Türkiye
İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) adlı büyük
patronların örgütünün Danışma Konseyi toplantısında hükümet
salvo atışına tutulmuş (16 Nisan 2003 tarihli gazeteler).
Bir
başka büyük ve laik sermaye örgütü TÜSİAD başkanı Tuncay
Özilhan da toplantıya davetliymiş ve "esnek çalışmaya olanak
sağlayan İş Kanunu Tasarısı'nın önemli ölçüde
iyileştirmeler sunduğunu belirterek Hükümetimizin öncelikli
hedefi, iş güvencesi ile İş Kanunu Tasarısı'nın eşzamanlı
olarak uygulamaya girmesi olmalıdır" demiş.
Toplantıya
katılan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı eski MHP'li Murat
Başesgioğlu da tasarının bir an önce yasalaşmasını isteyen
patronlara merak etmemelerini söyleyerek söz vermiş.
Bunun
üzerine, Sabancı Holding yönetim kurulu başkanı sevimli işadamı,
mümtaz insan, tüm emekçilerin dostu, halk adamı Sakıp Sabancı
ise Başesgioğlu'nu tarafsız bir bakan olduğu için kutlamış.
Hatta, "bu bakanlık işçi bakanlığı mı, yoksa işçi ve
işveren bakanlığı mı bunu çözememiştik. Genelde işçi
bakanlığı ile karşı karşıyaydık" diye eklemiş.
Görüyor
musunuz şu topluca, alenen, herkesin ortasında ve kimseden
utanmadan geçen muhabbetleri. Bir patron rahatlıkla bakanın
kendilerine çok yardımcı olduğunu söylüyor, bakan da bu
durumdan utanacağına ve "beni buraya emekçiler, yoksullar,
ezilenler getirdi; ben işverenlerin dostu gibi görünmekten
korkarım" diyeceğine, pişkin pişkin bu durumu kabulleniyor.
Yaşanan
bunca krizden kimlerin ne kadar kârlı çıktığı defalarca emekçi
gazetelerine, araştırmalara konu oldu. Şimdi bakanı tarafsız
diye kutlayan Sabancı'nın sahibi olduğu AKBANK, son dolar
krizinde kendi açıklamalarına göre 3 milyar dolar, kimi
araştırmacılara göre ise en az 5 milyar dolar ilave gelir elde
etti. Hâlâ yakınma, hâlâ pişkinlik, hâlâ doymak bilmeyen bir
iştah içinde emekçilerin daha da sömürülmesi için kumpaslar
peşindeler.
Çıkacak
olan yasanın esnek çalışmayı yasal hale getireceğini hepsi
söylüyor. Esnekliğin ne anlama geldiğini ise hiçbiri açık
etmiyor. Esneklik, patronun tamamen keyfine göre işçinin
çalıştırılması olacak. Sigorta primlerinin çalıştığın
saate göre ödenmesine yol açacak. Çalışmaz isen aç kalacaksın.
Çalıştığın kadar para alacaksın. Tatile gidersen para yok,
hastalanırsan para yok, iş yoksa para yok, patron iş yok dediyse
gene para yok, uzun süreli hasta olursan, bu kez sana hem para hem
iş yok.
İstedikleri
işte böyle bir düzen. İş güvencesi yasasıyla aynı tarihte
yürürlüğe girsin bu yeni taslak diyorlar. Sanki iş güvencesi
gerçek bir güvenceymiş gibi insanların kafasını
karıştırıyorlar.
Hepinize
sesleniyoruz patronlar, sermaye örgütleri, onların yalakası
siyasetçiler. Türkiye işçi sınıfı buna izin vermeyecek. Siz
belki güvenceyi alacaksınız, ama, işçi sınıfı da kavgaya daha
da bilenmek için öfke biriktiriyor. Sizin o kahrolası kapitalist
düzeniniz göçüp gidene kadar, "ekmek yoksa barış da yok"
diyerek her gün sokaklarda olacağız!
DÜŞMANI ÖLDÜRMEK VACİPTİR!
Irak'a yönelik emperyalist saldırı boyunca Doğan grubu gazetelerinin en
militarist ve ırkçı yayınları yaptığını biliyoruz. Bu gazete
ve gazetecilerin tümü her işi bir kenara bırakarak nasıl daha
fazla Amerikancı oluruz, emperyalizmi nasıl sevimli hale getiririz
sorusuna cevaplar aradılar. Bu grubun amirallerinden Milliyet
gazetesinde (17 Mart 2003) çıkan bir haber ise, artık gözlerinin
dönmüşlüğünden neyi nasıl yapacaklarını unuttuklarını
kesinlikle kanıtlıyor.
