Haziran ayındaki son İLO toplantısının
hemen öncesinde hükümet tarafından sendikalar kanununa ilişkin bir yasa
değişikliği önerisi getirildi. Öneriler, İLO toplantısından önce getirildiği
için, doğrusu çok kişi tarafından Avrupa ile ilişkiler çerçevesinde bir makyaj
değişikliği olarak görüldü ve çok da önemsenmedi. Aslında, Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanı Yaşar Okuyan tarafından konfederasyonlara görüş almak amacıyla
gönderilen değişikliklerin bütününe bakıldığında, öyle bir kalemde silinip
atılması gereken ve basit bir elma şekeri gibi geçiştirilecek bir taslak olarak
görünmediğini söylemek isteriz.
Ülkemizdeki sınıf mücadelesinin şu andaki görünümüne bakıldığında ve
hükümetin emekçiler aleyhine dört koldan giriştiği saldırılar gözönüne
alındığında, doğrudan ve yalnızca ulusal ve uluslar arası sermayenin çıkarları
adına faaliyet yürüten bir düzenden işçi sınıfının yararına olabilecek herhangi
bir değişiklik beklentisinin olmaması çok normaldir. Anormal olan nokta,
değişiklik önerileri ne adına yapılırsa yapılsın, bundan tüm emekçilerin
yararlanabileceği bir sonuç çıkartmaya çalışmamak ve nedense kaçamak dövüşmeyi
tercih etmektir.
12 Eylül darbesinin ardından sendikal harekette yaşananları kısaca bir
anımsatmakta fayda var. Darbenin hemen ardından, cuntanın ilk yaptığı tüm
sendikal faaliyetleri askıya almak olmuştu. Faaliyetlerini sürdürmesine izin
verilen, daha doğrusu hiçbir faaliyette bulunmadan açık kalmasına müsaade edilen
bir tek Türk-iş konfederasyonu ve ona bağlı sendikalar ile birkaç bağımsız
sendika olmuştu. DİSK�in tüm faaliyetleri derhal durdurulduğu gibi, yöneticileri
hapse atılmış, özellikle militan bir tarzda sınıf ve kitle sendikacılığını
savunan işçi önderleri ağır işkencelerden geçirilmişti. Ardından hazırlanan 1982
Anayasası ile de, Türkiye işçi sınıfının adım adım çok ağır bedeller ödeyerek
elde ettiği bütün kazanımları topluca yok edildi.
Yeni anayasa ile, zaten 80 öncesinde kimisi var olan ve demokratik sendikal
hakların kullanımı önünde engel teşkil eden kısıtlamaların yanısıra,
işkollarının sayısı arttırıldı, bir işyerinde yetkili olabilmek için gereken
yüzde elli artı bir�lik baraja ek olarak, sendikanın toplu iş sözleşmesi
yapabilmesi için ülke çapında o işkolunda kayıtlı sigortalı işçilerin en az
yüzde onunu üye yapması şart olarak getirildi. İşçi memur ayrımına ek olarak,
işkollarının sayısı arttırılarak değişik sektörlerdeki işçilerin aynı çatı
altında mücadele yürütmesinin önüne geçildi. İşçinin sendikaya üye olması veya
sendikadan istifa etmesi için -özellikle toplu üyelik veya istifalarda büyük bir
mali külfete yol açan- noterden beyan verme zorunluluğu getirildi. Kısacası,
bağımsız bir sendikacılık yapmaya yeltenenlerin önüne akla gelebilecek bütün
engeller dikilmiş oldu.
DİSK�in kapalı olduğu seksenli yıllar boyunca, o zamanki Türk-iş yönetimi,
her yurtdışı gezisinde timsah gözyaşları dökerek yasaklara kendilerinin de karşı
olduğunu, sınırsız sendikal hak verilmesinin kendilerinin de talebi olduğunu
belirtiyorlardı. DİSK açıldıktan sonra, sendikal yasakların kaldırılması talebi
mevcut tüm konfederasyonların ortak talebi olarak dillendirilmeye başlandı.
