Türkiye’nin çalışma hayatını düzenleyen bir çok kanun maddesi var. Bunlardan en bilineni de kamu çalışanları hariç sigortaya sahip tüm ücretlileri ilgilendiren maddenin nosu 1475. Tam adı 1475 Sayılı İş Kanunu. Yasa, bu adı yetmişli yıllarda aldı. İş kanunu, genellikle, 2821 sayılı Sendikalar
Kanunu ve 2822
sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve lokavt Kanunu ile birlikte anılır. Türkiye’de işçi sınıfının grev hakkı elde ettiği 1963 yılından başlayarak adım adım geliştirilen, patronların sınırsız sömürü istekleri karşısında işçilerin daha az ve daha iyi çalışıp kısmen düzenli bir hayat sürmelerini sağlayan kanunlardır.
Şu anda, yukarıda bahsettiğimiz İş Kanunu değiştirilmek isteniyor. Ve bugünlerde (mayıs, haziran) Meclise sevkedilerek yasalaştırılması planlanıyor. Aslında yasa taslağı 10-15 Mart arasında Meclise gitti ve görüşmeler başladı. Ama, büyük bir toplumsal huzursuzluk yaratmaktan korkan AKP iktidarı, işin kolayına kaçarak 15 Mart’ta yürürlüğe girmesi gereken İş Güvencesi Yasasıyla birlikte bu taslağın görüşülmesini de erteledi. AKP, iş kanununun görüşülme tarihini belirsiz bıraktı ama, muhtemelen haziran öncesinde, tepkilerin yoğunluğuna bağlı olarak tekrardan görüşülmesini sağlayacak. Zaten, bu görüşümüzü destekleyen bir haber 16 Nisan tarihli gazetelerde çıktı. Çalışma Bakanı, eski MHP’li Murat Başesgioğlu, patron örgütlerinden TİSK’in Danışma Konseyi toplantısında yasanın en kısa zamanda “işverenlere en uygun olacak şekilde” çıkartılacağını söyledi. Sabancı, Bakanın bu taahhüdüne teşekkür etti ve “Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanlığı aslında hem işçiyi hem de işvereni koruyan bir yer olmalı. Ama bugüne dek hep işçiyi savunan bakanlar geldi” diyerek arsızlıkta nasıl sınır tanınmayacağını göstermiş oldu.
Sözü daha fazla uzatmadan
yasadaki değişikliklerin işçi sınıfı ve emekçiler açısından ne anlam taşıdığını
olabildiğince basit bir dil kullanarak aktarmaya başlayalım. Ama, öncelikle
tasarı henüz kamuoyunun gündemine getirilmeden önce hangi aşamalardan geçerek bu
hale büründü; onu bir değerlendirelim.
***
İş kanunu, uzun yıllardır başta sosyalistler olmak üzere sendikaların ve emek örgütlerinin tepkisini çekiyordu. Çünkü, yasa son haline 12 Eylül faşizmi dönemlerinde gelmişti. 1980 öncesinde işçi sınıfının elde ettiği kazanımların bir çoğu, demokratik kurumların kapatıldığı, toplumun faşizmin cenderesine sokulduğu o günlerde birer birer yok edildi. Sendika değiştirmenin imkânsız hale geldiği, toplu sözleşme yetkisi alabilmek için uyulması gereken prosedürlerin alabildiğine arttırıldığı bir yeni yasa çıkartıldı. Sendikaların 1983 yılında yeniden faaliyete geçmesi, 1985 yılından itibaren de tekrar direnişlerin ve grevlerin gündeme gelmesiyle birlikte yasada yapılan değişikliklerin pratikte ne anlam taşıdığı görülmeye başlandı. Özellikle 1989 bahar eylemliliklerinin ardından özgüvenini iyice pekiştiren işçi sınıfı, yasaya karşı tepkisini hem meydanlarda hem de ilerici iş hukuk-
çularının araştırmalarıyla gösterdi.
Ancak, yasada kimi makyajlar ötesinde değişiklik yapılamadı. Bugün, eski bakan Yaşar Okuyan döneminde başlatılan bir çalışma ile yasada köklü değişikler yapılıyor. Bakanlık, belli ölçülerde tepkileri azaltmak; belki de tepkilerin yönüne değiştirmek için, maddelerin yenilenmesi işinin 9 kişiden oluşan bir “Bilim Kurulu” tarafından yapılmasını tercih etti. Korporatist bir yaklaşımla “işçi-işveren-devlet” sacayağı şeklinde oluşturulan, 3’er kişiden 9 kişilik bu Bilim Kurulu, tarafları temsilen mevzuatta değişiklik yapmak üzere göreve başladı. Kurulu oluşturan zevatın çoğu iş hukuku profesörü. Ancak, ortaya çıkan metin ne yazık ki iş hukukunun felsefesine, özüne, temel ilkelerine aykırı onlarca düzenleme içeriyor. Zaten, eğer tasarı bu haliyle yasalaşacak olursa ülkemizde neredeyse kırıntı halinde bulunan sosyal politikaların sonu anlamına da gelecek.
