Türkiye işçi sınıfının öncü partisi Türkiye Komünist Partisi 90 yıl
önce 10 Eylül 1920'de kuruldu. Partinin ilk başkanı Mustafa Suphi ve yoldaşları, en öz hâliyle, işçi köylü cumhuriyeti oluşturmak, padişahlığın yerine sosyal bir
cumhuriyet kurmak istiyorlardı. Emperyalizme son vermek, toprak beyliğine son vermek, işbirlikçi kapitalistlerin egemenliğini yıkmak, din ağalarının baskısına son vermek, Osmanlı'da
ezilmekte olan halkların yaşadığı baskılara son vermek, bu halkların eşitlik ve özgürlüklerini sağlamak amacındaydılar.
Halkların kurtuluşu için, Sovyetler Birliği örneğinde olduğu
gibi, federasyon usulünü öneriyorlardı. Temel amaçları ise sömürüsüz, savaşsız, insanca, eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik bir sosyalist cumhuriyet kurulmasıydı. Mustafa Suphi ve
yoldaşları amaçlarını açıkça ilan etmişler, herkese duyurmuşlar ve Kurtuluş savaşına katılmak üzere Ankara'ya yola çıkmışlardı.
O dönemde emperyalist işgale karşı direnme kararı alan milli
burjuvazi kapitalist bir cumhuriyet kurmak istiyordu. Emperyalizme
karşıydı ama kendi egemenliğini her ne pahasına olursa olsun
sürdürmek kaygısıyla, olası bir işçi köylü iktidarını,
sosyal bir cumhuriyeti engelleme hedefi daha ağır basıyordu.
Emperyalist işgal koşullarında bile bu doğrultudan vazgeçmemişti.
10 Eylül'den 4 ay 17 gün, yani hepsi hepsi 137 gün sonra, 28 29
Ocak 1921'de, burjuvazi 15'leri Mustafa Suphi ve Ethem Nejat
başta olmak üzere katletti. Emperyalist işgal koşullarında
bile burjuvazinin Türkiye Komünist Partisi'ne tahammülü sadece
137 gün sürdü.
Sonuçta, azgın sömürüye dayanan tek partili bir diktatörlük kurdu milli
burjuvazi. Bu diktatörlük, patronları hızla semirtmek,
burjuvaziyi güçlendirmek ve geliştirmek için, birincisi, Türkiye
Komünist Partisi'ni yasakladı; ikincisi, sendikaları yasakladı,
sınıf esasına göre dernek kurulmasına son verdi. Daha önce bu
doğrultuda kurulmuş olan bütün sendika ve dernekleri, bütün
bağımsız örgütleri ortadan kaldırdı. İşçi sınıfının
ezilmesini yoğunlaştırmak, kapitalistlerin sermaye birikimini
hızlandırmak için esas olarak da, 1950'ye kadar sürecek
şekilde, işçileri sigortasız, emeklilik hakkından yoksun bir
şekilde çalıştırdı. Aynı zamanda, başta Kürtler olmak üzere
Türk olmayan halkları ezdi, daha önce Ermeni halkına reva gördüğü
ağır zulüm geleneğini bütün diğer halkları asimilasyona
uğratarak sürdürdü. Onların varlığını tanımadı, hepsini
Türk ilan etti, hepsini Türkleştirmeye çalıştı.
Bu
dönemde milli burjuvazinin yaptığı olumlu şeyler de vardı ve
Türkiye Komünist Partisi bunları destekledi. Neydi bunlar?
Emperyalist işgale karşı savaşarak bağımsızlığın
savunulması; padişahlığa son verilmesi, cumhuriyetin kurulması;
tutarlı olmasa da, eksiği gediği olsa da, laiklik ilkesinin
benimsenmesi (Diyanet İşleri Reisliği'nin ve geçici bir
süreliğine de olsa imam hatip okullarının kurulmasını içerse
de, laiklik ilkesi benimsendi, medreseler ortadan kaldırıldı,
modern eğitime geçildi, bilim ve akılcılık kabul edildi); kadın
haklarının ilan edilmesi ve kadınların da okuması ilkesinin
kabul edilmesi.
