Siyasal bunalım derinleşiyor. 28 Şubat'taki Milli Güvenlik Kurulu toplantısından bu yana siyasal inisiyatifi yitiren Refahyol iktidarı Millet Meclisi'ndeki gensoru girişimini kıl payıyla atlattı ama daha sevinmeye fırsat bulamadan ertesi sabah -21 Mayıs günü- Yargıtay Başsavcılığının Refah Partisi'nin kapatılması için açtığı davayla köşeye sıkıştı. Hükümet art arda gelen istifalarla tel tel dökülüyor. Sürekli istiskale uğrayan ve bu istiskalleri gayet pişkinlikle sineye çeken Refahyol liderleri siyasal saygınlıklarını da tümüyle yitirmiş durumdalar.
Erbakan'ın Genelkurmay tarafından hazırlanan "milli askeri strateji konsepti"ni kabul etmesi de, mevcut 12 Eylül anayasasına ve yasalarına bile aykırı düşen "başbakanlık kriz yönetim merkezi yönetmeliği"ni 9 Ocak 1997 tarihinde yürürlüğe koyması da işine yaramadı. Bugün Erbakan, kendisini Türk Silahlı Kuvvetlerine kabul ettirme gayretiyle gıkını çıkarmadan imzaladığı yönetmelik gereğince her bakanlığı iki albayın kontrol etmesinden yakınıyor, subaylar bakanlara hesap soruyor diye sağda solda sızlanıyor. Tansu Çiller, daha dört yıl önce kendisini Doğru Yol Partisi liderliğine ve başbakanlığa taşımış olan, burjuvazinin en yaygın örgütü Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği kongresinde yuhalanıyor. Köşeye sıkışmışlığın telaşıyla, zamanında kendisini "Türkiye'nin tek şansı modern sarışın güzel kadın" imajıyla kitlelere "işte kurtarıcınız" diyerek pazarlayan egemen medya holdinglerine saldırıyor. Bugüne kadar her eylemleriyle hak, hukuk, adalet ve demokrasi kavramlarını ayaklar altına alan ve halk kitlelerini ezen bu ikili şimdi bu kavramlara sarılıyor ve muhaliflerini halka şikâyet ediyorlar.
Silahlı Kuvvetler tarafından karşıya alınan; en büyük holdinglerin örgütü TÜSİAD'la kavgaya tutuşan; Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu, Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu, Türk-İş ve DİSK tarafından istifaya davet edilen; iki büyük medya grubuyla kanlı bıçaklı olan ve büyük ortağının "laik cumhuriyete aykırı faaliyetlerin odağı haline geldiği ve ülkeyi bir iç savaş ortamına sürüklediği" gerekçesiyle kapatılması süreci başlatılan Refahyol hükümetinin ayakta kalması artık imkânsız görünüyor. Amerikan emperyalizminin, Türkiye'ye biçtiği role ilişkin olarak bir süre "ılımlı İslam" ve "laik Kemalizm" politikaları arasında ikircim göstermesinden sonra yeniden Kemalizme meyletmeye başlaması Refahyol için denizin bittiği anlamına geliyor.
Ülkenin egemenleri içinde ortaya çıkan ve şimdiden öngörülemeyecek siyasal sonuçlar doğurabilecek bu çatlak kuşkusuz bizleri yakından ilgilendiriyor. Egemenler içinde çıktığı gerekçesiyle bu çatlağı önemsiz saymak da, bu çatlak nedeniyle egemenlerimizin bir kesiminin peşine takılmak da yanlış olur.
Biz tutarlı aydınlanmacılar olarak irticanın, dinci gericiliğin kararlı düşmanıyız. Din ile devlet işlerinin birbirinden kesin olarak ayrılmasını savunduğumuz gibi eğitim ile dinin de birbirinden kesin olarak ayrılmasını ve okulların mutlak laikliğini savunuyoruz. Laik bir sistemde zorunlu din derslerine yer olmadığı gibi Diyanet İşleri Başkanlığı türünde bir örgüte de yer yoktur. Genel ve mesleki eğitim bilimsel, demokratik, laik ve emeğe saygılı bir içerikte olmalıdır. Kızlar ve erkekler onbir yıl zorunlu ve parasız eğitim görmeli, bütün öğrencilere ders kitap ve gereçleri, yiyecekleri ve giyecekleri bedava sağlanmalıdır. Bu eğitimin mali kaynağı, İslamcı holdingler ve finans kurumları da içinde olmak üzere holdinglere ve bankalara el koyarak temin edilmelidir.