Şu unutulmamalı. İş hukuku özünde işçi hukukudur. Hukukun bu alanının temel felsefesi ve özelliği işçiyi korumasıdır. Çünkü, kapitalist dünyada yasalar, hukuk, asker, polis, din adamı, vs. kapitalisti ve kapitalist düzeni korumak üzere organize edilmiştir. Böyle bir devlet yapısı içinde, işçi sınıfı bilinçlenip güçlendikçe, mücadeleler yoluyla kendisinin daha az ezilmesi için özel haklar çıkartılmasını sağlamıştır. Yani, iş hukuku, daha zayıf olanın korunmasını hedeflemek zorundadır.
Bu çerçevede iş hukukunun temel ilkeleri işçiyi ve sermayedarı eşit görmez, işçiyi işveren karşısında zayıf, ezilen ve sömürülen olarak kabul ettiğinden korunması gereken taraf olarak değerlendirir. Zaten, sosyal devlet olgusunun gereği de budur.
Bu taslağı hazırlayan Kurul ise, insanı merkeze alması gereken bir bilimsellikten uzaklaşmış ve kendilerince gerekçelendirdikleri bir “yeni teknoloji”, “21. yüzyıla uygun mevzuat”, “bilgisayar ve bilgi işlem teknolojisi” gibi süslü sözlerin arkasına saklanarak, insandan arındırılmış bir “ekonominin gerekleri” safsatasının peşine düşmüştür. İktisadi yaşamı daha işe yarar kılmak için ortaya konan tüm düzenlemeler özünde insanın daha da özgürleşmesi ve serbest zamanının artması için yapılmak mecburiyetindedir. İnsanı merkezde görmeyen ve çalışmayı insandan bağımsız bir faaliyet olarak niteleyen görüşlerin evrenselliği olmaz. Bu evrensel ilkeyi unutan bilgi sahiplerinin oluşturduğu topluluğun da “Sözde Bilim Kurulu” olarak adlandırılması boşuna değildir.
Tarihin En Kapsamlı Saldırısı
Taslakta öngörülen değişiklikler, Türkiye işçi sınıfının bugüne dek elde ettiği tüm kazanımları yok etmeyi amaçlıyor. Ne tür kazanımlar?
Sınıflar arası mücadeleden yola çıkacak olursak, işçi sınıfının burjuvaziye karşı yürüttüğü ekonomik demokratik kavganın sendikal alanı kapsayan ana belirleyeni daima iş yaşamının daha düzenli ve kurallı hale getirilmesi olmuştur.
Yani, patronların istediği gibi davranmalarını önleyen mekanizmalar yaratılması için mücadele edilmiştir. Sendikaların doğuşuna ve bugün işçi sınıfı için büyük önem taşıyan günlerin tarihine bakarsak, işçilerin en ağır kayıplar verdiği mücadelenin doğrudan parasal haklar için olmadığını görürüz. Mücadelenin asıl alanı para dışında sosyal haklar için verilmişti; aynı durum bugün de geçerliliğini koruyor. İşçilerin örgütlü gücünü temsil eden sendikaların talepleri işçinin ne zaman çalışmaya başlayacağını, ne zaman çay molası vereceğini, yemeğini kaçta yiyeceğini, ne zaman işten ayrılacağını, tatil süresini vs. vs. tanımlayan mekanizmaların yaratılmasını içerir.
Kısacası, sınırları net olarak düzenlenmemiş ve yasayla, kurallarla sıkı sıkı belirlenmemiş bir çalışma hayatı işçilerin aleyhinedir. Patronların bu yeni yasayla istediği şey de zaten daha esnemiş, düzeni ve kuralı kalmamış bir sistem yaratmaktır. Sermaye cephesi, mevcut yasanın 21. yüzyılın ekonomik, sosyal ve siyasal koşullarına cevap vermediğini iddia ediyor.
Yürürlükteki yasanın piyasada bugün gördüğümüz pek çok iş ilişkisini tanımlamadığı bir gerçek. Başta gelişmiş kapitalizme sahip büyük devletlerde olmak üzere, Hindistan, Güney Afrika, latin Amerika’nın pek çok ülkesi ile bu arada bizim ülkemizde de yeni uygulamalar göze çarpıyor. Kısmi süreli çalışma, çağrı üzerine çalışma, ödünç iş ilişkisi ve en yaygını müteahhit, taşeron olmak üzere farklı isimler altında çalışmaların yürütüldüğü bir değişim sözkonusu.
Bu türden değişimlerin varlığı bizzat emek cephesi tarafından da kabul ediliyor. Ancak, emekçilerin değişimlerin olduğunu kabul etmeleri, buna uygun düzenlemelerin de patronların yararına olmasını kabul etmeleri anlamına gelmiyor. Aksine, emekçiler, yasanın kapsama almadığı çalışanların da haklardan yararlanması için mücadele ediyor.