Sözü
edilen olumlu işleri dönemin kimi Kemalist sloganlarıyla
özetleyebiliriz. Birincisi, Mustafa Kemal'in bağımsızlığa
ilişkin olarak ortaya attığı, "Özgürlük ve bağımsızlık
benim karakterimdir" sloganı. İkincisi, laiklik ilkesinin
benimsenmesini ve buna bağlı olarak, zorunlu din dersinin
kaldırılmasını, dinin eğitimin dışına çıkarılmasını
simgeleyen, "Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler,
meczuplar memleketi olamaz" sloganı. Türkiye Komünist Partisi bu
sloganlarla dile getirilen adımları destekledi. Zaten bu adımların
atılmasının asıl itici gücü de, işçi sınıfı içinde,
gençler ve aydınlar arasında, köylüler ve kadınlar arasında
çalışmalarına devam eden Türkiye Komünist Partisi'ydi.
Ne
var ki, burjuvazi, burjuvazi olarak karakterinin gereğini yerine
getirecekti. Sermayesi yetersiz olan zayıf Türk burjuvazisi adım
adım emperyalist merkezlere açıldı. Türkiye Komünist Partisi,
ikinci programının hazırlıklarını yaparken, daha 1926'da,
burjuvazinin bağımsızlıktan vazgeçmekte olduğunu, adım adım
emperyalizmle bütünleşme doğrultusuna girdiğini ve bunu önlemek
için mücadele etmek gerektiğini belirtiyordu. Kemalist burjuvazi,
tek parti diktatörlüğü döneminde İngiltere, İtalya, Fransa ve
Almanya'ya açıldı. Bağımsızlık ortadan kalkmaya başladı.
İkinci Dünya Savaşı'na geldiğimizde, Türkiye Alman faşizmiyle
işbirliği yapmakta en önde gelen ülkelerden biriydi. Buna
karşılık, dünya çapında antifaşist savaşla, özellikle de
Sovyetler Birliği'nin, Kızıl Ordu'nun gayretleriyle, faşizm
cephesi yenildi.
Faşizmin
yenilgiye uğraması üzerine, koşulların değiştiğini gören
burjuvazi tek partili sistemden artık yeni koşullarda bu sistemi
sürdüremeyeceğini anladığı için vazgeçti. Milli Şef İsmet İnönü, Temmuz 1945'te kısa sürede çok
partili sisteme geçileceğini, siyasal
parti ve dernek kurma yasağının
kaldırılacağını bildirdi. Yasadışı ilan edilmiş olsa da, tek
parti diktatörlüğüne karşı temel muhalefet partisi olarak
mücadeleyi sürdürmüş olan ve tek parti
rejimine son verilmesi çağrısı yapan Türkiye Komünist Partisi,
bunun üzerine, legale çıkacağını, yasal örgütlenme yoluyla
geniş halk kitlelerine ulaşmaya çalışacağını açıkladı Özgürlük ve bağımsızlık, köklü toprak reformu, ırk
ve millet ayrımı gözetmeksizin bütün vatandaşlara eşitlik,
barışseverlik ve dostluk ilkelerine dayanan yeni bir düzen
kurulması için "ileri demokratlar cephesi" kurulmasını
istedi.
İşte
tam da bu noktada, burjuvazi, Kemalist burjuvazi, demokrasiye
geçileceğini ilan eden burjuvazi, CHP yönetimi devreye girdi.
