Sosyalist Dergi: 16 |  Fatih Aydın |
Sendika Genel Kurullarının Gösterdiği
Yeni Umutlar


     Geçen yazdan bugüne gelinceye kadar Türkiye'nin belli başlı sendikalarının genel merkez kongreleri yapıldı. Bunların bir kesiminin genel merkez yönetimlerinde değişiklikler oldu. Türk-iş ve DİSK kongreleri öncesinde, sendikal hareketin yakın dönemde alacağı şekli belirleyebilecek önemde değişim beklentisi içine girilen bir süreç yaşandı ülkemizde. Sendikalarda böylesine bir değişim beklentisinin haklı noktaları da var. Çünkü, Türkiye işçi sınıfının sorunları daha önce neredeyse hiç olmadığı kadar arttı. Bu sorunların çözümünün de mevcut statükocu yapılar eliyle kotarılmasının mümkün olmadığı daha görünür hale geldi. Çözüm yolunda bir adım atılabilmesi için öncelikle çözümü ihtiyaç olarak görmek ve bu alanlarda kafa yormak gerektiği daha geniş kesimlerce kabul ediliyor artık.


     Sendikal hareketin karşı karşıya kaldığı sorunları akla gelen şekilde sıralayacak olursak, Türkiye'de kamu işçileri arasında örgütlü sendikaları üyeleri itibariyle doğrudan ilgilendiren özelleştirmeler, hemen ardından yeni iş kanunu dayatmaları; onun ardından hız kesmeyen işten atmalar; esnek üretimin getirdiği inanılmaz iş yorgunluğunun huzursuzluğu; çalışan aktif nüfusun yüzde 10'unu bulan işsizlik; sendikal barajlar sorunu; yeni sendikalar kanununun hazırlıkları, kıdem tazminatını yok etme girişimleri gibi dertler birikti, birikti ve bugüne geldi. Bunların dışında doğrudan sendikal hareketin sorunları gibi görünmemesine rağmen, ezilen ulusların kültürel ve siyasal hakları sorunu, barış sorunu, bir komşumuzun bize de sıçrayabilecek bir işgal operasyonuna maruz kalması, devrimci muhaliflerin tecrit koşullarına mahkum edilmesi, yeni YÖK yasa tasarısı vs. de eklenebilir.
     Elbette tüm bu sorunların, yıllardır ücretini alabilmeyi başardığı zaman bile mutlu olması öğretilen bir sınıfın şu anda başında bulunan sendikal önderlikler tarafından çözülemeyeceği de açıkça görülüyor. İşte, sendikaların genel merkez seçimlerinde bu türden sorunları çözebileceği varsayılan yeni sendikal kadroların yönetimlere geleceği beklentisi mevcuttu. Tekel'in özelleştirilmesine karşı sesini çıkartmayan, re'sen emekliliğe sevkedilen üyeleri için itirazda bulunmayan, üyelerinin zaten bir süre sonra o da özelleştirilecek başka işletmelere naklini başarı olarak sunan Tek Gıda-iş'in; kendisini sadece özelleştirme karşıtlığına hapsetmiş bir görüntü veren Petrol-iş'in; MESS grup sözleşmelerine itiraz edemeyip Türk Metal'in arkasına takılmayı tek doğru politika belleyen Birleşik Metal-iş'in; hemen hemen hiçbir toplumsal sorunda ortada görünmeyen Belediye-iş'in ve ondan farksız Genel-iş'in merkez yönetimlerinin ve bunlara bağlı olarak Türk-iş ve DİSK'in üst yönetimlerinin değişmesini beklemek artık doğal bir son gibi gelmeye başlamıştı.
     Türkiye'de işçilerin sesinin çok çıkmadığı ve örgütsüz olduğu çok sık tekrar ediliyor. Tekrarın sıklığının, bu durumun "hakiki" gerçek olmasını sağlayan yanıltıcı bir işlev gördüğünü söyleyebiliriz. Çünkü, işçiler neredeyse ülkenin dört bir yanında, hem de kesintisiz ve her gün mutlaka bir eylem, direniş, iş bırakma, sessiz tepki, grev ve benzeri bir faaliyet içindeler. O yüzden, sessizleşen bir işçi sınıfından çok, örgütsüz ve tepkisini tek hedefe yöneltmeyi başaramamış bir sınıftan söz etmek daha doğru olur. İşçi sınıfı değerlendirilirken bu küçük, ama önemli ayrıntının unutulmaması gerekiyor. Çünkü, önümüzdeki dönemde gücünden bir şey yitirmeyen, sınıf olma özelliğini de kaybetmeyen işçi sınıfının yeniden sosyalistlerle buluşabilmesinin yolu bu gerçeği kavramaktan geçiyor.