Şöyle bir yakın geçmişe dönecek olursak, 2000 ve 2001 yıllarında yaşanan krizler henüz emekçi sınıfların belleğinde tazeliğini koruyor. Sözkonusu her iki kriz döneminde, krizden kârlı çıkanları dahil sermayedarların istisnasız tümü, işçi sınıfının daha önce elde ettiği hakları budamak üzere girişimlerde bulundular, sendikacıları tehdit ettiler ve çoğunlukla da başarılı oldular. Krizden en çok etkilenen sektörler tekstil ve metal sektörleriydi. Ama, patronların tehditleri sadece bu alanlarla sınırlı kalmadı. Petro-kimya sektöründen, deriye, madencilikten basın yayın ve tekstile varıncaya dek, tüm patronlar, krizi önlerindeki 5-6 yılı kurtaracak önlemleri almak için bir fırsat olarak kullandılar.
Zaten en bilinen ve en yaygın kullanılan yöntemleri, herhangi bir daralma döneminde öncelikle işçi sayısını azaltmaktı. Bu kriz döneminde de yüz binleri bulan sayıda insan işsiz kaldı. Bu kez, üstelik daha önceki dönemlerden farklı olarak kısmen işgüvencesine sahip beyaz yakalı kesimler de işsizliği yoğun olarak yaşadılar.
İşte, bu dönemde yeni imzalanacak toplu iş sözleşmeleri “ülkenin ve işverenin içinde bulunduğu zor koşulları gözetecek” bir şekilde kaleme alındı. Bunun anlamı, daha çok çalışma karşılığında daha az ücret, daha az mola, daha az izin ve tatil ve iyice kırpılmış sosyal haklar oldu. Sadece yeni imzalanacak değil, kriz öncesi imzalanmış TİS’ler de bu düzenlemeden payını aldı.
Patronlar, bu dönemin bütün olanaklarını sonuna kadar kullandılar. İkramiyelerin ertelenmesi, hatta ödenmemesi; giyim, gıda, izin vs. yardımlarının verilmemesi, maaşların geç ödenmesi, bazen birkaç maaşın kasada bırakılarak sonrakilerin ödenmesi yoluna gidilmesi uygulanan yöntemlerden bazıları.
İşçileri bu koşullara razı etmek için, kimi zaman uygulanan maddelerin olağanüstü koşulların ürünü olduğunu, şimdilik kaydıyla sözleşmelere konduğunu ve en kısa zamanda telafi edileceğini de söylemişlerdi. Şimdi ise, yapılması planlanan değişikliklerle olağanüstü koşullarda ve geçici olarak hayata geçirilmiş düzenlemeler kalıcı hale getiriliyor.
Kısacası, önce “durumumuz çok zor” deniyor ve işçi sınıfından geçici olarak esarete, kölelik koşullarına razı olması bekleniyor. Daha sonra ise, bu durumu örnek göstererek “zaten siz bu uygulamaları kabul etmiştiniz; zaten maddelerin hepsi uygulanıyor, şimdi niçin yasaya konmasına itiraz ediyorsunuz” deniyor. Aynen, yukarıda da belirttiğimiz gibi, gelişmiş ülkelerde bu düzenlemeler mevcut diyerek, çağın gereklerini yerine getiriyoruz manevrasıyla yavuz hırsız rolüne bürünüyorlar.
Tasarıyı hazırlayan sözde bilim kurulu ise, taslağın gerekçelerini açıklarken defalarca “çağdaşlık”, “çağın gerekleri”, “modern yaşamın dayatması” ve “kaçınılmazlık” kavramlarını kullanıyor. Ancak, yasayı topluca incelediğimizde, sözü edilen kurulun çağdaşlığı ve hayatın dayatmalarını bütünüyle sermayenin penceresinden algıladığını görmekteyiz. Çünkü, çağın gereklerinden söz ederken işverenlerin sınırsız ihtiyaçlarını esas alan düzenlemelere evet denmiş, ama, iş hukukunun temel prensiplerinden olan korunmaya muhtaç tarafın kayrılması konusu fazlaca önemsenmemiştir.
Çalışanlar için taslakta bulunan birkaç koruyucu düzenleme ise uygulamada hayata geçirilemeyecek, denetimi ve yaptırımı yetersiz kalacak olan düzenlemeler olarak yasaya konmuş. Bu nedenle “çağa uygun yeni yasa”, işçilerin değil, sermayenin yasası olacaktır. Bu durum kuşkusuz iş hukukunda bahsedilen köklü bir değişimin ve dönüşümün ifadesidir. Bundan sonra korunması gereken bir insan olarak, toplumsal bir varlık olarak işçi değil, işveren ve işyeri’dir.