Komünistlere ve onlarla işbirliği yapabilecek her çevreye gözdağı
verecek bir "mıntıka temizliği" başlattı. Tan Matbaası
baskınını organize etti. Tan Matbaası komünist yanlısı
yayınları basan bir matbaaydı. Tan Matbaası'nın sahip ve
yöneticileri olan Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel adlarını
biliyorsunuzdur. Demokrasiye geçeceğini ilan etmiş olan Kemalist
rejim, faşist çapulcu sürüsünü kullanarak onlara karşı 4
Aralık 1945'de saldırıya geçti. Matbaa paramparça edildi. Tan
gazetesi kapatıldı. Üstelik baskının ardından saldırgan
çapulcu sürüsü değil, Sertel'ler tutuklandı ve yargılandı.
Burjuvazinin
sınıf hâkimiyetinin pürüzsüz devamı için ortalığı
yeterince arındırdığına kanaat getiren tek parti rejimi,
Cemiyetler Kanunu'nun "Sınıf esasına göre cemiyet kurmak
yasaktır" diyen maddesini kaldırarak parti, sendika ve dernek
kurma yasağına son verdi. Böylece çok partili sisteme geçildi ve
1946 1950 yılları arasında çeşitli partiler kuruldu.
Kurulan
partilerden biri, Demokrat Parti DP'ydi. Demokrat Parti'nin
önderi, Cumhuriyet Halk Partisi'nin içinden çıkmış, eski bakan,
eski başbakan ve Türkiye İş Bankası'nın kurucusu Celal
Bayar'dı. Başka partiler de kuruldu. Her şeye rağmen bir türlü
pes etmeyen komünistler, demokrasiye geçildiği ilan edilince,
yasal siyasi haklarını kullanmak istediler. Türkiye Komünist
Partisi, Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi TSEKP'i kurdu.
Daha önce komünist saflarda yer almış olan ama parti içindeki
bölünmeler sonucu farklı saflarda bulunan bir kısım kadrolar da
Türkiye Sosyalist Partisi TSP'yi oluşturdu. Bu arada birçok işçi
sendikası kuruldu ve hızla örgütlenmeye başladı. Bağımsız
gazete ve dergiler çoğaldı. Bunun
üzerine CHP yönetimi, sıkıyönetim komutanlığı aracılığıyla,
Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi TSEKP, Türkiye
Sosyalist Partisi TSP ile ilerici sendika ve dernekleri, gazete ve
dergileri 16 Aralık 1946'da kapattı. Böylece meydan Demokrat
Parti'ye kaldı.
1950 1960
yılları arasında Demokrat Parti tek başına iktidar oldu. Daha
önce CHP içinde bulunan büyük kapitalistler ve toprak beyleri, en
sağcı ve gerici çevreler ağırlıklı olarak DP'ye kaydı. Bu
dönemde burjuvazinin Amerikan emperyalizmiyle işbirliği
yoğunlaştı. Türkiye Amerika'ya teslim oldu, 1952'de NATO'ya
üye oldu. NATO'ya üye olmak üzere Amerika'ya bir rüşvet
verilmesi gerekiyordu. 4500 askerin, Mehmetçiğin, Kore halkının
kurtuluş savaşına karşı savaştırılmak üzere Kore'ye
gönderilmesiyle bu rüşvet verildi. NATO'ya üyelik yolu böyle
açıldı. Cumhuriyet'in ilanından sonra laiklik doğrultusunda
atılmış olan adımlar bir bir geri alınmaya başlandı.
Tarikatların yolu açıldı. Din dersi eğitim sistemine girdi.
Diyanet İşleri Başkanlığı güçlendirilmeye başlandı.
Amerikan emperyalizmine, NATO'ya, gericiliğe karşı çıkan TKP
ağır tutuklamalarla karşılaştı.