İrticaya karşı mücadelenin sadece imam hatip okullarını sınırlamak ve derslerin içeriğinden bağımsız olarak sekiz yıllık kesintisiz eğitime geçmekle başarıya ulaşabileceğini sanmak bir hayaldir. Dinci eğitim kurumları artık sadece imam hatip okullarıyla sınırlı değildir. Ana okullarından başlayıp sayısız kurs ve dersaneyi, ilkokul, ortaokul, lise ve üniversiteleri (hem kimi özel üniversiteler hem de çok sayıda kamu üniversitesi de içinde olmak üzere) kapsayan ve çeşitli sermaye gruplarının desteğine sahip yaygın bir ağ sözkonusudur. Yoksul ailelerin çocuklarını irtica kurumlarına teslim etmelerinin esas nedenini ortadan kaldırmak için herkese iş ve aş sağlanmasını hedefleyen planlı bir ekonomiye geçilmeli, özelleştirme politikalarına son verilmeli, herkese sigorta, parasız sağlık hizmeti ve parasız eğitim hakkını içeren kapsamlı bir kamulaştırma politikası benimsenmelidir. Bize göre yerli ve yabancı sermayenin sömürüsüne karşı mücadele boyutunu içermeyen bir "irticayı önleme programı" etkisiz kalmaya mahkumdur.
"Demokratlık" adına Refah Partisini savunmaya kalkan kimi solcuların ve liberallerin şaşkınlığına işaret ettikten sonra, şimdi de Refahyol ile Genelkurmay arasındaki saflaşmada "irtica tehdidine karşı mücadele edenleri gücendirmemek", "irticaya karşı cepheyi bölmemek" adına görmezlikten gelinen kimi gerçeklere değinelim. Erbakan'ın ve Çiller'in inanılmaz uygulamalarına karşı tepki göstermek şüphesiz zorunlu ve yerinde; ama doğrudan onlara bağlanamayacak aynı derecede kötü uygulamalara karşı sessiz kalmak neyin nesi oluyor?
Örneğin, Flaş televizyonuna, Hürriyet gazetesine ve atv televizyonuna yapılan saldırılar, -olması gerektiği gibi- yaygın biçimde protesto edildi ama Demokrasi gazetesinin bir ay süreyle kapatılması neredeyse muhalefet gündemine bile girmedi.
Aynı şekilde, Erbakan'ın Kaddafi'nin yardımcısı olması -buram buram ırkçılık kokan bir söyleyişle- "bir Türk başbakanı çöl bedevisi Kaddafi'nin yardımcılığını yapamaz; bu ulusal onurumuza dokunuyor" denilerek yaygın biçimde protesto edildi; ama koskoca bir ülkenin bir NATO garnizonu olması, büyük mü büyük kimselerin Clinton ve benzerlerinin emrinde bulunması ve Amerikan generallerinin yardımcılığını yapması birilerinin ulusal onuruna nedense dokunmadı. Darbe olur mu tartışmaları sırasında Çiller'in kendi destekçilerini rahatlatmak için "ben Amerikalılara sordum; 'merak etmeyin, darbeye izin vermeyiz' dediler; bu yüzden korkmanıza gerek yok" demesinin, Erbakan'ın da "Çiller Amerikalılarla konuşmuş; ABD bizim generallere darbe yapma izni vermeyecekmiş" demesinin ortaya koyduğu derin bağımlılık batağı irdelenmedi.