İş hukukunun temel felsefesine ve ilkelerine yönelik bu temel değişimi hiçbir şekilde kabullenmek mümkün değildir. Hangi gerekçe ortaya atılırsa atılsın, yasanın hazırlanış mantığı kökten değiştirilmedikçe işçi sınıfının yasaya onay vermesi beklenemez, kabul edilemez.
Ekmek Yoksa Barış Da Yok
Yıllardır geriletilen hakları için güçlü bir karşı koyuş gerçekleştiremeyen işçi sınıfı, bugün iktidarın ve sermaye sözcülerinin iddialarının aksine her dönemkinden daha fazla korunmaya muhtaçtır. İşçi sınıfı kapitalizmin yapısında belli değişimler olduğunu kabul ediyor. Sermayenin tüm dünyada yeniden yapılandığının da farkında. Hayatın pratiğinden kopmamış hiçbir kesim, yeryüzünün bir değişim içinde olmadığını iddia etmiyor. Dünya komünist ve işçi hareketi bu gerçekten yola çıkarak yeniden yapılanan kapitalizme karşı yeni politikalar üretmeye, sendikaların, emek örgütlerinin iç ve dış kurullarını bu yeni yapılanmaya uygun organize etmeye gayret ediyor. Kısacası, yeni sorunlara karşı 150 yıllık tecrübe ve birikimden yola çıkarak çözüm üretiyor.
Bu nedenle, emek cephesinin değişimi kabul etmediği veya algılamadığı suçlaması tümüyle temelsizdir ve sadece işçi sınıfı örgütlerinin iradesini teslim almayı amaçlamaktadır. İşçi sınıfının beklentisi, iş ilişkilerinde yeni ortaya çıkan uygulamaları olumsuzluklarıyla yasalaştırmak değildir. Tersine, işçi sınıfı, bu uygulamaları yeniden düzenlemeyi ve çalışanların istismar edilmesini önlemeyi talep etmektedir.
Bu noktada, işçi önderlerine, öncü işçilere ve temsilcilere büyük görevler düşüyor. Sendikal yapıların kimisi çoktan beyaz bayrağı çekmiş vaziyetteler. Bu durumu iş yasası taslağının Mecliste görüşüldüğü dönemde rahatlıkla gözlemiştik. Meclise dahi birkaç kişilik bir delegasyonla giden, hiçbir şekilde baskı yöntemleri kullanmayan, adeta kaderine razı bir uysallıkla yasanın çıkmasını bekleyen sendika sözcüleri ile karşılaşmıştık hatırlarsanız. Bu tarz sendikacıların asıl beklentileri ise, yasanın geçmesi ve suçun AKP hükümetine atılarak aradan sıyrılmak, idi.
İşçi sınıfının bugünkü örgütlülük düzeyinden yola çıkacak olursak, genel grev, genel direniş türü taleplerin gerçekçi olmadığını kabul etmemiz gerekir. Bir süre daha bu türden taleplerin kitleleri coşturmak için kullanılan sloganlar olarak kalmaya mahkum olduğunu bilerek çalışma yürütmek, sınıfın verili andaki konumlanışına daha gerçekçi bir perspektiften bakmamızı sağlayacaktır. Ama, her şeye rağmen işçi sınıfının elindeki yegâne güç genel grevden ibaret değil. Zaten, genel grev çağrısı öyle her aşamada kullanılacak bir silah değildir. Çok özel durumlarda, işçi sınıfının iktidar potansiyelini burjuvaziye gösterme vakti geldiğinde ve sosyalist örgütlülüğün işçi sınıfı içindeki yoğunluğuna bağlı olarak değişen bir hazırlık döneminden sonra uygulamaya geçebilecek bir talep olmalıdır. Aksi takdirde, genel grev çağrısı, yıllardan beri gördüğümüz gibi, söyleyenin de, yazanın da, yapanın da inanmadığı bir temenni olmaktan öteye gidemiyor.
İşçi sınıfı ve eğer yasa geçerse çok zayıflayacak olan sendikal yapılar genel bir grev veya direniş çağrısı yapmadan da yasaya karşı çok etkili eylemler yapabilirdi. Henüz vakit geçmiş de değil. En basitinden gerek özel sektörde, gerekse kamuda sabahları uyarı amacıyla işe topluca gelip geç başlamak yöntemlerden sadece birisi olabilirdi.
Önerileri uzatmamak için bir örnek daha vererek konumuza devam edelim. Düz üyelerden değilse bile, profesyonel kadrolardan ve izin sorunu olmayan temsilcilerden oluşacak bir kitleyle Ankara’ya, görüşmeleri izlemeye gitmek başlı başına dev bir etkinlik olur. Ki, mevcut sendikalar göz önüne alınırsa, başka hiçbir alandan desteklemeye gelen olmasa dahi, sadece bu kitlenin sayısı on bine yaklaşır. Mevcut yasal zorluklarla bile bu kitlenin Ankara’ya gelip kalmasını engellemek iktidar açısından çok da kolay olmazdı.