27
Mayıs 1960'da ordu içinde bir grup, DP iktidarına karşı halk ve
öğrenci muhalefetinin yükselmesinden yararlanarak küçük ve orta
burjuvazinin, DP yönetimiyle arası bozulan bir kısım büyük
sermaye kesimlerinin çıkarları doğrultusunda Demokrat Parti
iktidarını devirdi. 27 Mayıs 1960'ın çelişik bir karakteri
oldu. Kabul edilen anayasa, bir yandan, halkın mücadelesinin bir
sonucu olarak demokratik özellikler taşır ve bir özgürlükler
rejimine yer verirken; öte yandan, devlet yapısı açısından
askerî darbeleri meşrulaştıran, Türkiye'yi açık açık
militarist bir devlet haline sokan bir militarizasyon sürecinin
yolunu açan düzenlemeleri barındırıyordu.
Bu
süreçte solun mücadelesi yükseldi. İşçi hareketleri, gençlik
hareketleri güçlendi. Siyasal alanda, Türkiye Komünist
Partisi'nin desteklediği Türkiye İşçi Partisi TİP vardı. Bu
süreç, 12 Mart 1971 askerî muhtırasıyla engellendi. Sıkıyönetim
ilan edildi. Balyoz Harekâtı'yla, o dönemde Türkiye'de ne
kadar komünist, sosyalist, devrimci, ilerici insan varsa hapse
tıkıldı ve idamlar yapıldı. Özgürlükler rejimine son verildi,
faşizm egemen oldu.
12
Mart 1971 uzun vadeli olamadı. 12 Mart döneminin ardından,
1974 1980 yılları arasında, Türkiye halkının, işçi
sınıfının, emekçilerin, yoksul köylülerin, Kürtlerin,
Alevilerin, ezilenlerin her şekilde sahneye çıktığı görkemli
bir dönem yaşandı. O dönemin bütün anıları canlı olarak
yaşıyor. Türkiye Komünist Partisi açısından da, bu dönem,
Türkiye halkı için olduğu gibi, bir atılım dönemiydi. Atılım
döneminde 1 Mayıs'lar kitleselleşti, muhalif siyasal kültürün
parçası oldu. 8 Mart'lar benimsendi. Kitlesel olarak, açık bir
şekilde meydanlarda, alanlarda kutlanmaya başlandı. 21 Mart,
Newroz'lar da açık bir şekilde alanlarda kutlanmaya başlandı.
Bir sosyal devrim ihtimali çok güçlüydü. Burjuvazi Amerika'nın,
Avrupa'nın iş birliğiyle ve Amerika'nın doğrudan
organizasyonuyla 12 Eylül 1980'de, o dönemin CİA Başkanı
Stansfield Turner'in dediği türde insanları "Bir ülkenin
yöneticileri iyi ya da kötü insanlar olabilir. Bu önemli
değildir. Önemli olan bizimle birlikte olmalarıdır." başa
getirdi. Askerî faşizm ilan edildi.
Askerî
faşizm yerleştirildiğinde, 1982 anayasasına zorunlu din dersi
konuldu. Türkiye geriye gitmeye başladı. Özal'ın 24 Ocak 1980
kararları eşliğinde, darbeden sonra yine onun yönetiminde
ekonomi politik olarak neo liberalizm dayatıldı.
Özelleştirmelerin alt yapısı oluşturuldu. Özelleştirmenin,
taşeronlaştırmanın, sendikasızlaştırmanın yolu açılmış
oldu. Ayrıca dine, tarikatlara, gericiliğin her köşeyi sarmasına
izin verildi. 1984 yılına geldiğimizde Türkiye'nin bugünü ve
geleceği açısından çok önemli bir gelişme oldu. Kürt savaşı
başladı. Egemenlerin tam yol şovenizmi ile Kürt halkının ulusal
hakları için başlattığı direniş hâlâ karşı karşıya,
bütün toplumu sararak devam ediyor.
Burada
bir parantez açalım. 28 Şubat 1997'de ordu müdahalesi oldu.
Erbakan Tansu Çiller hükümeti baştaydı o sırada. Onlar
indirildi ve 8 yıllık eğitim ilkesi kabul edildi. Ülkenin her
tarafını sarmış olan imam hatiplerin etkisini azaltmak üzere,
kısmi bir adım olarak, bu okulların orta bölümleri kapatıldı.
