20. yüzyılın en önemli olayı Rusya'da meydana gelen 1917 Ekim Devrimi'ydi.
Ekim Devrimi'yle pratik bir gerçekliğe dönüşen sosyalizm 20. yüzyılın ayırt
edici özelliği oldu. 20. yüzyılda kapitalizme ve emperyalizme karşı dünya
çapındaki mücadelenin bilançosuna baktığımızda, Sovyetler Birliği, Moğolistan,
Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Arnavutluk, Polonya, Çekoslovakya, Doğu
Almanya, Çin, Vietnam, Kuzey Kore ve Küba'da komünist partilerin öncülüğünde
sosyalizmin kurulduğunu; Türkiye, İran, Afganistan, Meksika, Mısır, Suriye,
Irak, Endonezya, Hindistan, Filipinler, Kongo, Cezayir, Gine, Yemen, Angola,
Mozambik, Kamboçya, Laos, Namibya, Nikaragua ve Güney Afrika'da, ülke içinde ve
uluslararası düzlemde komünistlerden destek gören ulusal güçlerin öncülüğündeki
ulusal kurtuluş devrimleri ve hareketlerinin etkisiyle sömürge
imparatorluklarının dağıldığını görüyoruz.
Ne var ki, 20. yüzyılın sonlarına doğru -1989'dan itibaren- kapitalizm ve
emperyalizm bu bilançoyu esas olarak tersine çevirmeyi başardı. Başta Sovyetler
Birliği olmak üzere sosyalist ülkelerin büyük çoğunluğu tekrar kapitalizmin
pençesine düştü ve parçalandı. Sosyalizmin desteğinden yoksun kalan ulusal
güçlerin yönetimindeki ülkeler ise, fiilen siyasal bağımsızlıklarını da
yitirerek tekrar sömürgeciliğin boyunduruğuna girdi.
20. Yüzyıldan 21. Yüzyıla
Bir başka deyişle, kapitalizm ve emperyalizm, 20.
yüzyılın büyük bir bölümünde sosyalizme, bağımsızlık ve demokrasi yanlısı ulusal güçlere kaptırarak yitirdiği mevzileri,
yüzyılın sonunda geri almış oldu. Kuşkusuz mücadele devam ediyor.
İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılda başta işçi sınıfı olmak üzere bütün
emekçilere düşen görev, yaralarımızı sarmak, geçici olarak kapitalizme ve emperyalizme teslim
etmek zorunda kaldığımız mevzileri adım adım tekrar kazanmak ve
sömürüsüz ve savaşsız yepyeni bir dünya kurma projemizi hatalarımızdan ders
çıkararak bu kez çok daha bilinçli, çok daha köklü, çok daha
kapsamlı bir biçimde yaşama geçirmek, kapitalist sömürü ve emperyalist zulüm düzenini bir daha
hortlayamayacak şekilde bütün dünyada ortadan kaldırmaktır. Yoksa, kapitalist emperyalizmin boyunduruğundaki
dünyamız, vahşete, karanlığa ve hatta topyekün yokoluşa mahkûm olacaktır.
20. yüzyıla sömürücülerin ve zalimlerin penceresinden baktığımızda ise, bu
yüzyılın Amerikan emperyalizminin yüzyılı olduğu söylenebilir. 19. yüzyılın
sonlarında emperyalist bir güç olarak ortaya çıkan ve etki alanını gitgide
genişleten Amerika Birleşik Devletleri, iki dünya savaşının ve soğuk savaşın
ardından dünyanın tek hakimi olarak kaldı. ABD, 21. yüzyılda bu hakimiyetini
mutlaklaştırmak, kendisine meydan okuyabilecek tek bir gücün bile ortaya
çıkmasına izin vermemek ve bütün dünyayı kendisine karşı en küçük muhalefetin
bile kalmadığı bir Amerikan imparatorluğu olarak şekillendirmek istiyor. Tıpkı,
faşist Alman devleti "III. Reich"ı bin yıl sürecek bir Alman imparatorluğu
olarak tasarlayan Hitler gibi, bu zalim planını uygulamak için topyekün savaş
politikalarına, hem de bu kez sadece yeryüzünü değil, uzayı da kapsayacak
şekilde, yöneliyor.