Bu türden etkinlikleri hayata geçirmenin önündeki tek engel ise, işçi sınıfı kadrolarında gözlenen irade ve örgütlü öncü eksikliğidir. Gerisi lafı güzaftır. Servetlerine servet katan kapitalistlerin her gün insanlarımızla alay ettiği bir burjuva düzeninde, rekabet adına insanlarımızın yaşamlarını yok eden, yoksulluğu her geçen gün katmerleştiren, gelir dağılımını sürekli olarak bozan sermayenin bunca zaman ayakta kalabilmesinin tek sebebi de budur. Kapitalistlerin o doymak bilmeyen iştahları ancak adım adım hayata geçirilebilecek bir örgütlenmeyle engellenebilir.
İç Güveysi Sendikalar
Bu taslak yasalaştığı takdirde, uygulamaya geçecek olan çeşitli çalışma biçimleri ve sözleşme türleri ile sendikaların yetki alması alabildiğine güçleşecek, sendikalaşma iyice zayıflayacak ve grev hakkı fiilen kullanılamaz hale gelecektir. Kısacası, yasa geçtiği takdirde işçi sendikalarının varlığıyla yokluğunun anlaşılamaz hale geleceği bilinmelidir.
Esneklik, artık fiilen, sendikaların zayıflığından yararlanılarak yaptırılan uygulamalar olmaktan çıkacak ve yasada yer alacak. Bu kavram kurumsallaştığı takdirde de emeklilik hakkından sağlık sigortalarına varıncaya dek pek çok alanda gerilemeler görülecek.
Günlük çalışma süresinin özellikle tekstil ve benzeri sektörlerde yasal sınırları aştığını biliyoruz. Ancak sendikalı işyerlerinde hâlâ yasal mesai saatlerine uyuluyor. Buna göre günlük 7.5 saati ve haftalık 45 saati aşan çalışmalar fazla mesaiden sayılıyor. Taslakta haftalık çalışma saatleri arttırılmamakla birlikte günlük “normal” çalışma süresi 12 saate çıkartılıyor. Yani, işçilerden neredeyse normal mesainin iki katı günlük çalışma talebinde bulunuyor patronlar. Üstelik bunun için herhangi bir fazla ücret hakkı olmadan!
Çalışma süresinin ve biçiminin işyerinin ihtiyaçlarına göre ayarlanması patronların yasal bir hakkı oluyor. Bu fiilen patronun sendika müdahalesi olmadan istediğini istediği kadar çalıştırması anlamına gelecek.
İşyerinin tanımı değişecek. Bugünkü yasaya göre, işyerinin bulunduğu yerin adresinin iş sözleşmesine yazılması bir mecburiyet. Bu, işçiye eğer işyeri başka bir belediye sınırlarına taşınırsa tazminat alarak istifa etme hakkı sağlıyor. Yeni taslakta ise, “İşyerinin adresi Türkiye’dir” diyerek işçinin haklı fesih tazminatından yararlanmasının önüne geçiliyor.
İşçi sınıfının büyük bir yaratıcılıkla “modern amele pazarı” olarak tanımladığı ve taslakta “ödünç iş ilişkisi” olarak geçen bir uygulama başlatılmak isteniyor. Bunun anlamı, senin yanında çalışmaya başladığın kapitalistin, gerektiğinde, veya canı istediğinde ya da işler azaldığında seni bir başkasına kiralamasıdır. Kiralamanın koşullarını belirlemek tamamen iki patronun anlaşmasına bağlı olacak ve işçinin mutabakatı aranmayacak.
Aynı maddenin devamında, sadece işçinin kiralanmasından değil, işyerinin bir kısmının da bir başkasına devredilmesinden bahsediliyor. Bu, üstü kapalı bir madde gibi görünmesine rağmen, bugün yetkili bir sendikal örgütlülüğün önündeki en büyük engellerden biri olan müteahhit, taşeron uygulamasının yasal bir kılıfa kavuşmasına yol açacaktır. Sendikanın ve mücadelenin gücüne bağlı olarak zaman zaman taşeron çalışanları kadrolu yapılabiliyor ve sendikal kazanımlardan yararlanmaları sağlanıyordu. Taslakta ise, müteahhitlik artık yasal bir konuma kavuşturuluyor.
Mevcut yasamızda haftalık çalışma süresi olan 45 saat, işyerinin durumuna göre haftanın 5 veya 6 gününe bölünebilir. Haftasonu tatili ise Cumartesi saat 13’ten sonra başlar. Haftanın son günü olan Pazar, her çalışan için tatildir. Yasa, haftada 1 gün olan tatilimize dokunmuyor, ama, tatilin Pazar günü olması şartını ortadan kaldırıyor. Aynen sömürünün en yoğun yaşandığı hamburgerci dükkânlarındaki çıraklar gibi, bazen Salı, bazen Cuma veya herhangi bir diğer gün tatil yaptırılmasının yolunu açıyor.