Ama 28 Şubatçılar, bunu yaparken dinsel gericiliğe karşı
ilkesel bir tutum alamadılar, gerekli cesareti gösteremediler.
Meslek okullarının da orta bölümlerini kapattılar. 28 Şubat
burjuvazinin saflarından gericiliğe karşı son zayıf hamle olarak
paranteze alındı.
Şimdi,
başlangıçtan beri ele aldığımız dönemleri, yöneticiler
açısından, bu dönemde başa gelen kişilerin özellikleri
açısından değerlendirelim. Burjuva iktidarlarının niteliğine
ve kadrolarına baktığımızda, ne ilginçtir ki, burjuvazinin
sermaye birikimini hızlandırmak, sömürüyü pekiştirmek için
her zaman en geri ve gerici güçlere; antidemokratik, sağcı,
gerici, muhafazakâr, despotik, faşist güçlere dayanmış olduğunu
görüyoruz.
Türkiye'de
1960'a kadar başa gelen liderlerin nerdeyse hepsi 1921'de, 28 29
Ocak 1921'de Mustafa Suphi'lerin katledildiği dönemin yönetici
kadrolarıydı. Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Celal Bayar, Recep
Peker, Şükrü Saracoğlu gibi. Adnan Menderes, 1951 TKP
tutuklamalarını ve 6 7 Eylül 1955 pogromunu düzenleyen
liderdi. 1965'den itibaren başa gelen liderlerden hepimizin kolayca
hatırlayacağı üçü, Süleyman Demirel, Turgut Özal ve Necmettin
Erbakan'dı. Bu kişilerin hepsi ise, ne tesadüftür ki, 4 Aralık
1945'de Tan Matbaası baskınına katılan kişilerdir. Liderlik
yaptıkları dönemlerin Milliyetçi Cephe cinayetlerine,
sıkıyönetimlere, olağanüstü hâl yönetimlerine, Maraş ve
Çorum katliamlarına, Kürt savaşında köy boşaltmalarına, "bin
operasyon"a denk düştüğünü hatırlatıyorum sadece. Cevdet
Sunay, 12 Mart darbesinin, sıkıyönetimin, Balyoz Harekâtının
kilit ismiydi. Bülent Ecevit'in sicilinde birçok başka şey
yanında, meşhur F tipi hapishaneleri dayatmak için düzenlenen
"Hayata Dönüş" katliamı sırasında iktidarın başında
olmak var. Milliyetçi Cephe hükümetlerinin başbakan yardımcısı
Alpaslan Türkeş'i tarife hiç gerek yok. Onun yardımcısı
Muhsin Yazıcıoğlu için mahkeme kayıtlarına bakmak yeterli. 12
Eylül faşizminin diktatörü Kenan Evren'in adını anıp
geçiyorum. Mesut Yılmaz, 1972'de, Mahir Çayan'ların
öldürülmesinden, Deniz Gezmiş'lerin asılmasından sonra
Mülkiye'de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi'nde, bütün öğrencilerin, ilerici öğrencilerin
girişimi ile Mayıs Haziran döneminde final sınavlarını
boykot ettiği sırada, sınava jandarma nezaretinde katılan tek
kişidir. Ne tesadüf, o tek kişi yıllar sonra başbakan olmuştur.
Tansu Çiller, 12 Eylül döneminde Boğaziçi Üniversitesi İktisadi
ve İdari Bilimler Fakültesi Ekonomi Bölümü'nde öğretim
üyesiyken sıkıyönetim komutanlığına bir meslektaşı aleyhine
ihbar mektubu yazdığı söylentisiyle başlayan bir kariyerin
sonunda başbakan oldu. Doğan Güreş ve Mehmet Ağar'la yakın
işbirliği içinde yürüttüğü görevi sırasında "bin
operasyon" ve Sivas Madımak katliamı meydana geldi.