     Ülkemizin Çerkezköy, Tekirdağ, Gebze, Kocaeli, Adapazarı, Bursa, Manisa, Uşak, Çukurova, Gaziantep havzalarında dev işçi yatakları oluşmuş durumda. Bu bölgelerde tekstilden, petro kimyaya, metalden, enerjiye varıncaya dek onlarca işkolunda yüz binlerce işçi çalışıyor. Bu işletmelerin kimisi birbirine çok yakın alanlarda bulunurken, kimileri de doğrudan organize sanayi bölgelerinde farklı dalları olan tek bir fabrika gibi çalışıyor.
     İşçilerin bu denli birbirleriyle iç içe çalışması, batıda ve ülkemizde 70'lerin sonlarına dek devam eden üretim tarzının doğal sonucu olan büyük işçi yataklarının oluşmasını sağlıyor. Artık, dünyada ve ülkemizde fordist üretimin sonlanmasının ardından dev işletmelere olan ihtiyacın azaldığı kapitalizmin bugünkü gerçeğidir. Aynı şekilde, örneğin geçmiş dönemde İstanbul'da Kağıthane, Haliç bölgesinde yoğunlaşan fabrikaların ortadan kalktığı, Eminönü, Cağaloğlu civarında kümelenen küçük işletmelerin yerlerini turistik otel ve lokantalara terk ettiği de doğrudur. Ama, aynı işyerlerinin benzerlerinin, rant geliri iyice yükselen şehir içlerinden uzaklaştığı ve kendilerine toprağı daha ucuz, enerji temini daha rahat, ulaşımı daha kolay, yaşamak için gereken temel ihtiyaçların nispeten daha düşük maliyetle elde edildiği, dolayısıyla çalıştırılan işçinin emeğinin gelişmiş bölgelere göre daha düşüğe mal edilmesinin mümkün olduğu yeni yerlere gittiği de bilinmektedir. Kabaca 20-25 yıl önce başlayan bu yeni yerlere gitme faaliyeti sonucunda, belki büyük şehirlerin içinde değil, ama hemen yanı başında yeni işçi yatakları, yeni mücadele alanları yaratılmış oldu.
     Bu kez geçmişten farklı olan ne sorusuna, geçmişte aynı işyerinde binlerce işçi çalışıyordu; bu kez aynı işyerinde değil ama, aynı alanda, havzada, bölgede binlerce işçi çalışıyor cevabı verildiği takdirde, nasıl bir sendikal anlayışla nasıl bir örgütlenme sorusunu cevaplamak da kolaylaşacaktır.
     Şimdi, kimi sendikaların genel merkez kongrelerinin bu şartlar altında nasıl bir seyir izlediğini aktaralım. Kuşbakışı yapacağımız değerlendirmelerle, kapitalizmin yeniden yapılandığı günümüz koşullarında değişen işçi, işgücü, işletme realitesinin sendikal örgütlülüğe ne ölçüde yansıdığını görmeye çalışalım.

     BELEDİYE-İŞ
     Türkiye'nin belediyelerde ve genel hizmetler kolunda örgütlü sendikalar arasında en büyüğü Belediye-iş, onlarca şubesi ve binlerce üyesiyle bir zamanlar siyaset sahnesinde sesi en fazla duyulan sendikalardan biriydi. Bağlı olduğu işkolu ve üyelerinin yapısı nedeniyle yerel yönetimlerin değişiminden en fazla etkilenen de yine bu sendikadır. Yeni seçilen belediye başkanının siyasi tercihleri, çoğunlukla belediye çalışanlarının da siyasi tercihlerini o doğrultuda yapmaları sonucunu doğurmaktadır. Sendika açısından büyük illerde bu sorunun üstesinden gelmek nispeten daha kolay olmasına rağmen, küçük ilçelerde ve beldelerde eş, dost, ahbap ilişkileri klasik anlamda emek-sermaye cepheleşmesinin önünde en büyük engeldir.