İşte, yasalaşacağı şüpheli bu yeni taslak, yıllardır herkesin konuşmaya
başlarken kullandığı bu söylemin ne kadar samimiyetle dillendirilip
dillendirilmediğini de gösterecekti. Bu anlamda, taslağın bir turnusol kağıdı
işlevi gördüğü söylenebilir.
Türk-iş konfederasyonunu oluşturan sendikaların daha statükocu olduğu
bilinir. Ancak, bu statükocu yapının içinde kendilerine �sol muhalefet� adını
veren sendikaların varlığı da herkesin malumudur. Yani, Türk-iş yönetiminden
olmasa da, bu muhalif sendikal gruptan taslağın lehine bir görüş çıkması
umulurdu. DİSK açısından durum daha da net olmalıydı. Çünkü zaten demokratik
hakların yokluğundan en fazla dert çeken konfederasyon DİSK olmuştu. Ama,
sürpriz bir şekilde Hak-iş dahil tüm örgütler durumu idare eden açıklamaların
ötesinde hiçbir etkinlik yapmadılar. Bildiğimiz kadarıyla da, tümünün yıllardır
yaptığı idare-i maslahatçılığın ötesine zaten geçmemişti.
Şimdi, konfederasyonların bu konuda neler söylediğine geçmeden önce yeni
taslağın neler getirdiğini ve mevcut sendikalar kanununa göre sendikal
yetkilerin nasıl verildiğini kısaca aktaralım:
Türkiye�de belirlenen 28 işkolu mevcut. Yasada tek tek tanımı yapılan bu
işkollarına göre de, bir işçinin çalıştığı sektörün hangi sendikanın yetki
alanına girdiği belirleniyor. Ardından, o işyerinde örgütlenme çalışmasına giren
ve o işkolunda kurulu herhangi bir sendikanın toplu iş sözleşmesi yapmaya
yetkili olup olmadığı çalışma bakanlığı istatistiklerine bakılarak tespit
ediliyor. Bakanlık, ilgili işkolunda kaç sigortalı işçi çalıştığını bildiriyor
ve bir sendikanın yüzde onluk barajı aşması için, o işkolunda çalışan en az kaç
işçiyi örgütlemesi gerektiğini ilan ediyor. Tüm bu gerekleri yerine getiren
sendikanın yasal olarak TİS yapması da mümkün hale geliyor. Yani, gerek o
işkolunda çalışan işçi sayısı gerek sendika üyelerinin sayısı bakanlık
istatistiklerine bağlı olarak belirleniyor.
Bu kısa bilgiyi akılda tutarak sendikaların görüşlerini aktarmaya
geçebiliriz.
Üye sendikaların görüşlerini toplayan konfederasyonlardan ilk açıklamayı
yapan DİSK oldu ve taslağı olumlu ancak yetersiz bulduğunu belirtti. Türk-iş
henüz tüm üyelerinden görüş alamamış olacak ki, bugüne dek olumlu veya olumsuz
bir beyanda bulunmadılar. Konfederasyon düzeyinde değilse de, Türk-iş�e bağlı
sendikaların kimileri açıklamalarda bulundular. Onlar da, yasa taslağına karşı
net bir tavır takınmaktan kaçındılar. Hak-iş genel başkanı Salim Uslu ise, yüzde
10 işkolu barajının kalkmasının yerinde olduğunu, ancak sıfıra çekilmesinin sarı
sendikacılığa yol açabileceğini söyledi.
O zaman beklentilere uygun bir sonuç çıkmış diyebiliriz. Ancak, durum hiç de
öyle değil. Örneğin, DİSK�in baraja karşı yaptığı açıklamayı sert tartışmalardan
sonra kabul ettiği, kimi sendikalardan barajın bu haliyle uygun olduğu yönünde
tepkiler aldığı duyuluyor. Daha olumlu yaklaşım gösteren kimi yöneticilerin ise
barajın kendisine değil de, oranına muhalefet ettiği söyleniyor.