Birinci Dünya Savaşı
20. yüzyılın başlarında ABD, üretim ve finans gücü açısından zamanın en güçlü
emperyalisti ve en büyük sömürge imparatorluğu olan İngiltere'yi geçmişti bile.
ABD, Birinci Dünya Savaşı'nda Avrupa'daki iki emperyalist blokun
(İngiltere-Fransa-Rusya ile Almanya-Avusturya) birbirlerini tüketmesini ellerini
oğuşturarak izledi ve savaşın sonlarına doğru Nisan 1917'de Almanya'ya karşı
savaşa katıldı. Savaş Amerikan ekonomisine büyük katkıda bulundu. Savaşın
bitiminde New York dünya kapitalist sisteminin en güçlü finans merkezi olarak
Londra'yı kesin olarak geride bırakmış, Amerika dünyanın en büyük sermayesine
sahip ülke olarak daha da öne çıkmıştı. Bu güce dayanarak, ABD Birinci Dünya
Savaşı sonrası düzenin oluşturulmasında önemli bir siyasal ve diplomatik rol
oynadı. Ekim Devrimi'nden sonra Sovyet iktidarını boğmak için uluslararası
müdahaleye ABD de askerleriyle katıldı. Sovyetler'in müdahaleyi püskürtmesinden
sonra ta 1933'e gelinceye kadar ABD, Sovyetler Birliği'ni resmen tanımayı bile kabul etmedi.
İkinci Dünya Savaşı
Bütün kapitalist dünyayı kasıp kavuran büyük krizin (1929-1933) ardından
İngiltere-Fransa bloku ile faşist Almanya-İtalya bloku arasındaki derinleşen
çelişme ve çekişmeler, Almanya'nın Eylül 1939'da Polonya'yı işgal etmesiyle
İkinci Dünya Savaşı'na dönüşünce ABD ilkin resmen tarafsızlık, el altından da
İngiliz ve Fransız blokunu destekleme politikası izledi. Almanya'nın gitgide
güçlenmesinden tedirgin olduğu gibi, kendi çıkarlarına asıl tehdit saydığı
Japonya'nın Almanya ve İtalya ile ittifak kurmasını büyük bir tehlike olarak
değerlendiriyordu. Almanya'nın Haziran 1941'de Sovyetler Birliği'ne
saldırmasından ve Japonya'nın Aralık 1941'de Pearl Harbor'da ABD donanmasına
baskın düzenlemesinden sonra ABD, bütün gücüyle savaşa katıldı.
Savaşı bütünüyle kendi topraklarından uzakta yürütme şansına sahip olan ABD,
savaştan olağanüstü kârlı çıktı. Savaş sırasında ABD'de üretim üç kattan fazla
artmıştı. Dünya nüfusunun yüzde 6.3'ünü oluşturan ülke artık dünya toplam
servetinin yüzde 50'sine sahipti. Atlas ve Pasifik okyanuslarının her iki yakası
da Amerika'nın kesin denetimi altına girmişti. Buna karşılık,
Almanya-İtalya-Japonya cephesi ağır bir yenilgiye uğramıştı. Savaş galipleri
arasında bulunan İngiltere ve Fransa ise, büyük kan kaybetmişti. Kapitalist
dünya içinde ABD'yle boy ölçüşecek hiçbir güç kalmamıştı. Üstelik, Japonya'ya
karşı askeri açıdan hiçbir gerekliliği olmamasına rağmen atom bombasını
kullanarak kapitalist-emperyalist sistemin dışındaki Sovyetler Birliği'ne ve
sistemin pençesinden kurtulmaya çalışan bütün halklara gözdağı vermişti.