     Belediye-iş sendikası, yıllardır, ödenmeyen maaşlar, ödenmeyen ikramiyeler, taşeronlaşma sorunlarının yanısıra, belediye başkanlarının çalışanları kendilerine yakın olan sendikaya üye olmaya zorlamalarına karşı da mücadele yürütüyor. Bunun en bariz örneğini İstanbul'da yaşadık. Refah'lı belediye başkanları, işçileri Belediye-iş'ten istifa edip kendilerine siyaseten daha yakın olan Hizmet-iş'e üye olmaya zorlamışlardı. Bu da, yıllar süren bir yetki sorunu yaratmıştı. İşçiler uzun müddet yetki sorunu nedeniyle toplu sözleşme yapamamış ve mağdur olmuşlardı.
     Belediye-iş sendikasında halen genel başkanlığı sürdüren Nihat Yurdakul, siyasal tercihi ön planda olan sendikacılardan değil. Nihat Yurdakul, Belediye-iş'in merkezi yapısını güçlendirdi. Yurdakul'un 2003 sonunda yapılan Türk-iş kongresinde aday olma niyeti bulunuyordu. Bu nedenle sendikanın kongresi vaktinden önce, 2003 Haziran ayında yapıldı. 9 kişiden oluşan genel merkez yönetim kuruluna Yurdakul'un listesi seçildi. Yurdakul açısından rahat bir kongre yaşandı. Bir önceki yönetim kurulu ile yeni yönetim arasında hiçbir değişiklik olmadı. Aynı insanlar geldi.
     Belediye-iş sendikasının genel merkezi eskiden İstanbul'da idi. 1990'ların ortalarında merkez Ankara'ya alındı. Belediye-iş açısından bir anlayış değişikliğine işaret eden bu durum, sendikanın aktif politikadan yavaş yavaş çekilmesine de yol açtı. Ankara'ya gitmek, işçi eksenli siyasetin merkezinden bürokrasi eksenli bir yere gitmek anlamını taşıyor. Sendika, çok uzun zamandır aynen diğer sendikalar gibi içine kapanmış vaziyette. Yerel demokrasi platformlarında, güç ve eylem birliklerinde genel merkezin herhangi bir katkısı bulunmuyor. Bu alanlardaki mücadele, ilgili şubenin yönetim yapısına bağlı olarak artıyor veya eksiliyor. Halbuki, yurttaşların yaşamında merkezi idareden daha çok yerel yönetimlerin rol sahibi olduğu düşünülürse, aktif bir belediye çalışanları sendikasının ülkenin siyasal düzenine büyük katkı koyacağı açıktır. Bu nedenle, pasifleşen bir Belediye-iş sol muhalefetin kayıpları arasında değerlendirilmelidir.

     TEKGIDA-İŞ
     Tütün ve gıda mamulleri işkolunda örgütlü olan sendika, bu sektörün en büyüğü. En büyük işyeri, 20 binden fazla insanın çalıştığı Tekel işletmesi. Tekgıda-iş sendikası da neredeyse tüm üyelerini kamudan sağlıyor. Bu nedenle özelleştirme kapsamına alınan Tekel, sendikayı çok yakından ilgilendiriyor. Kamuda örgütlü sendikalar açısından bir genelleme yapmamıza izin verirseniz, bu sendikaların hak alma bilincine ilişkin en yaygın tavırları, siyasilerle, bürokratlarla iyi ilişkiler kurmakla sınırlıdır. Ne yazık ki, Tekgıda-iş sendikası da bu sakat anlayıştan çok uzak bir yapıda değil. Tekgıda-iş, buna rağmen, yapıları elverdiğince devletten daha bağımsız tavırlar alabilmişti. Kamu işletmeciliğini geliştirme vakfı olarak kurulan KİGEM'in bir dönem en büyük destekçilerindendi.
     Tekel'in özelleştirilmemesi için yıllardır araştırmalar yapan, tütün üretiminde yabancı tekellerin hakimiyet kurmaması için lobi faaliyetleri yürüten sendika, ne var ki, bir süredir yolun sonuna gelmiş görünüyor. Geçen dönem sendikanın genel başkanlığını yürüten Hüseyin Karakoç, özelleştirmelere karşı merkezi bir ses çıkartabilmek amacıyla Türk-iş yönetimine gelmiş ve Türk-iş genel sekreterliği görevinde bulunmuştu.
     Ancak, zorla emekliliklere karşı sessiz kalınması, kimi işyerlerinden işten atılmaların yaşanması, pek çok bölge işletmesinin kapanma kararlarının alınması, Hüseyin Karakoç'a karşı tepkileri arttırmıştı.