16
Şubat 1969'da, Kanlı Pazar olarak bilinen olayda Taksimde iki
devrimci öldürülmüş, birçok kişi yaralanmıştı. O sıralarda
İstanbul'a Amerikan 6. Filosu gelmişti. Devrimciler 6. Filo'yu
protesto etmek için Beyazıt'tan yürüyüşle başlayıp
Taksim'de mitingle sona erecek yasal bir gösteri düzenlemişlerdi.
Sonuçta Taksim'de bir güruh, 6. Filo'yu protesto edenlere
"Kahrolsun komünistler", "Komünistler Moskova'ya"
sloganları atarak, saldırdı. Turhan Selçuk'un çok güzel bir
karikatürü vardı. 6. Filo'nun önünde secdeye varmış kişiler
olarak betimlemişti bu saldırganları. Eski ülkücü ve bakan
Yaşar Okuyan'ın da Olaylı
Yıllar adlı kitabında tanıklık ettiği
gibi, bu saldırıyı gerçekleştirenler Milli Türk Talebe Birliği
MTTB içerisinde örgütlenmiş aşırı sağcı,
mukaddesatçı milliyetçi gençlerdi.
MTTB içinde yetişen kadrolar sonradan çok önemli mevkilere geldi.
Bugünün birçok ünlü ismi politik stajlarını MTBB'de
yaptılar.
Cumhuriyetin başından bu yana bizi esas olarak işte bu kadrolar yönetti.
Kapitalist sistemimiz bu kimseleri seçip başa getirdi. Yakın
tarihimizi boydan boya kateden sistemli bir çizgi var. Bu çizgiye
rengini veren özellik, işçi köylü iktidarını, sosyal bir
cumhuriyeti engellemek gayretiydi. Hedef, sermaye birikimini mümkün
olduğu kadar hızlandırmak, kapitalizmin en çabuk şekilde
güçlenmesini sağlamaktı. İşte bu nedenle, koca ülke, Aziz
Çelik'in çok güzel tanımlamasıyla, sonuçta bir ölü işçiler
cumhuriyetine dönüştü. İş kazalarında Türkiye dünyanın en
önde gelen ülkelerinden biri. Tersanelerde ölenler, madenlerde
ölenler, kot kumlama işinde ölenler
Ölüm oruçlarına katılan
insan sayısı bakımından, Türkiye bir numaradır. Hiç bir yerde
faşist işkence ve hapishane sistemine karşı bu çapta bir direniş
olmamıştır. Ülke F tipi hapishaneler rejimine mahkûm edildi.
Fizik ve ruh sağlığı yok edilmiş, kötürümleştirilmiş,
sakatlanmış, işkencede yok edilmiş insanlar. Kaybedilmiş,
yargısız infaz edilmiş devrimciler. Kadın cinayetleri, dayaklar.
Ezilen halklar, asimilasyon, dil yasakları. Şimdi ise, bütün
iktidar AKP Fettullah ortaklığıyla din baronlarına teslim
ediliyor. Hanefi Avcı'yı hiç idealize etmiyoruz ama onun kitabı,
devlet organizasyonu içinde Fettullahçı yapının nasıl
kanunsuzluklara battığını gösteriyor.