İkinci Dünya Savaşı'ndan Sonra
Ancak atom dehşeti dünya halklarını durdurmayı başaramadı. Sovyetler Birliği
baskılara boyun eğmedi ve ezilen halklara desteğini sürdürdü. Orta ve Doğu
Avrupa'da Yugoslavya, Bulgaristan, Arnavutluk, Çekoslovakya, Polonya, Romanya ve
Doğu Almanya sosyalizm yolunda yürümeye devam etti. Kuzey Vietnam, Kuzey Kore ve
Çin de aynı doğrultuyu izleyerek kapitalist-emperyalist sistemin dışına çıktı.
Bu ortamda, başta İngiltere ve Fransa olmak üzere
sömürgeci devletler, kendi sömürge imparatorluklarını sürdürme olanağını
bulamadılar ve eski sömürge ülkeler birbiri ardından siyasal bağımsızlıklarına
kavuştular. Sömürge imparatorluklarının çökmesiyle kapitalist dünya, her
emperyalist ülke sermayesinin özel bir engele takılmadan her yere girebildiği tek bir pazara dönüştü. Bu "açık kapı"
politikasından en çok yararlanan ülke, doğal olarak, ABD oldu.
Amerikan emperyalizminin planlama uzmanları, savaş sonrası dünya için "Büyük
Alan" planını hazırlamışlardı. Noam Chomsky'nin ABD devlet belgelerine dayanarak
açıkladığı gibi, Amerikan hegemonyasının gereklerine göre belirlenen bu plana
göre, Büyük Alan, Batı yarımküresini, Batı Avrupa'yı, Uzak Doğu'yu, çözülmekte
olan eski İngiliz imparatorluğunu, Orta Doğu'nun enerji kaynaklarını, Üçüncü
Dünya'nın geriye kalan bölümlerini ve mümkünse, bütün yeryüzünü içine alacaktı.
Plana göre, yeni dünya düzeninde, her bölgeye Amerikan ekonomisinin
ihtiyaçlarına uygun olarak özel bir işlev yüklenecekti. "İki büyük fabrika"
olarak nitelenen Almanya ile Japonya, ABD'nin denetiminde çalışarak sanayi
ülkelerine kılavuzluk edeceklerdi. Üçüncü Dünya ülkelerinin temel işlevi ise,
sanayileşmiş kapitalist toplumlar için hammadde kaynağı ve pazar olarak hizmet
etmek olacaktı. Savaşta yıkılmış Avrupa ve Japonya'nın yeniden imarı için Üçüncü
Dünya ülkeleri sömürülecekti. ABD, Büyük Alan'ın uçsuz bucaksız topraklarını
askeri olarak denetimi altında tutacak, kendisine kafa tutmaya ve bağımsız bir yol izle-
meye kalkışacak her hareketi ezmek için elinde herkese korku salacak büyük
bir ordu bulunduracaktı. Devlet, muazzam askeri harcamalar yoluyla ileri
teknolojilere dayalı sanayi için kaynak sağlayacaktı. Büyük Alan planının
başarıyla uygulanması için, "Sovyet sistemi içerisinde yıkım tohumlarının
serpilip gelişmesini sağlayacak bir geriye döndürme stratejisi" benimsenecek,
dünyanın her yerinde komünist partilerin, anti-faşist güçlerin ve ulusal
bağımsızlık yanlılarının zayıflatılması ve ezilmesi için her yol kullanılacak,
büyük kapitalistlerin denetimindeki geleneksel sağcı düzenleri kurmak, işçi ve
emekçi sınıfları sömürüye ve yoksulluğa razı etmek için her yönteme
başvurulacaktı. (Amerikan emperyalizminin Büyük Alan planı için, bkz. Noam
Chomsky, Sam Amca Ne İstiyor, Minerva Yayınları, 2000, s. 11-34).