Önce bir konuyu çok net olarak ifade etmek gerekiyor. Bugün, Türkiye
sendikaları arasında barajın şu ya da bu oranına onay verenlerin tümü de
bakanlıkla ahlaksız bir işbirliği içindedir. Alınan yetkiler, daha doğrusu ihsan
edilen yetkiler bakanlığın insiyatifiyle gerçekleşmektedir. Bakanlık, eğer
isterse, çalışan sayısında yapacağı oynamalarla pek çok sendikanın yetkisini
düşürebilir. Ortalıkta oyunun böyle oynandığına dair bir sürü dedikodu
dolaşırken, bakanlık yetkilileriyle durumun böyle devam etmesine dair zımni,
yarı-bilinçli anlaşmaların yapıldığı ima edilirken, sorumlu sendikacı pozlarında
barajın kalkmaması gerektiğini anlatan, barajın �makul� bir seviyeye
düşürülmesini savunan bir sendikacı, en kibar deyimle ayıp etmektedir. Hele de
bu �makul� terimini kullanan örgüt, kendisini �demokratik sınıf ve kitle
sendikacılığı yapar� diye tarif eden bir sendika ise, daha da fazla ayıp etmiş
olur.
Yaşar Okuyan�ın, İLO konferansı sırasında, otel lobisinde �madem bizi şikayet
ettiniz, biz de temmuz istatistiklerinde yetkinizi düşürelim de görün� diye
bağırarak tehditler savurduğu gazetelere bile geçti. O zaman siz ne hakla �baraj
yüzde on olmasın ama, hiç olmazsa yüzde üç veya beş olsun� diye yorumlar
yapabiliyorsunuz? Neymiş, baraj tümüyle kalkarsa, sarı sendikacılık hortlarmış;
her işveren kendine bağlı bir sendika kurarmış; kafası bozulan şube ayrılıp
bağımsız kalmayı seçermiş, gibi hepsi birbirinden tutarsız bahaneler.
Sendikaların çoğalmasından korkmak bize mi kaldı. Bırakın da bundan �ortalık
sorumsuz sendikacılarla dolar� diyen patronlar korksun.
Bir tek baraj sorununa bu kadar takılmaktansa, örneğin noter şartını gündeme
getirin, örneğin işçinin kendi sendikasını bağımsız iradesiyle seçebilmesi için
referandum hakkını gündeminize alın, örneğin işkolu diye, işçi diye, memur diye
işçi sınıfının bütünsel mücadelesini sekteye uğratan yapay ayrımlara karşı
sesinizi yükseltin, örneğin devletin sendikaların idari düzenlemesine
katılmasına son verilmesi çağrısında bulunun. Yani, işçi sınıfının talepleri
doğrultusunda sömürüye son verilmesi mücadelesine katılın. Yani, kalın
zırhlarınızdan çıkarak işinize koyulun artık.
Açıkça biz yerimizden emin değiliz diyemediğiniz için bu tür gerekçeler
arkasına sığınmayı çare olarak bulduğunuzu da kendinize itiraf etmeniz iyi olur.
Sarı sendikacılığın hortlamasını istemiyorsan sınıf sendikacılığı yaparsın;
işverene bağlı sendika istemiyorsan işçiler arasında örgütlenmeye girişirsin;
şubelerin ayrılmasından korkuyorsan, ayrılmalarına cesaret vermeyecek bir
siyasal hava yaratırsın. Ama tüm bunları yapmak için de, öncelikle kendi kafanı
devletten ve sermayeden bağımsız hale getirmeli, ardından inatla mücadele
vermeyi seçmelisin.
Yoksa, sendikal mücadelenin gereklerini yerine getirmeden, devlet destekli,
bakanlık koridorlarında arayış içerisinde, sınıftan uzak bir halde gününü �aman
statüko değişmesin� diye dualar ederek geçirmekte bir sakınca görmezsin
elbette.