Özellikle çalışma saatlerinde esnemenin ve çay, yemek vs. molalarının topluca değil farklı gruplar halinde yapılmasını istemelerinin ana nedeninin, işçilerin bir arada geçirdiği zamanı olabildiğince daraltmak olduğu açık. İşçiler, en yoğun iletişimi bir arada bulundukları zamanın çokluğuyla doğru orantılı olarak yaşarlar. Bu saatlerin azalması, işbirliğinin önüne engel olarak çıkacaktır.
Bu yazı boyunca hiç bahsetmediğimiz bir diğer tehlike de taslakta “kıdem tazminatı” hakkına ilişkin olarak planlananlar. Ekonomik mücadeleyi demokratik hakların korunması çabasıyla her zaman kaynaştıramayan işçi sınıfımızın olumsuz özelliklerinden birisini de, doğrudan ve yakın bir parasal tehlike olmadıkça, harekete geçmekte acele etmemesi oluşturur. Kıdem tazminatı konusunda sıkça sorulan sorular bunun en bariz kanıtı. Neredeyse ezici bir çoğunluğun taslak hakkında sorduğu soru, kıdem tazminatının geleceğine dair olmuştur.
Aslında taslağı hazırlayan kurul kıdem tazminatının nasıl çözüme kavuşturulacağını belirleyemedi. Sözde uzmanlar bu konuda fikir ayrılığına düştüler. Bu konuda iki farklı görüş öne sürüldü. Henüz hangisinin yürürlüğe gireceğine karar verilemedi.
Mevcut yasaya göre, sigortalı bir işçi, 1 yıl çalıştıktan sonra kıdem ve ihbar tazminatına hak kazanıyor. Daha sonra da çalıştığı her yıl için 30 günden hesaplanmak üzere kıdem tazminatı alıyor.
Şimdi bu konuda sermaye sözcüleri iki yaklaşım öne sürüyorlar.
Birincisi, 30 gün olan yıllık tazminatın 15 güne düşürülmesi. Böylece işçinin hakkı otomatik olarak yarı yarıya azalacak. Diğer hükümler aynen bugünkü gibi kalacak.
İkincisi ise, kıdem tazminatına özel bir fon kurulması görüşü öne sürülüyor. Buna göre, bir işçinin kıdem tazminatına hak kazanması için şu anda 1 yıl prim ödemesi gerekirken, taslakta bu süreyi 10 yıla (yazıyla on yıla) uzatmayı planlıyorlar. Toplanan primlerin geri ödemesini ise ancak emeklilik (yaşlılık), malullük, ölüm hallerinde yapmayı tasarlıyorlar. Böylece, patronların kıdem tazminatı ödeme yükümlülüğün ortadan kalkacağı ve işçinin çok daha kolay gözden çıkartılabileceği hesap ediliyor. Bu şekliyle geçtiği takdirde, ülkenin koşullarını bilenler açısından hiçbir işçinin bundan sonra kıdem tazminatı alamayacağını öngörmek zor olmasa gerek.
Zaten, İş Güvencesi yasası çıkarken, sermaye örgütleri bu yasanın ancak kıdem tazminatı ortadan kalktığı takdirde geçerli olması konusunda çok ısrarlıydılar. Gerekçeleri de, işgüvencesi yasası çıktıktan sonra kıdem tazminatının bir nevi işgüvencesi olarak kullanılmasına ihtiyaç kalmamasıydı. Kıdem tazminatının bir nevi iş güvencesi olarak görüldüğü konusunda haklılar. Kıdem tazminatı çok güvenilir olmasa da, işçi sayısını azaltmak isteyen patronların önünde bir engel teşkil ediyor. Hele de toplu işten atılmalarda ödenecek paraların miktarı, dönem dönem işverenlerin daha ikircikli davranmasını sağlamıştır.
Peki, bu kadar kötülemeden sonra, taslakta hiç mi iyi bir şey yok sorusuna, “evet, 1 adet olumlu madde bulduk” cevabını verebiliriz. O da şu:
Patronlar özellikle kriz dönemlerinde ücretleri geç ödemeyi bir alışkanlık haline getirmişlerdi. Taslak, böylesi durumlar için işçilerin yapabileceği bir şeyler öngörmüş. Buna göre, ücret ödeme gününden itibaren 10 gün içinde ücretler alınamazsa, işçiler çalışmayabilecek. Bu eylem toplu yapılsa dahi, yasadışı grev sayılmayacak.
Bu maddeye dayanarak Refik Baydur, dalga geçer gibi “hak grevi deyip dururdunuz, alın işte size hak grevi” diyor. Bunu söylerken eski tartışmalara göndermede bulunuyor.