Milli burjuvazinin iktidarı ele geçirmesiyle başlayan Kemalist
Cumhuriyet; süreç içinde, kendisine meşruiyet temeli sağlamak
için öne sürdüğü bütün iddialardan böylece adım adım
vazgeçmiş oldu. 1926'da TKP'nin tespit ettiği gibi,
bağımsızlıktan zaten vazgeçmişti. İkinci Dünya Savaşı
sırasında faşizme teslim olmuştu. İkinci Dünya Savaşı'ndan
sonra ise Amerika'ya, NATO'ya teslim oldu. Bu teslimiyet hâlâ
en ufak gevşeme olmadan devam ediyor. Kısa süren bağımsızlık
yerini yeniden sömürgeleşmeye bıraktı. Bağımsızlık elden
gitti. Demokrasi hiçbir zaman olmadı. Kadın hakları konusunda
belli kazanımlar sağlandı, ama şimdi din baronları bu kadar
güçlü hâle getirilince kadın hakları da kalmıyor. Laiklik
ilkesi açısından bakarsak; zorunlu din dersiyle, dinci kurslarla
küçücük çocukların beyni yıkanıyorsa, tarikatlar her yerde
egemen hâle getirilmişse, burada artık laiklikten söz edilebilir
mi? Burjuvazi laikliği bir yana attığı için artık bilim ve
akılcılık iddiasından da vazgeçmiş oluyor. Çağdaş uygarlık
ve barış açısından durum ortada. İçerde 26 yıldır süren bir
savaş var. Dışarıda Amerika'ya sömürgeci savaşlarında her
yönden yardımcı oluyoruz. Afganistan'da askerlerimiz var.
İşbirlikçi kapitalist yönetim ABD'nin emrinde Irak'ın
işgaline katılacaktı. Devrimcilerin direnmesi, barışseverlerin
direnmesi sonucu 1 Mart tezkeresi reddedilince Irak Savaşı'na tam
boy giremedi. Ama 9 Eylül 2010 günü Amerikan Genel Kurmay Başkanı
Mullen Ankara'ya geldi. Onun önerisi, İran'a karşı olası
yeni savaş için Türkiye'de yeni üsler kurmak, Türkiye'de
füze sistemi oluşturmak. Egemen burjuvazi bugün bu noktada.
İşte bu koşullarda AKP 12 Eylül'de referanduma gitti. Bu özetten gördüğümüz kadarıyla AKP'nin yaptıkları nedir? AKP
demokrasi getiriyor mu? Hayır! 1 Mayıs'larda biber gazı yiyen insanlar Türkiye'de nasıl bir demokrasi olduğunu biliyor. Tekel
işçileri Türkiye'de nasıl bir demokrasi olduğunu gaz yiyerek, cop yiyerek somut olarak yaşıyor. Kürt halkı da öyle. Diyanet İşleri güçlendiriliyor. Alevilere karşı her türlü kara propagandayı yapıyor iktidar. "Önemli olan soydur, soy" diyerek insanların soyunu karalıyor, insanların soydan kötü olabileceğini söylüyor. Hrant Dink davasında, en demokrat kabine üyesi olarak sunulan Ahmet Davutoğlu'nun imzasıyla, Adalet Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı'nın ortaklaşa hazırlayarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne verdiği savunmada, Hrant Dink'in nefret suçu işlediği, Türk halkına hakaret ettiği, bu yüzden de tepki gördüğü yazılıyor. Bu savunma, Türkiye Cumhuriyeti devleti adına, resmen yazıldı. Kısacası, AKP demokrasi getirmiyor. Bağımsızlık getiriyor mu? NATO'dan çıktık mı? Amerika'ya karşı, İsrail'e karşı bağımsız bir tavır görüyor muyuz? Hayır. Dolayısıyla AKP burjuva iktidar geleneğinin en geriye düştüğü hattı savunan bir parti olarak, faşist diktatörlüğü kendi güdümünde sürdürmek için "evet" oyu istedi.
Türkiye, kapitalizmin ve emperyalizmin yönetiminde nereden nereye geldi.
Kapitalist iktidarlar, her türlü ilericilikten, bütün meşruiyet
normlarından kendilerini sıyırdılar. Eskiden devrimciler
"bağımsız, demokratik, sosyalist Türkiye" şiarlarını
atarken; faşistler NATO güdümünde "Milliyetçi Türkiye",
dinci gericiler yine NATO güdümünde "Müslüman Türkiye"
derlerdi. Şu anda Türkiye "NATO'cu Müslüman Milliyetçi
Türkiye" hâline getiriliyor. "Amerikancı Nakşibendî Nurcu
Türkiye" olma yolundayız.
