde kökten değişti. Alkolik denecek boyutta içkiye düşkün olan Bush, o gün "Elveda Jack Daniels, merhaba İsa" diyerek içkiyi bıraktı.

Daha sonra sistematik bir şekilde dine yöneldi. Alkol yüzünden sallanan evliliğine ve ailesine sahip çıkmak için İncil'in öğütlerine sarıldı.

Bu sıralarda güney eyaletlerinin inançlı ve muhafazakâr kesimlerinin Cumhuriyetçi Parti'de ağırlıklı bir yer edinmeye başladığını gördü. 1987'de Washington'a geçti ve babasının seçim kampanyasında yer alarak siyasi deneyimini geliştirirken, bir yandan da önde gelen din adamlarıyla yakın temas kurmaya başladı. Kendisine "inancını ihtirasıyla birleştirerek yüksek görevler üstlenmesi için ilahi bir çağrı yapıldığını" söylemeye başladı.

Beyaz Saray'da mistik hava

Newsweek'e göre, Bush böylelikle tutkulu dini inançları yüzünden öteki başkanlardan ayrılıyor. ABD başkanı olmasını Tanrı'nın iradesine bağlayan Bush, hâlâ din adamlarıyla düzenli olarak buluşuyor. Beyaz Saray görülmedik ölçüde mistik ve dinsel bir atmosfere bürünmüş durumda. İncil inceleme grupları her yerde.

‘Tanrı beni seçti'

Dergi bu ruhsal durumunun Bush'un Irak ve Saddam konusundaki politikalarını da belirlediğini iddia etti. Kötülük ve şeytanı temsil ettiğine inandığı Saddam'ı yok etme görevinin hayatın ve tarihin mimarı Tanrı tarafından verildiğini ve kendisinin böyle bir göreve seçildiğine inanan ABD Başkanı, "17 yıl önce içkiyi bırakmasaydım ABD Başkanı olamazdım" diyor. "


Haber bu kadar. Çok da eğlenceli bir haber. Ama, sonuçları itibariyle dünyanın dört bir yanını acılar içinde bırakan bir eğlence anlayışı var haberin. Alkolizm bir hastalık. Hiç kimsenin alkoliklerle, zeka sorunu olanlarla alay etmesi doğru değil.

Alkoliklerin bir özelliği vardır; halüsinasyonlar görür. Olmayan şeyleri olmuş, yapmadıklarını yapmış gibi hatırlar. Genellikle kendilerine çok önemli ve kutsal görevler atfederler. Sarhoşluğun verdiği özgüven sebebiyle de kimi zaman inandırıcı oldukları da bir gerçektir. Kendi halinde bir insan ise, kimsenin sorunu olmaz.

Ama, eğer bu eski sarhoş, kendini dine vermiş biriyse ve kendine dinen de desteklenen ruhani bir görev atfediyorsa ve de aynı insan dünyanın en saldırgan, en militarist, silahlanmaya en fazla para ayıran emperyalist devletinin başına geçmişse, sorun bu şahsın ailevi sorunu olmaktan çıkar. Bu adamın bir an önce durdurulması görev haline dönüşür. Ona artık bu hezeyanları için acıma duygusu duyulmaz.

Bunlara bir de Bush'un yakını Ticaret Bakanı'nın, henüz Irak'a yönelik saldırı devam ederken söylediklerini ekleyelim. Bakan, Bush için, "son günlerde iyice içine kapandı. Durmadan dua ediyor ve karısının hep yanında olmasını istiyor. Çünkü üzerinde büyük bir sorumluluk hissediyor. Tanrının onu bütün dünyaya özgürlük getirmek üzere görevlendirdiğinden emin." diyor.

Böyle bir hastalıklı kişinin kendi adına sevineceği tek şey, yarınlarda kurulacak Savaş Suçluları Mahkemesinde birinci sanık olarak yargılanırken bu insanın akli melekeleri yerinde olmadığı için avukatlarının vereceği ‘yargılanmasın' dilekçesi olacak. [s.g.]



VOLTAİRE Mİ HAKLI, MARKS MI?