Haberde, elinde üzerine kafatası resmedilmiş bir İncil tutan ve kamuflaj
giysisine benzer bir cüppe giyen bir rahip gösteriliyor. Karşısında
vaazını dinleyen bir grup kadınlı erkekli asker tipler. Haberde
rahibin askerlere nasıl iyi birer savaşçı olacaklarını telkin
ettiği söyleniyor. Rahibin sözleri arasında gazetenin büyüterek
verdiği şu kelimeleri lütfen defalarca okuyun. Rahip efendi:
"çıkacak olan bu savaşta, bütün Hıristiyanlar için
düşmanlarını öldürmek vaciptir. O nedenle insani kaygılarla
elinizi titretmeyin. Hepinizin yeri cennet olacak" demiş.
Bu
arsızlar, Amerikancılıkta, sömürgecilere yalakalıkta o kadar
mesafe kat etmişler ki, düşmanları öldürmek vaciptir'
derken kimin kastedildiğini bile düşünmüyorlar. Rahibin düşman
olarak nitelediği kişiler bütün Müslümanlar, be hey ahmaklar!
Tabii, bunlar o kadar aşağılık kompleksi içindeler ki, Müslüman
olarak saydıkları insanlar hep pis, sakalları uzamış, kadınları
peçeli, cahil, hatta çadırda yaşayan Araplar ve Pakistanlılar
olmuş. Batının sömürgeci burjuva ideolojisindeki Müslüman
imgesinin bütün Doğu toplumlarını kapsadığını, bunlar
arasında da en çok düşmanlık yöneltilen halkın Türkler
olduğunu unutmuşlar. Ortalama eğitim almış bir Batılının
kafasında Müslüman deyince Türküyle, Arabıyla, Kürdüyle,
Türkmeniyle, Acemiyle, Faslısı, Cezayirlisiyle, hatta ilgisi
olmamasına rağmen Hintlisiyle bütün "geri" toplumların
geldiğini biliyorlar ama, demek ki, bilmek işlerine gelmiyor.
Ne
diyelim, o ırkçı rahip bütün düşmanları öldürün derken,
şu bize çok yardımı dokunan kraldan fazla kralcı tayfaya
dokunmayın yeter' diye eklemiştir belki!
MEŞRU
SAVAŞLARDA ÖLENLERE ŞEHİT DENİR
Biliyorsunuz,
eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz görevden alındı.
Daha doğrusu istifa etti, ama, aslında istifa etmek zorunda
kaldığı, böyle yapmadığı takdirde görevden alınacağı
kendisine bildirildiği için ayrıldığı kulislerde konuşuluyor.
Yılmaz'ın
AKP kadroları ile anlaşamadığı için ayrıldığı, yerine
getirilecek kişinin ise Recep Tayyip Erdoğan'a daha yakın bir
isim olacağı da söyleniyor. Bunlar ne kadar doğrudur, bu alanda
kim kimin adamıdır, bilmiyoruz. Ancak, şu var ki, 12 Eylül
darbesinden beri, yıllık bütçede onlarca bakanlığın aldığı
paranın toplamından daha fazla pay ayrılan Diyanet, devletin en
çok önem verdiği ve kayırdığı kurumların başında geliyor.
Bu kurum özellikle yurtdışına açılırken koç başı işlevi
görüyor. O nedenle, böylesi dev olanaklara sahip, üstelik de
stratejik bir kuruluşun başına birini getirmek için, o kişinin
siyasetçilerden birinin yakını olması yetmez. Mutlaka daha farklı
niteliklere de sahip olması gerekir.
Ne
gibi mi? Mesela, devletin derinlerinde belirlenen kürt politikasına,
alevi politikasına, eğitim politikasına, başörtüsü
politikasına, imam hatipler meselesine, yurtdışı dinci örgütlere,
ateizme vs. devletten daha farklı açılardan bakmaması beklenir.
Dolayısıyla, bu kurumun başındaki insanın önceden değişik
alanlarda denenmiş olması ve kritik dönemlerde falso yapmaması da
umulur. Yaparsa
ne mi olur?
Bakın
şimdi eski diyanet başkanının daha tezkere çıkmadan,
milletvekilleri oylamaya girmeden önce söylediklerine. Gazeteciler
ABD ile İngiltere'nin Irak'a yönelik işgal planlarından
bahsediyorlar ve M. Nuri Yılmaz'a, Türk askerinin de bu
sömürgecilerle birlikte Kuzey'den cephe açması ihtimalini nasıl
değerlendirdiğini soruyorlar. Yılmaz bu konuları geçiştiriyor.