Dünya Düzeninin Temel Kurumları
Bu planın uygulanması için Amerikan emperyalizminin denetiminde bir dünya
hükümeti gibi çalışacak Birleşmiş Milletler Örgütü kuruldu. Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi bu dünya hükümetinin içişleri, savaş (kibar adıyla "savunma")
ve adalet bakanlığı işlevini yürütecekti. (İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki
uluslararası güç dengesi sosyalist Sovyetler Birliği'nin de Güvenlik Konseyi'nde
bulunmasını zorunlu kıldığı için, ABD, Konsey'deki Sovyet varlığına şimdilik
ister istemez katlanılması gereken bir bela gözüyle bakıyordu. Birleşmiş
Milletler tarihi boyunca ABD, Güvenlik Konseyi kararlarında Sovyet etkisini
aşmak için her yola başvuracak, bu etkiyi yok edemediği durumlarda Birleşmiş
Milletler Örgütü'nü yok saymaktan çekinmeyecekti). ABD denetimindeki dünyanın
maliye, ekonomi ve ticaret bakanlıkları görevini üstlenmek üzere Uluslararası
Para Fonu İMF ve Dünya Bankası kuruldu, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel
Anlaşması GATT imzalandı (GATT, sonradan Dünya Ticaret Örgütü adını aldı). ABD
emperyalizminin "büyük alan"ında kapitalist düzeni korumak ve kapitalist
sistemin dışına çıkan sosyalist ülkeler blokunu tehdit altında tutmak üzere ise
askeri alanda Kuzey Atlantik bölgesini denetim altına alan NATO, Güney Doğu
Asya'yı denetim altına alan SEATO ve Orta Doğu'yu denetim altına alan CENTO
oluşturuldu. NATO, kapitalist dünyanın genelkurmay başkanlığı işlevini üstlenmişti.
Soğuk Savaş
Böylece ABD, kapitalist dünyayı hegemonyası altına aldı ve başta sosyalist
ülkeler olmak üzere bütün bağımsızlık ve demokrasi güçlerine karşı Soğuk Savaş
adı verilen küresel saldırıyı başlattı. 1945 ile 1991 yılları arasındaki dönemi
kapsayan Soğuk Savaş, Üçüncü Dünya ülkelerinde yürütülen birçok bölgesel sıcak
savaşı, askeri işgal ve müdahaleleri, askeri darbeleri, kontr-gerilla
uygulamalarını, sosyalist ülkelerde çıkarılan gerici ayaklanmaları, psikolojik
savaşı, sosyalist ülkelere ve bağımsızlık yanlısı rejimlere karşı uygulanan
acımasız ambargoları içeren dünya çapında bir topyekün (askeri cephenin yanısıra
siyasal, ideolojik, ekonomik, kültürel ve diplomatik cephelerde de yürütülen) saldırı savaşıydı.
Bütün kapitalist dünyanın servetinin ve gücünün ABD'nin siyasal, askeri ve
ekonomik hegemonyası altında birleşmesi, emperyalizmin birinci ve ikinci dünya
savaşı sırasında olduğu gibi düşman bloklara bölünmüş bir sistem olmaktan
çıkması ABD'ye ve bir bütün olarak kapitalist sisteme özellikle bilim ve
teknoloji alanında büyük bir üstünlük sağladı. ABD'nin Büyük Alan planında iki
büyük fabrika olarak adlandırılan Almanya ve Japonya başta olmak üzere
emperyalist ülkelerin Soğuk Savaş döneminde tekrar kendilerini toparlamalarına,
üretim ve finansman alanında büyük atılım yapmalarına ve 1970'lerden itibaren
kapitalist dünyada fiilen üç ekonomik blokun (başta ABD olmak üzere Amerika
bloku, başta Almanya olmak üzere Avrupa bloku ve başta Japonya olmak üzere Doğu
Asya bloku) şekillenmesine rağmen, kapitalist sistem sosyalizme, ulusal kurtuluş
ve demokrasi güçlerine karşı bütünlüğünü korumayı başardı. ABD ise, Avrupa ve
Japonya'ya oranla gerileyen ekonomik gücünü, askeri alandaki mutlak üstünlüğüyle telafi etmeyi becerdi.