İşçi sınıfının en başından beri ısrarla öne sürdüğü taleplerden birisi hak grevi ise, diğeri siyasi grevlerdir. Çünkü, siyasi iktidara, medyaya, üretim araçlarına sahip olmayan işçi sınıfının elindeki en büyük güç üretimden gelen gücüdür. Yani, üretimi durdurma ve mallar ile hizmetlerin dolaşıma sokulmasına engel olma gücüdür.
Bu durumu bilen burjuvazi ise, en başından beri işçilerin bu silahı kendi çıkarı için kullan-
masının önüne bin bir türlü engel koymuştur. Bugün dahi, TİS uyuşmazlığına karşı greve çıkmak isteyen bir sendikanın önüne çok dolambaçlı hukuki prosedürler çıkartılıyor. Taslakta bahsi geçen “hak grevi” uygulamasının ise, gördüğümüz gibi işçi sınıfının ihtiyacıyla hiçbir ilgisi yok. Bir ay boyunca çalıştıktan sonra ancak karnını doyurmaya yarayan ücretini dahi alamayan bir işçinin, o da ancak 10 gün geçtikten sonra, isterse kullanabileceği bir eylem şekli.
Bu Yasayı Çöpe Yollayalım
Değiştirilmek istenen 1475 sayılı İş Kanunu, eğer 12 Eylül öncesiyle kıyaslanırsa, işçilerin haklarını büyük ölçüde budayan bir kanundur. Özellikle, belli açılardan eskiden de bulunan ve işverene çalışanı sorgusuz sualsiz işten atma hakkı veren 13. ve 17. maddeleri içermesi bu kanunu başlı başına sakat saymamıza yol açar. Şimdi yasalaştırılmak istenen taslak ise işçi sınıfını, bugüne dek değiştirilmesi için mücadele ettiği yasayı savunmak zorunda bıraktı.
Türkiye işçi sınıfı, hem bu taslağı hem de beğenilmeyen mevcut yasayı çöpe yollama gücüne sahiptir. Bunun için en başta yapılması gereken şey, sendikal hareketin işçi sınıfı hareketi haline dönüşmesi için gereken adımların atılması olmalıdır. Türkiye’de, sendikalarla işçi sınıfı hareketi arasındaki açının çok açılması, sorunların başlangıcını oluşturuyor. Bu sorunun çözümü için ilk adım sendikal hareketin kökten bir yeniden yapılanma tartışmasını başlatmaktan geçiyor.
Fakat, karşımızda, durumlarından hoşnut sendikacılardan oluşan profesyonel bir topluluk var. Uzun müddettir, sendikal hareket içinde yer alan sendikacıların sağcı mı yoksa solcu mu olduklarını anlamanın tek yolu bu soruyu doğrudan kendilerine sormak oldu. Yani, bu insanların eylemlerine, söylemlerine, tutumlarına ve duruşlarına bakarak işçi sınıfı bilimini benimseyip benimsemedikleri anlaşılamıyor. Mücadele anlayışları o denli aynılaşıp benzeşmeye başladı ki, aralarındaki fark iyice silikleşti, hatta yer yer yok oldu.
Dolayısıyla, sosyalistlerin müdahalesinden uzak yaşamaya başlayan bir sendikal hareketin, sadece kendi iradesiyle köklü bir yeniden yapılanma tartışması başlatmasını ummak hayalcilik olur. Emek hareketinin bir balon gibi şişirilemeyeceğinden yola çıkarak, sendikal hareketin gerçek anlamda bir hareket niteliği taşıması için tekrardan örgütlü işçi sınıfıyla buluşmanın yöntemleri bulunmalıdır. Yığınları sosyal adalet çerçevesinde harekete geçirecek, köklü bir toplumsal dönüşüm talep edecek, işçilere ve farklı toplumsal kesimlere heyecan verecek bir sendikal hareket yaratılmalıdır.
Sınıf atlamış yöneticilerin ya yok edildiği veya öncü işçilerle birlikte hareket etmeyi kabullendiği ve sendikaların öncü aktif işçiler tarafından yönetildiği bir güce erişme hedeflenmek zorunluluğu önümüzde duruyor.
Bugün, mevcut yönetici sendikal kadrolar ayaklarının altındaki toprağın kaymakta olduğunu görmekten aciz durumda. Yeni iş yasası taslağı için gösterilen tepkilerin azlığı bile bunun en büyük kanıtlarından birisi. Bu bürokratik yapılanmalar, yok olma tehlikesiyle yüzleşmekten o denli korkuyorlar ki, mücadele etmektense yavaş yavaş gelen bir ölümü kabul ediyorlar.
İşçi sınıfının ve öncü kadroların görevi, acilen emek hareketi içinde kökleşmiş, tüm eylemlerde aktif, işçi sınıfının içinden çıkmış ve bizzat işçi sınıfını yansıtan sol bir ses yaratmaktır. Bu gür sesin hedefi de sadece işçi sınıfını değil, emek hareketinin bütün bileşenlerini emeğin kurtuluşu doğrultusunda harekete geçirmek olmalıdır.