     Belki bu tepkileri azaltmak, belki yeni bir hamleye başlamak üzere, sendikanın genel merkezi tarafından 2003 yazında İstanbul'dan Ankara'ya bir protesto yürüyüşü düzenleme kararı alınmıştı. Yürüyüşe İstanbul Cevizli'de bulunan sigara fabrikasından başlanması öngörülmüştü.
     Yürüyüş ne basında, ne de işçiler arasında yeterli yankıyı bulabildi. Çünkü, amacın sonuç alıcı bir etkinlik yapmaktan ziyade, oluşan tepkileri gidermek olduğu daha ilk günkü yürüyüşün hazırlığından bile belli oluyordu.
     Uzun sürecek bir eylemi başlatmaya niyetlenen bir sendika, mutlaka bunun ön hazırlığını da yapmak zorundadır. Yoksa, 500 kilometrelik bir yürüyüş için ara duraklar iyi tespit edilmez ise, duraklardaki yönetici, temsilci ve üyelerle önceden toplantılar ve hazırlıklar yapılmaz ise, elbirliğiyle bu işin kotarılacağı bilinci verilmez ise, sonuçta, bir grup insanın kısa süreli yorgunluğundan başka bir şey çıkmaz.
     Cevizli'de yürüyüş başlarken, işçilerin sloganlarının bir bölümü "bu halk, bu vatan satılık değil" diyerek siyasi iktidara yönelirken, diğer kısmı ise "bizi satanı biz de satarız" gibi sendikayı hedefliyordu. Yürüyüşü başlatmak için orada kürsüye çıkan Karakoç'a, "bu özelleştirmeleri nasıl durduracağız" sorusu gelince, Karakoç, "işte Ankara yürüyüşünü bunun için yapıyoruz; herhalde bizi göreceklerdir" diye kaçamak bir yanıt verdi. Bunun üzerine, normalde böylesi bir eylem öncesi birbirine kenetlenmiş olması gereken kitle, "şalter inecek bu iş bitecek" sloganı atmaya başladı. İşçiler tepkilerini kendilerini aldattıklarını düşündükleri başkanlarına yöneltmişlerdi. Orada bunun üzerine yöneticilerle işçiler arasında küçük de olsa bir tartışma başladı. İşçiler tepkilerinde haklıydılar, çünkü, yürüyüşçüler de tamamen sembolik ve bir avuç profesyonel yöneticiden oluşuyordu.
     Sonuçta, hemen hemen hiçbir önemli miting, basın açıklaması yapmadan, işletmeleri harekete geçirmeden, diğer sendika ve demokratik kitle örgütleriyle buluşma yolları aranmadan, hatta genel sekreterliğini yürüttüğü Türk-iş konfederasyonunu dahi işin içine katmadan başlatılan yürüyüş birkaç gün sonra Ankara'da sessiz sedasız son buldu.
     Bu olayların birikmesi, Karakoç'a karşı tepkilerin artmasına ve şube seçimlerinin onun aleyhine sonuçlanmasına yol açtı. Normal şartlar altında, oluşan bu tepkinin bir anlayışı ortadan kaldırması ve yeni misyona sahip bir yönetici grubunu başa getirmesi gerekirdi. Ama, 26-28 Eylül 2003 tarihinde yapılan kongrede, kaybeden sadece genel başkan oldu ve yerine Korkut Güler seçildi. Diğer yöneticiler ise görevlerinde kaldılar.
     Tekgıda-iş açısından ilginç bir ayrıntıyı atlamayalım. Karakoç, söylediğimiz gibi Türk-iş'in genel sekreteriydi. Sendikasında başkanlığı kaybettikten sonra, son anda ortaya çıkan bir senaryo sonucunda Türk-iş genel sekreterliğini de kaybetti. Onun yönetimde boşalttığı yere, eski kadrosundan Tekgıda-iş'in şimdiki genel sekreteri, Türk-iş eğitim sekreteri olarak geçti!
     Tekgıda-iş, Tekel'in özelleştirilmesinde sorunlar yaşamaya devam ediyor. Mevcut yönetim AKP ile arayı bozmamak adına, işyerlerinin kapanmasına ses çıkartmıyor, Tekel'in adım adım tasfiye edilmesine göz yumuyor. Üyelerinden bütünsel bir tepki olmadıkça da, bu tutumlarını değiştireceklerine dair bir işaret görünmüyor.