Bütün bunlara rağmen, sosyalizm, ulusal kurtuluş ve demokrasi güçleri
1950'lerin sonunda Küba'nın, 1970'lerin ortasında Güney Vietnam'ın sosyalist
sisteme katılması ve 1970'ler boyunca Laos, Kamboçya, Angola, Mozambik ve
Nikaragua'nın ulusal kurtuluş savaşlarının zafere ulaşmasının ve Portekiz devri-
minin de gösterdiği gibi dünya çapında geliştiler. Ne var ki, 1960'lardan
itibaren sosyalist sistem içinde yaşanan bölünmelerin (Çin-Sovyet çatışması
örneğinde olduğu gibi) düşmanlık noktasına kadar derinleşmesi, birleşik bir
kapitalist sisteme karşı bölünmüş bir sosyalist sistem anlamına geliyor ve
sosyalist ülkelerin kapitalist sistem karşısındaki tarihsel nedenlerden
kaynaklanan güçlüklerini daha da arttırıyordu. Sonuçta, 1980'lerin ikinci
yarısından itibaren sosyalist ülkeler, ideolojik ve siyasal alanda da büyük bir
zayıflık içine girdiler. Yazımın başlangıcında da belirttiğim gibi, dünya
proletaryasının ve ezilen halkların yirminci yüzyıl boyunca elde ettikleri
kazanımların çoğu Doğu ve Orta Avrupa'daki sosyalist ülkelerle Sovyetler
Birliği'nde meydana gelen 1989-1991 kapitalist restorasyoncu karşı-devrimleriyle kaybedildi.
Soğuk Savaş'tan Bugüne
Soğuk Savaş zaferiyle ABD, kapitalist dünyadaki hegemonyasını daha da
derinleştirdi. Özelleştirme, kuralsızlaştırma, sendikasızlaştırma, sosyal
hakların geriye alınması, işçi sınıfına sefalet ücretlerinin dayatılması
anlamına gelen neo-liberal kapitalist düzen ABD'nin gözetiminde bütün dünyaya
ihraç edildi. Eski sosyalist ülkeler kapitalist dünya pazarının birer parçasına
dönüştü. ABD, Avrupa ve Japonya emperyalizmi tarafından hızla yağmalanan bu
ülkeler birer yeni sömürgeye dönüştürüldüler ve uluslararası işbölümünde tipik
birer Üçüncü Dünya ülkesi konumuna itildiler. Doğu ve Orta Avrupa'daki eski
sosyalist ülkelerin büyük çoğunluğu (Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti,
Slovakya, Slovenya, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Bulgaristan) NATO'ya
üye oldu. Bu ülkelerden Romanya ve Bulgaristan dışındakiler aynı zamanda Avrupa
Birliği'ne de girdiler, Romanya ve Bulgaristan şimdilik aday durumunda AB
kapısında bekliyor. Rusya, NATO'ya henüz ne anlama geldiği netleşmese de "siyasi
ortak" oldu. Çin ve Rusya dahil bu ülkelerin hepsi İMF, Dünya Bankası ve Dünya
Ticaret Örgütü kıskacına girdi. Eskiden beri kapitalist dünyanın birer parçası
olan, siyasal bağımsızlıklarını kazandıktan sonra kendilerine oldukça güçlü bir
ekonomik temel sağlayan "yeni sanayileşmiş ülkeler" ve yerli burjuvazilerin
geleneksel olarak güçlü olduğu orta derecede gelişmiş kapitalist ülkeler,
ekonomik zenginliklerini, bankalarını ve fabrikalarını ABD, Avrupa ve Japonya
emperyalistlerine kaptırıyorlar.