Silahlı Kuvvetler emekli büyükelçi Şükrü Elekdağ'ın üst düzey bir komutana dayanarak açıkladığı gibi "verilecek bilgi belki düşmana sızabilir düşüncesiyle başlama vakti hükümetten bile gizlenen" bir harekâta girişerek komşu bir ülkeye girdi. PKK üslerini yok etmek gerekçesiyle başlatılan bu "Çekiç harekâtı" bütün basında yer alan açıklamaya göre, "1974 Kıbrıs çıkarması da dahil olmak üzere Cumhuriyet tarihinin en büyük ve en kapsamlı operasyonu. Harekât, bölgenin tüm sınırlarına dayanmış durumda. TSK, yaklaşık 25 bin asker, 4 bin korucu, tank, top ve diğer zırhlı araçlar ve hava desteğiyle Kuzey Irak'ta çok geniş çaplı bir operasyon yürütüyor." [Radikal, 26 Mayıs 1997, s. 8]. Başta bölge ülkeleri Suriye, Irak ve İran olmak üzere bütün Arap Birliği ülkeleri, Rusya, Avrupa Birliği ülkeleri ve Birleşmiş Milletler genel sekreteri Kofi Annan tarafından kınanan, sadece ABD tarafından "sınırlı bir sürede geri çekilmek kaydıyla" desteklenen bu operasyonun Türkiye'ye ne getirip ne götüreceği hiç tartışılmıyor bile.
Benzeri operasyonların Kürt sorununun çözümüne hiç yardımcı olmadığını, sadece sorunu kangrenleştirdiğini, demokratik ve barışçı çözümün yolunu tıkadığını, Kürt sorununu askeri yollarla çözme stratejisinin sonuçlarından birinin irticanın hızlı gelişimi olduğunu, bu yöntemin Türkiye'yi ister istemez ABD'ye daha da bağımlı hale getirdiğini, ülkemizin ABD-İsrail eksenli politikalara mahkum hale gelmesinin felaketli bir yol olduğunu bilebilecek durumda olanların sırf Refahyola karşı oluşan cepheyi bölmemek adına bu konudan uzak durmaları ahlaki açıdan olduğu kadar siyasal strateji açısından da yanlış bir tutumdur.
Sol çevrelerde bile Kemalizm çizgisiyle Türkiye'nin temel sorunlarının çözülebileceğini düşünen birçok kişinin olduğunu biliyoruz. Bu kişilere, ağır yanılgılara düşmemeleri için, son yıllarda Kemalizmin önde gelen bir ideologu olarak ortaya çıkan Cumhuriyet yazarı Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı'nın 27 Nisan 1997 tarihli Cumhuriyet'te yayımlanan "CHP ve MHP İçin Tarihsel Fırsat!" başlıklı yazısını okumalarını öneririz. Profesör Kışlalı, Türkiye'yi içinde bulunduğu çıkmazdan Kemalizmin sol ve sağ kanatları olacaklarını varsaydığı orta soldaki CHP ile orta sağdaki MHP'nin elbirliğiyle kurtarabileceğini iddia ediyor. Böylesi sığ bir bakış açısıyla irticadan kaçayım derken -son MHP kurultayında artık herkesin ayaklarını suya erdiren şiddet gösterileriyle kanıtlandığı gibi- faşizme tutulmak da var. Profesör Kışlalı'nın savunduğu milliyetçi-laik ideoloji görüldüğü gibi MHP türü faşist milliyetçiliğin fideliği olabiliyor. Bu dersi unutmamakta sonsuz yararlar var.
Hacettepe'de doktor adaylarının ve sağlık elemanlarının yürüyüşünü katılımcıları feci biçimde döverek dağıtan, Beyazıt'ta faşist saldırganları protesto eden öğrencileri amirlerinin emirlerini bile dinlemeyerek inanılmaz bir hınçla coplayan resmi görevliler; İMF politikalarıyla emekçileri sefaletin kucağına iten iktidarlar; yayılmacılık, ırkçılık, şovenizm, irtica, Susurluk çeteleri, mafya: bunların hepsi tek bir sistemin çeşitli görünümleridir. Bu gerçeği dikkate almadan çizilen stratejiler dinci irticaya karşı bile başarılı olamaz.