24 Şubat 2003 tarihli Radikal gazetesinde bir haber takıldı gözüme. Haberde, Muğla'nın Marmaris ilçesi Belediye Başkanı ANAP'lı İsmet Karadiç'in sözlerine yer verilmiş. İsmet Karadiç, kendisiyle yapılan röportajda savaşla ilgili tutumunu aynen şöyle ifade ediyor: "Savaş istemiyorum. Ama ağıt yakmak da yanlış. Bize pazar mı yok? Rusya'ya yönelmek mümkün. Ayrıca savaşa katılacak 200 bin ABD askerinden en az 50 bini, gemiyle dönüşte Marmaris Limanı'na gelecek. Savaş tazminatı almış ve maaşlarını harcamamış olacaklar. Savaşı turizm açısından lehimize çevirmemek için bir neden yok. Tek şart akıllı planlar yapıp çalışmak."

Sayın (!) Belediye Başkanı'nı ne bölgede petrol için akıtılacak kan ilgilendiriyor, ne hegemonya peşinde koşan emperyalist devletlerin olası bir savaş boyunca çocuk, yaşlı, kadın ayrımı yapmadan katledeceği insanlar, ne de bölgeye yerleşecek Amerika'nın daha sonra bölge halklarına yapacağı zulüm ilgilendiriyor. Belediye başkanını ilgilendiren tek şey; savaş sonrası Marmaris'e gelecek Amerikan, İngiliz ya da başka bir ulusun askerlerinden kazanacağı para. Belediye Başkanının kazanmayı düşündüğü bu paraları Amerikan ve İngiliz askerleri Irak'ta masum insan avlayarak, devlet destekli seri cinayetler işleyerek kazanmış olacaklar.

Bu, pek sayın(!) Belediye Başkanının yüreğini hiç mi sızlatmıyor acaba? Bilemeyiz(!) O halde paraların nasıl kazanıldığı belediye başkanını ilgilendirmiyordur. Ne yapalım, insan hatırlatmadan da geçemiyor.

İçinde bulunduğumuz zaman diliminden üç yüzyıl önce yaşamış ve Kral 15. Lui'nin "Bu adamı kimse susturamayacak mı?" dediği Fransız filozoflarından Voltaire şöyle sesleniyordu Fransız halkına: "Gerçek insan, dünyanın herhangi bir coğrafyasında, herhangi bir insanın suratına indirilmiş tokadın acısını, dünyanın diğer bir coğrafyasında, yüreğinde hissedebilen insandır." Yine Voltaire'den bir yüzyıl sonra yaşamış dünyanın en büyük filozofu Karl Marks şöyle diyordu: "Hayvan olmak istiyorsan olabilirsin elbette. Bunun için insanlığın acılarına sırt çevirmen ve yalnız kendi postuna özen göstermen gerekir."

Sizce, Marmaris Belediye Başkanı İsmet Karadiç, Voltaire'in belirttiği sıfatlara erişememiş biri mi; yoksa Marks'ın tanımladığı sıfata sahip olmaktan memnun mu? [r.k.]


DEMEK Kİ NEYMİŞ!

...Düzenin üç önemli odağı büyük sermaye, askerler (ve cumhurbaşkanı ile yargının öne çıktığı bürokrasi) ve hükümet arasından ilki, yerel güç ve stratejik önem konularına en duyarsız tarafı oluşturmaktadır. Türkiye burjuvazisinin uluslararası sermaye ile bağları ve ülkemiz kapitalizminin dışa muhtaçlığı burada belirleyicidir. AKP hükümetinin egemen sınıfın bu niteliğine bağlı olarak emperyalizme acentalık ruhuyla iktidara geldiği biliniyor.

Asker ve sivil bürokrasi bu tabloyu düzeltmek için inisiyatif geliştiren ve inisiyatifi diğer kesimlere yayan özneyi ifade etmektedir...

SİP MK, 8 Mart 2003 değerlendirmesi



 
Yazarın Diğer Yazıları
 SSK'yı işçiler batırdı!
 OLUMSUZ Mehmet Y. Yılmaz
 Maliye rantiye peşinde (imiş)
 YORUMSUZ
 Rıdvan Budak
 ÖRNEK ÜLKE, TÜRKİYE
 ESNEKLEŞTİRME Mİ, BELKEMİKSİZLEŞTİRME Mİ
 ÜZEYİR GARİH'İN SON SÖYLEŞİSİ!