Bu süreç, çok uzun süredir devam eden karşı devrim içinde daha da
geriye giden katmerli bir karşı devrimdir. Kapitalizmi din
temelinde sürdürüp hak ve özgürlüklerimizi çok daha
geriletecek olan bu süreci, engellemeliyiz. Kemalist burjuvazi, onun
kadroları, sermaye biriktirmenin aşkıyla adım adım her türlü
gericiliğe kapıyı açtılar. NATO'ya hevesle katıldılar,
emperyalizmin verdiği akıllarla sosyalizme, demokrasiye, ezilen
halklara karşı dinci ve faşist gericiliği hizmete koştular. İşçi
sınıfını, emekçileri rahatça sömürebilmek için artık dünkü
hizmetkârlarının ideolojisini benimseyecek kadar geri düştüler.
Kapitalizmi sürdürmek için dün emperyalizme teslim olanlar, bugün
bütünüyle dinci ve faşist gericiliğe teslim oluyorlar.
Bankalarını, holdinglerini korumak için en koyu dinciliğin ve
faşizmin irrasyonalizmiyle iç içe geçmeyi uygun buluyorlar.
Klasik Kemalist tezlerle çağdaş uygarlığa erişeceklerini
düşünen taraftarlarını satıyorlar. Kısacası, Türkiye
burjuvazisi 1920 23 döneminde ele geçirdiği iktidarını
sürdürmek için artık ülkenin yönetimini din baronlarına,
cehennem zebanilerine teslim ediyor.
Türkiye Komünist Partisi likidatörlerin, tasfiyecilerin oyunlarıyla çok
büyük darbeler yedi. Gorbaçov revizyonizminin üzerine
Türkiye'deki likidasyon binince, kadrolar arasında büyük bir
kargaşa ortaya çıktı. Bu kargaşayı gidermek için çalışmalar
yapılırken, burjuvazinin güdümünde ortaya çıkan SİP,
fırsatçılık yapıp Türkiye Komünist Partisi'nin adını çalma
cüretinde bulundu. Bütün bunlara rağmen mücadele sürüyor.
Bağımsızlık, demokrasi, halk iktidarı, eşitlik, özgürlük,
laiklik, kardeşlik, kadın erkek eşitliği, halkların
eşitliği, fikir ve vicdan özgürlüğü doğrultusu geçerliliğini
koruyor. Bütün bunları sağlamak için; Türkiye'de yeni bir
devrim, yeni bir sosyal devrim, sosyalist devrime dönüşecek büyük
bir atılımı sağlamak için mücadele devam ediyor. Türkiye
devrimi bir gün mutlaka zafere ulaşacak.
Aramızda 1940'larda bu mücadeleye katılmış insanlar var. 1960'larda
katılanlar var. 1970'lerde katılan çok insan var. Her şeye
rağmen, 1980'lerde mücadeleye katılanlar var. Mücadeleye
1990'larda başlayan epeyce insan var. Ama en büyük grup, 2000'li
yıllarda mücadeleye katılanlar. 2000'lerde katılanlar, yani
gençler, yani geleceği temsil edenler, Türkiye'de devrim
yapacaklar. Mustafa Suphi'lerden devraldıkları bayrağı
bugünlere getirdikleri için yaşlı kuşaklarımıza şükranlarımızı
sunuyoruz. Bu bayrağı daha ileriye taşıyacak gençlere şimdiden
teşekkür ediyoruz. Türkiye'de devrimi gerçekleştirmek, bölgede
devrimi zafere ulaştırmak, bütün dünyayı insanı, canlıları
ve doğasıyla yaşanacak bir hâle getirmek için mücadele eden
herkes var olsun.