Sovyetler Birliği'nin caydırıcı gücünün ortadan kalkmasıyla tek "süper güç"
olarak kalan, bir başka deyişle, artık kendisiyle boy ölçüşebilecek hiçbir
ülkenin bulunmadığı dünyada serbestçe at koşturmaya başlayan ABD, Irak'a karşı
Körfez savaşında, Yugoslavya'ya karşı Kosova savaşında, Irak'ın bombalanmasında
ve insanlık dışı bir ambargoya tabi tutulmasında kapitalist dünyayı arkasında
toplamayı başardı. 11 Eylül 2001 olaylarını bahane ederek Afganistan'a karşı
giriştiği savaşta da bu kez biraz daha zorlukla da olsa uluslararası bir
koalisyon oluşturabildi. Ne var ki, görüntüyü bile kurtaracak hiçbir gerekçesi olmadan, Irak'a karşı ta-
rihin en adaletsiz ve en ahlaksız saldırılarından birini başlatma çabasına
girişince, daha savaştan önce dünya halklarının bugüne kadar savaşa karşı
gösterdiği en yaygın tepkiyle karşılaştı. ABD dahil 70 ülkede 600 şehirde
yapılan "emperyalist savaşa hayır" gösterileri milyonlarca insanı biraraya
getirdi. Üstelik, bu kez, kapitalist-emperyalist yönetimler içinde ta
1945'lerden bu yana görülmemiş bir çatlama yaşandı. Avrupa Birliği içinde
Almanya ve Fransa'nın önderliğindeki odak, savaşa karşı muhalefet etmeye ve
ABD'nin savaş planlarını sorgulamaya başladı. Avrupa Birliği'nden NATO'ya ve
Birleşmiş Milletler Örgütü'ne sıçrayan bu anlaşmazlık, kapitalist-emperyalist
sisteme karşı sosyalizm, bağımsızlık ve demokrasi güçlerinin dünya çapındaki
toplumsal muhalefetine ek olarak bizzat kapitalist-emperyalist cephe içinde yeni
bir saflaşmanın işaretlerini veriyor.
Yeni On Emir
Neil Mackay'in Sunday Herald gazetesinin 15 Eylül 2002 tarihli sayısında
açıkladığı gibi, bugün ABD'yi yöneten Bush ekibinin (Başkan Yardımcısı Dick
Cheney, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz,
George W. Bush'un kardeşi Jeb Bush, Dick Cheney'in başdanışmanı Lewis Libby)
Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi Vakfı (PNAC) adına Eylül 2000'de yazdığı
"Amerika'nın Savunmasını Yeniden İnşa Etmek: Yeni Bir Yüzyıl İçin Stratejiler,
Güçler ve Kaynaklar" başlıklı belge, Amerikan emperyalizminin 21. yüzyıla
ilişkin planlarını ortaya koyuyor. "ABD'nin küresel üstünlüğünü sürdürmeyi,
büyük bir rakip gücün ortaya çıkmasını engellemeyi ve uluslararası güvenlik
düzenini Amerikan ilkeleri ve menfaatleri doğrultusunda şekillendirmeyi
amaçlayan bu plan" şunları öngörüyor:
Birincisi, "ABD gelişmiş sanayi ülkelerinin önderliğimize başkaldırmalarını
ve hatta kendileri için daha büyük bir bölgesel veya küresel rol sağlamaya
çalışmalarını caydırıcı bir politika izlemek zorundadır".
İkincisi, "ABD, aynı anda birkaç ayrı büyük alan savaşına girişebilecek ve
kesin olarak kazanabilecek durumda olmayı temel misyonu olarak benimsemelidir".
Üçüncüsü, "ABD, yirmi otuz yıldır Basra Körfezi bölgesinin güvenliğinde daha
kalıcı bir rol oynamak için çareler aramıştır. Irak'la çözüme kavuşturulmamış
anlaşmazlık bu konuda ilk gerekçemizi oluştursa da, Körfez'de hatırı sayılır bir
Amerikan gücü bulundurma ihtiyacı, Saddam Hüseyin rejiminin yarattığı sorunu
aşan boyutlar taşımaktadır".
Dördüncüsü, "Saddam sahneden çekilse bile, Suudi Arabistan ve Kuveyt'teki
üsler orada sürekli olarak kalacaktır. Çünkü Körfez ülkeleri ABD birliklerinin
topraklarında bulundurulmasına karşı olsalar bile, İran da Amerikan
menfaatlerine karşı Irak kadar büyük bir tehdit oluşturabilir".