     PETROL-İŞ
     Petrol, kimya, lastik, plastik, ilaç sektöründe örgütlü olan sendika, bu işkolundaki iki sendikadan biri (diğeri Lastik-iş) ve büyük olanıdır. POAŞ'ın Aydın Doğan'a satılmasının ve buralarda yaşanan sendikasızlaştırmanın ardından, Tüpraş ve Petkim gibi dev işyerlerinin de özelleştirme takviminin açıklanması, hatta Tüpraş'ın Zorlu grubuna satılması, Petrol-iş sendikasının da daha hızla harekete geçmesini sağladı. Gerçi zaten Petrol-iş özelleştirmelere en başından itibaren karşı çıkan sendikalarımızdan biridir. Araştırmalar yapar, kamuoyunca bilinen ve tanınan yayınlara sahiptir. Daha mücadeleci bir işçi profiline sahiptir. Bunun doğal sonucu olarak da hareketlidir. Sendikasızlaştırmalara karşı çoğunlukla olumlu bir tutum almıştır. Siyasal konularda duyarlıdır.
     Petrol-iş 2003'ün hemen başında etkili bir özelleştirme karşıtı kampanya başlattı. Profesyonel katkıların da alındığı bu kampanya, hedefini özelleştirme karşıtlığı ile Irak'ın işgal edilmesi öncesinde yükselen savaş karşıtlığını birleştirmek olarak belirledi. Kampanya tuttu. Hem sol, demokratik kamuoyunun savaş karşıtı duyarlılığı, hem aynı kesimlerin özelleştirmelere de aynı ölçüde karşı oluşu, üstüne Petrol-iş'in olumlu imajı ile birleşince, siyasilerin dahi itirazlarının çok yükselemediği bir süreç yaşandı. Toplumun geniş kesimleri Petrol-iş'in adını duydular, öğrendiler. Özelleştirmeler tekrardan yaygın kesimlerin gündemine girdi.
     O kampanyanın eleştirilebilecek tek boyutu, sendikaların bir ürün pazarlamadıkları gerçeğini yeterince kalın çizgilerle belirtmemiş olmasıdır. Piyasaya yeni çıkacak bir şampuanın adını duyurmak için reklam kampanyası gerekli ve yeterli etki sağlar. Ama, özelleştirmeleri veya işten atılmaları durdurmak için, birer mücadele örgütü olan (olması gereken) sendikalara isimlerini duyurmaktan çok daha fazlası gerekir. O gereken şey de doğrudan üyelerinin alanlara çıkması ve bizzat kendi hakkını aramasıdır. Yoksa yapılanlar, alemde hoş bir seda olarak kalmaktan öteye gitmez.
     Petrol-iş genel başkanı Mustafa Öztaşkın, genel kurula işte kamuoyundaki bu aktif, mücadeleci, başarılı sendikacı imajıyla hazırlandı. Dolayısıyla karşısına rakip olarak kimsenin çıkmayacağı tahmin ediliyordu.
     Bu esnada, 90'lı yılların başında yazdığı bir yazı yüzünden düşünce suçlusu olarak hapse atılan sendikanın eski genel başkanı Münir Ceylan, yıllar sonra yeniden sendikaya üye olmak ve genel kurulda da aday olmak için harekete geçti. Ceylan'ın haklı iddiası, kendisinin genel başkanlığının doğal olmayan yollardan bitirildiği ve bu nedenle yeniden delegelerin iradesine başvurmak istemesiydi. Ama, Petrol-iş yönetimi, normal şartlarda yasaları, tüzükleri zorlama pahasına Ceylan'ı üye yapması gerekirken, bugüne dek değişmesi için mücadele yürüttüğü anti demokratik yasaların arkasına sığındı ve Münir Ceylan'ın üyeliğini reddetti.
     Burada işin özü dışında bir konuya girmeyelim. Ama, sonuç olarak bakıldığında, kamuoyunda demokrasi mücadelesi yürütmesi ile ünlenen bir demokratik kitle örgütü, darbe yasalarından dolayı mahkum edilmiş bir üyesinin mağduriyetini gidermedi. Onu, üye yapıp seçme ve seçilme hakkını kazanmasını sağladıktan sonra genel kurulda sonuç almak yerine, sendikaların da "gerektiğinde" gerici yasalara sığınabileceklerini göstererek kötü bir uygulama başlatmış oldu. En azından, mevcut yöneticiler kötüye gidiş konusunda demokratik geleneğe sahip sendikalarla diğerleri arasındaki farkın silikleşmesine katkıda bulundular denebilir. Münir Ceylan, mahkemeler yoluyla üyelik hakkını kazandı; sendikanın en fazla üyeye sahip şubelerinden Batman'da delege seçildi ve kongrede genel başkanlığa aday oldu.