Ama, gazetecilerin sorduğu şu soruya cevap vermeden duramıyor:
Gazeteci:
Sizce Irak'a yönelik harekâta katılacak olan Mehmetçikler orada
öldürülürse, dinen ne sayılırlar? Bu
askerlerimiz şehit mertebesinde sayılır mı?
Yılmaz:
Yalnızca meşru bir savaşta ölenler şehit olur ve şehit
sayılırlar.
Gazeteci:
Yani ne demek istiyorsunuz, efendim? Bunu biraz açar mısınız?
Yılmaz:
Ben devlet memuruyum, ancak bu kadar söyleyebilirim. Ama siz benim
ne demek istediğimi anladınız sanırım.
Mehmet
Nuri Yılmaz, bu savaşa karşı olduğunu kamuoyu önünde ancak bu
kadar bir açıklıkla ifade edebilmişti. Ama söylediği bu
kadarcık söz bile, komşu bir ülkeye saldırmak ve kurulacak yağma
sofrasından birkaç kemik kapmak isteyenlerin heveslerini
kursaklarında bırakmaya yetti. Saldırganlıklarına her alanda
meşruiyet kazandırmak isteyenler, buna en azından din görevlisi
birini alet edemediler.
Şimdi,
bu göreve getirilecek kişinin niçin önemli olduğu ve her
söylenene hızla gerekçe bulmaya amade biri olması gerektiği
anlaşılmıştır herhalde! [f.ş.]
ÖNCE ÇOCUKLARI VURDULAR
7 Nisan tarihinde İngiliz gazetecilerden biri, genç bir Amerikan
askeriyle röportaj yapıyor. Savaşta askerin yaşadıkları,
duyguları ve kimi sivil ölümlerini soruyor gazeteci. Çocuklarıyla
birlikte arabalarının hemen dışında öldürülen bir grup sivil
Iraklının akıbetlerinin ne olduğunu soruyor. Asker
şöyle anlatıyor olayı.
" Aslında
biz onlara arabadan dışarı çıkın demiştik. Arabadaki
kadınlarla adamların çok korktukları yüzlerinden belli oluyordu.
Onlar da herhalde tehlikesiz olduklarını göstermek için dışarıya
önce çocukları çıkarttılar. Çocukları vurmayacağımızı
sandılar, ama bizim çoluğu çocuğu hiç umursamadığımızı
gösterdik onlara."
Aynı
düşman askeri, işine nasıl sıkı sarıldığını ve duygularını
da şöyle aktarıyor muhabire:
"İlk
kişiyi öldürene kadar çok korktum, heyecanlandım, endişe
duydum. Ama artık rahatım; çok olgunlaştığımı
söyleyebilirim."
Bu
askeri de, onu konuşturanı da, bunları ülkemizde alkışlayanı
da, ezilen uluslarla alay etme cüretini gösterenleri de,
emperyalizmi de, kapitalizmi de toptan yok etmeden bize huzur
olmasın!
TANRI BENİ SEÇTİ!
Bu
köşemizde gazetelerde çıkan, çevrede gördüğümüz haberlere
yorumlar katarak arsızlıkları teşhir ediyoruz. Ama, bazen öyle
haberler oluyor ki, insan nasıl bir yorum yazacağını şaşırıyor.
Haberin
bizzat kendisi yorum gibi veya habere bir yorum eklersen haberin gücü
zayıflayacak. Bush'a ilişkin aşağıdaki haber de böyle.
Bizim ülkemizdeki yasalara göre, sadece Türkiye'de iktidarda bulunan
yöneticilere değil, yabancı devlet "büyüklerine" de küfür,
hakaret, aşağılama yasak. O nedenle yasal olarak Bush için,
örneğin, "silah tekellerinin uşağı, katil, hasta, deli, geri
zekalı, kafayı sıyırmış, yobaz, ırkçı faşist, kompleksli"
vs. demek savcılara davetiye çıkarmak anlamına gelebilir. Peki
ama, aşağıdaki habere nasıl bir yorum yazalım ki suç olmasın:
"Amerikan
Newsweek dergisi George W. Bush'un bilinmeyen bir yönüne dikkat
çekerrek
ABD Başkanı'nın Saddam rejimini
ortadan kaldırmayı kendisine, "Tanrı tarafından verilen bir
misyon olarak gördüğünü" yazdı.