Beşincisi, "Kuzey Kore, Libya, Suriye ve İran tehlikeli rejimlerdir ve bu
rejimlerin varlığı dünya çapında bir komuta ve kontrol sistemi oluşturulmasını zorunlu kılmaktadır".
Altıncısı, "Güneydoğu Asya'da Amerikan güçlerinin mevcudiyetini arttırmanın
vakti gelmiştir. Bu önlem, Amerika ve bağlaşıklarının Çin'de demokratikleşme
sürecini hızlandırmalarını sağlayabilir".
Yedincisi, "İngiltere gibi kilit önem taşıyan bağlaşıklar, Amerika'nın
küresel önderlik rolünü yerine getirmesini sağlayan en etkili ve verimli araçlardır".
Sekizincisi, "Avrupa'nın ABD'nin karşısına rakip olarak çıkması olasılığı
gerçek bir endişe kaynağıdır".
Dokuzuncusu, "Uzaya egemen olmak amacıyla ABD Uzay Kuvvetleri oluşturulmalı
ve düşmanlarımızın interneti bize karşı kullanmalarını önlemek üzere sanaluzay
tamamen denetim altına alınmalıdır".
Onuncusu, "Yeni saldırı yöntemleri -elektronik, 'öldürmeyen' ışınlı,
biyolojik- daha geniş ölçülerde kullanılacaktır. Savaşlar büyük olasılıkla yeni
boyutlarda uzayda, sanaluzayda ve belki de mikroplar aleminde- yapılacaktır.
Belirli gen yapılarını hedef alabilen gelişmiş biyolojik savaş türleri,
biyolojik savaşı terör dünyasının dışına çıkararak siyasal açıdan yararlı bir
araca dönüştürebilir".
21. yüzyılda ABD'nin dünya çapında mutlak egemenliğini
öngören ve benim “Yeni On Emir”
olarak adlandırmayı tercih ettiğim bu plan, ABD'nin bütün insanlığa
nasıl karanlık bir gelecek hazırladığını apaçık gösteriyor. Yeryüzünü ve uzayı
Amerikan imparatorluğu altında köleleştirme planı, sadece emekçi halklara değil,
Amerika'nın karşısına çıkmaya cesaret edecek emperyalist devletlere de gözdağı
veriyor ve ABD'nin Irak'ın ardından Kuzey Kore, İran, Suriye ve Çin'i de hedef
tahtasına sokacağını şimdiden ilan ediyor.
Mahalle kahvesinde kendi kendine savaşçılık oynayan
zararsız bir delinin ağzından değil, dünyanın en büyük askeri gücünü elinde
bulunduran bir emperyalist ülkenin elebaşılarının kaleminden çıkan bu plan
herkes tarafından ciddiye alınmalı ve gereken hiç gecikmeden yapılmalıdır.
Ekonomik gerilemesini militarist zorbalıkla kapatmak, düpedüz mafia düzenini
silah şantajıyla dünyaya dayatmak isteyen küresel hayduta karşı harekete geçmek
vazgeçilmez bir insanlık görevidir. Dünyanın 120 ülkesinde asker ve üs
bulunduran, askeri üstünlüğünü dünyayı yeniden paylaşmak için koz olarak
kullanan, bütün halkları yeniden sömürgeleştirmek için yola çıkan
ABD emperyalizmini Hitler'le aynı kadere uğratmak için hepimiz kolları sıvamak
zorundayız.
Öykünün Sonu
Amerikan emperyalizminin ideologları, bugünlerde ABD'den "eski Roma
imparatorluğundan çok daha büyük, çok daha güçlü, hayırsever ve çağdaş bir Roma
imparatorluğu" olarak söz etmeyi pek seviyorlar. Büyüklük sarhoşluğundan
kaynaklanan bu kibirli (ve kesinlikle gerçek dışı: dünyanın en büyük sömürücüsü
olan ABD’yi mi "hayırsever" sayacağız?!) öznitelemeyle alay eden Tarık Ali'nin
yalın bir cümleyle hatırlattığı gibi, "Roma da yıkıldı". ABD emperyalizmi de
yıkılacaktır.