1475 SAYILI İŞ YASASI ÖN TASARISI
Çalışma Bakanlığı tarafından görevlendirilen 9 öğretim görevlisinden oluşan Bilim Kurulu’nun hazırladığı İş Yasası’ndaki değişiklikler, işçi sınıfına en çok zarar verecek yönleriyle, özet olarak aşağıda yer alıyor. AB normlarına uygun hazırlandığı belirtilen Taslak, çalışma ilişkilerini tümüyle değiştiriyor. Çalışma hayatı esnekleşiyor, kıdem tazminatının niteliği değişiyor, işverenin sözleşme özgürlüğünü genişletiyor. Çeşitli çalışma biçimlerinin işverence tek taraflı belirlenmesine fırsat veriyor. Toplu sözleşmelerin önemini yok ediyor. Sendikalar işlevsiz kalıyor ve sembolik bir anlam taşımaya başlıyor.
Alt işveren asıl işverenden bağımsız olarak kabul
edilmekte, alt işverenin taraf olduğu toplu iş sözleşmesi varsa işçilerin bu
sözleşmeden yararlanmaları öngörülmektedir. Asıl işverenin taraf olduğu
sözleşmeden yararlanmaları engellenmektedir.
İşyerinin bir bölümünün veya
bütününün başka bir işverene devri halinde işçi, iş akdini haklı sebeple
feshedemeyecektir.
Ödünç iş ilişkisi ile işçi, başka bir işverene ödünç olarak
verilebilecek, bir anlamda emek alınır-satılır hale getirilecektir. Ödünç iş
ilişkisi, aynı zamanda grev kırıcılığına yol açacaktır.
İş sözleşmeleri
belirli, belirsiz, tam süreli, kısmi süreli, deneme süreli veya diğer türde
olabileceği belirtilerek esnek istihdam amaçlanıyor. Belirsiz süreli akit
dışında çalışanlar 4773 sayılı İş Güvencesi Yasasından yararlanamıyor.
Taslakta çağrı üzerine çalışma hükümleri düzenlenmekte, haftalık 10 saatlik
çalışma biçimi öngörülmektedir. Bu iş ilişkisinde, çalışanlar sigorta, sendika,
sosyal kazanım, her türden yardım gibi haklardan da yararlandırılmıyor.
Deneme
süresi 1 aydan 2 aya çıkarılmakta; bu süreyi toplu iş sözleşmeleri ile 4 aya
kadar uzatabilme olanağı getirilmektedir.
İş Güvencesi Yasasındaki hükümler İş
Yasası Ön Taslağına eklenerek, dava sonunda işe iade kararına rağmen işveren
işçiyi işe almaz ise, ödenecek tazminat miktarının mahkeme kararında yer alması
öngörülmekte ve işverene seçim hakkı tanınmaktadır.
Kıdem tazminatı konusunda
alternatif metinler hazırlanmıştır. Yasada 30 gün olan kıdem tazminatının 15
güne dönüştürülmesi veya yalnızca emeklilik, malullük, ölüm ve toptan ödeme
halinde kıdem tazminatlarının oluşturulacak bir fondan ödenmesi hükmü
getirilmektedir. Fonun nasıl kurulacağı ve çalıştırılacağı ayrı bir yönetmelikle
belirlenecek.
İşyerlerinde özürlü ve eski hükümlü çalıştırma oranı %3’ten,
%2’ye düşürülmektedir.
Fazla çalışmalarda, işçiye isterse fazla çalışma ücreti
yerine “serbest zaman” verilmesi öngörülmektedir.
Haftalık çalışma saati 45
saat olarak kaldı. Ancak günlük çalışma süresi 7,5 saatten 12 saate çıkarılarak
esneklik sağlanmıştır.
Denkleştirme çalışması denilen düzenleme ile haftalık
çalışma süresinin haftanın çalışılan günlerine günde 12 saati aşmamak üzere
dağıtılmasına olanak sağlamakta ve bu çalışmalarda fazla mesai ücreti
verilmemektedir.
İşverenin talebi ile telafi çalışması yapılması öngörülmekte
ve bu çalışmalarda fazla mesai ücreti ödenmemektedir.
Kriz dönemlerinde
işverenin işçiye ücret ödeme yükümlülüğü kaldırılmakta, işsizlik sigortası
primlerini ödemiş olmak koşuluyla işçiye “kısa çalışma ödeneği” verilmesi
öngörülmektedir.
Taslakla özel istihdam bürolarının kurulmasına olanak
sağlanmaktadır. Bu büroların işçilerin ücretlerinin bir kısmını almak koşuluyla
iş ve işçi bulmaya aracılık etmesi çalışanların aleyhine bir düzenlemedir.
İşyerinde sendika temsilcilerinin bulunmadığı hallerde işçi temsilcilerinin
atanması öngörülüyor.