"Bush
ve Tanrı" adlı incelemesinde Bush'un dini inançlarını ele
alan dergi, Başkan'ın güneş doğmadan uyanarak Beyaz Saray'ın
kuytu bir köşesinde Protestan din adamlarının vaazlarını
okuduğunu belirtti. Bush'un son okuduğu vaaz kitabı 1917'de
Mısır'da Türk ordusuna karşı savaşan ANZAK'lara moral veren
İskoç rahip Oswald Chambers'e ait.
Elveda
viski, merhaba İsa
Bush,
"My Outmost for His
Highest" adlı kitaptaki, "Tanrı, hayat ve tarihin
mimarıdır" şeklindeki vaazı her gün birkaç kez okuyarak
ruhunun derinliklerine kazıyor.
Dergiye
göre, Bush'un hayat çizgisi ve dolayısıyla siyasi kariyeri 17
yıl önce, 1986 yazındaki 40. doğum gününde kökten değişti.
Alkolik denecek boyutta içkiye düşkün olan Bush, o gün "Elveda
Jack Daniels, merhaba İsa" diyerek içkiyi bıraktı.
Daha
sonra sistematik bir şekilde dine yöneldi. Alkol yüzünden
sallanan evliliğine ve ailesine sahip çıkmak için İncil'in
öğütlerine sarıldı.
Bu
sıralarda güney eyaletlerinin inançlı ve muhafazakâr
kesimlerinin Cumhuriyetçi Parti'de ağırlıklı bir yer edinmeye
başladığını gördü. 1987'de Washington'a geçti ve
babasının seçim kampanyasında yer alarak siyasi deneyimini
geliştirirken, bir yandan da önde gelen din adamlarıyla yakın
temas kurmaya başladı. Kendisine "inancını ihtirasıyla
birleştirerek yüksek görevler üstlenmesi için ilahi bir çağrı
yapıldığını" söylemeye başladı.
Beyaz Saray'da mistik hava
Newsweek'e göre, Bush böylelikle tutkulu dini inançları yüzünden öteki başkanlardan ayrılıyor.
ABD başkanı olmasını Tanrı'nın iradesine bağlayan Bush, hâlâ
din adamlarıyla düzenli olarak buluşuyor. Beyaz Saray görülmedik
ölçüde mistik ve dinsel bir atmosfere bürünmüş durumda. İncil
inceleme grupları her yerde.
Tanrı beni seçti'
Dergi bu ruhsal durumunun Bush'un Irak ve Saddam konusundaki
politikalarını da belirlediğini iddia etti. Kötülük ve şeytanı
temsil ettiğine inandığı Saddam'ı yok etme görevinin hayatın
ve tarihin mimarı Tanrı tarafından verildiğini ve kendisinin
böyle bir göreve seçildiğine inanan ABD Başkanı, "17 yıl
önce içkiyi bırakmasaydım ABD Başkanı olamazdım" diyor. "
Haber
bu kadar. Çok da eğlenceli bir haber. Ama, sonuçları itibariyle
dünyanın dört bir yanını acılar içinde bırakan bir eğlence
anlayışı var haberin. Alkolizm bir hastalık. Hiç kimsenin
alkoliklerle, zeka sorunu olanlarla alay etmesi doğru değil.
Alkoliklerin
bir özelliği vardır; halüsinasyonlar görür. Olmayan şeyleri
olmuş, yapmadıklarını yapmış gibi hatırlar. Genellikle
kendilerine çok önemli ve kutsal görevler atfederler. Sarhoşluğun
verdiği özgüven sebebiyle de kimi zaman inandırıcı oldukları
da bir gerçektir. Kendi halinde bir insan ise, kimsenin sorunu olmaz.
Ama, eğer bu eski sarhoş, kendini dine vermiş biriyse ve kendine dinen
de desteklenen ruhani bir görev atfediyorsa ve de aynı insan
dünyanın en saldırgan, en militarist, silahlanmaya en fazla para
ayıran emperyalist devletinin başına geçmişse, sorun bu şahsın
ailevi sorunu olmaktan çıkar. Bu adamın bir an önce durdurulması
görev haline dönüşür. Ona artık bu hezeyanları için acıma
duygusu duyulmaz.
Bunlara bir de Bush'un yakını Ticaret Bakanı'nın, henüz Irak'a
yönelik saldırı devam ederken söylediklerini ekleyelim. Bakan,
Bush için, "son günlerde iyice içine kapandı. Durmadan dua
ediyor ve karısının hep yanında olmasını istiyor. Çünkü
üzerinde büyük bir sorumluluk hissediyor. Tanrının onu bütün
dünyaya özgürlük getirmek üzere görevlendirdiğinden emin." diyor.
Böyle bir hastalıklı kişinin kendi adına sevineceği tek şey,
yarınlarda kurulacak Savaş Suçluları Mahkemesinde birinci sanık
olarak yargılanırken bu insanın akli melekeleri yerinde olmadığı
için avukatlarının vereceği yargılanmasın' dilekçesi olacak. [s.g.]
VOLTAİRE Mİ HAKLI, MARKS MI?
24 Şubat 2003 tarihli Radikal gazetesinde bir haber takıldı gözüme.
Haberde, Muğla'nın Marmaris ilçesi Belediye Başkanı ANAP'lı
İsmet Karadiç'in sözlerine yer verilmiş. İsmet Karadiç,
kendisiyle yapılan röportajda savaşla ilgili tutumunu aynen şöyle
ifade ediyor: "Savaş istemiyorum. Ama ağıt yakmak da yanlış.
Bize pazar mı yok? Rusya'ya yönelmek mümkün. Ayrıca savaşa katılacak
200 bin ABD askerinden en az 50 bini, gemiyle dönüşte Marmaris
Limanı'na gelecek. Savaş tazminatı almış ve maaşlarını
harcamamış olacaklar. Savaşı turizm açısından lehimize
çevirmemek için bir neden yok. Tek şart akıllı planlar yapıp
çalışmak."
Sayın (!) Belediye Başkanı'nı ne bölgede petrol için akıtılacak kan
ilgilendiriyor, ne hegemonya peşinde koşan emperyalist devletlerin
olası bir savaş boyunca çocuk, yaşlı, kadın ayrımı yapmadan
katledeceği insanlar, ne de bölgeye yerleşecek Amerika'nın daha
sonra bölge halklarına yapacağı zulüm ilgilendiriyor. Belediye
başkanını ilgilendiren tek şey; savaş sonrası Marmaris'e
gelecek Amerikan, İngiliz ya da başka bir ulusun askerlerinden
kazanacağı para. Belediye Başkanının kazanmayı düşündüğü
bu paraları Amerikan ve İngiliz askerleri Irak'ta masum insan
avlayarak, devlet destekli seri cinayetler işleyerek kazanmış
olacaklar.
Bu, pek sayın(!) Belediye Başkanının yüreğini hiç mi sızlatmıyor
acaba? Bilemeyiz(!) O halde paraların nasıl kazanıldığı
belediye başkanını ilgilendirmiyordur. Ne
yapalım, insan hatırlatmadan da geçemiyor.
İçinde bulunduğumuz zaman diliminden üç yüzyıl önce yaşamış ve Kral
15. Lui'nin "Bu adamı kimse susturamayacak mı?" dediği
Fransız filozoflarından Voltaire şöyle sesleniyordu Fransız
halkına: "Gerçek insan, dünyanın herhangi bir coğrafyasında,
herhangi bir insanın suratına indirilmiş tokadın acısını,
dünyanın diğer bir coğrafyasında, yüreğinde hissedebilen
insandır." Yine Voltaire'den bir yüzyıl sonra yaşamış
dünyanın en büyük filozofu Karl Marks şöyle diyordu: "Hayvan
olmak istiyorsan olabilirsin elbette. Bunun için insanlığın
acılarına sırt çevirmen ve yalnız kendi postuna özen göstermen
gerekir."
Sizce, Marmaris Belediye Başkanı İsmet Karadiç, Voltaire'in belirttiği
sıfatlara erişememiş biri mi; yoksa Marks'ın tanımladığı
sıfata sahip olmaktan memnun mu? [r.k.]
DEMEK Kİ NEYMİŞ!
...Düzenin üç önemli odağı büyük sermaye, askerler (ve cumhurbaşkanı
ile yargının öne çıktığı bürokrasi) ve hükümet arasından
ilki, yerel güç ve stratejik önem konularına en duyarsız tarafı
oluşturmaktadır. Türkiye burjuvazisinin uluslararası sermaye ile
bağları ve ülkemiz kapitalizminin dışa muhtaçlığı burada
belirleyicidir. AKP hükümetinin egemen sınıfın bu niteliğine
bağlı olarak emperyalizme acentalık ruhuyla iktidara geldiği biliniyor.
Asker ve sivil bürokrasi bu tabloyu düzeltmek için inisiyatif geliştiren
ve inisiyatifi diğer kesimlere yayan özneyi ifade etmektedir...
SİP MK, 8 Mart 2003 değerlendirmesi