     Petrol-iş genel kurulu, işte böyle bir hava içinde, 3-5 Ekim 2004 tarihlerinde yapıldı ve mevcut yönetim hiçbir değişikliğe uğramadan yeniden seçildi. Münir Ceylan'ın listesi kaybetti.
     Bugüne dek özelleştirmeler için neredeyse bir kurum düzeyinde yapılabileceklerin tümünü yerine getiren yeni yönetimin, bundan sonrası için daha farklı yöntemler denemesi dışında bir çıkış yolu kalmadı. O yol da diğer sendikaların ve demokratik kuruluşların, özellikle sol örgütlerin bir cephe oluşturarak ortak eylemler geliştirmesidir. Ancak böylesi bir ortam yaratılabilirse, bunun yaratacağı siyasi havayla birlikte toplumda bazı kıpırdanmalar gerçekleştirilebilir.

     BİRLEŞİK METAL-İŞ
     Maden-iş ile 12 Eylül'ün yasaklı döneminde partili öncü kadroların ve bilinçli işçilerin tercihi olarak yükselen Otomobil-iş'in birleşmesinden doğan BMİS, en zorlu alanlardan birinde sendikacılık yapıyor. Metal işçilerinin ciddi bir mücadele deneyimi var. Disiplinli bir işçi profili vardır. Son dönemlere kadar, genellikle sol sendikacıların yönetimi söz konusu idi bu sektörde. Çünkü, hak almanın zor olduğu, patronlarla dişe diş mücadele gerektiren bir alan olduğu için, daha demokratik yapılanmalara sahip olan sendikalarda solcular hızla öne çıkabilmekteydi.
     Maden-iş sendikası, 80 öncesi işçi sınıfının yüzünü ağartan pek çok başarıya imza attı. Bunlar arasında en bilineni DGM direnişlerinde ön sıralarda yer almasıdır. Onun dışında ders niteliği taşıyan, Türkiye işçi sınıfı açısından kilometre taşı sayılan grevler örgütleyen bir sendikaydı.
     Bugünkü BMİS, elbette eskinin gücünden ve yaygınlığından uzak bir yapıda. Ne dönem o zamanın sosyal yapısını yansıtıyor, ne de toplumsal ve siyasal dinamikler değişmeden duruyor. Dolayısıyla, yeni dönemde, yeni dönemin gereklerine uygun bir tarz geliştirmeden zaten aynı etkinliğe kavuşmaları beklenemez. Toplumsal dinamiklerin farklı ve görece zayıf olmasının ötesinde, bugün BMİS'in karşısındaki en büyük engellerden biri Türk Metal sendikasıdır.
     Metal işkolunda örgütlü olan sendikalar içinde en büyüğü, çok uzun yıllardır başında Mustafa Özbek'in bulunduğu Türk Metal sendikasıdır. Bu sendika işverenlerle sıcak ilişki kuran (hatta, kucak kucağa demek daha doğru olur), tüm kademelerdeki yöneticilerini genel merkezden atamayla belirleyen, bir örgütten çok şirket görünümü taşıyan sendikalardan biridir. Türkiye'nin belli başlı metal fabrikalarında örgütlü olduğu için de, toplu sözleşmeler döneminde lokomotif işlevi görür. Bunun anlamı, Türk-iş'e bağlı Türk Metal sendikasının yaptığı sözleşmelerin, bu işkolundaki diğer iki sendika açısından da (DİSK'e bağlı BMİS ve Hak-iş'e bağlı Çelik-iş) bağlayıcı olmasıdır. Her ne kadar hukuki bir bağlayıcılığı olmasa da, sektördeki yoğun rekabetin zorlamasıyla, bir sendikanın yaptığı toplu sözleşme diğerleri açısından istense de istenmese de bir emsal oluşturduğu için, büyük çaplı değişiklikler elde edilmesi ancak büyük kavgalar verilerek mümkün olmaktadır.
     Metal sektöründe işçilere yarayan sözleşmeler imzalanması için öncelikle Türk Metal'in etki ve gücünün kırılması gerekiyor.
     Türk Metal'in şirketlere benzeyen yapısı onun içinde değişimler olmasını zorlaştırıyor. Ancak, Türk Metal'in tüm anti demokratik, hatta işçi düşmanı ve faşizan yönetim tarzına rağmen, bu sendika içinde de değişimler yapılabileceğini görmek gerekiyor. Örneğin 1998 yılında imzalanan toplu iş sözleşmesinin sefalet koşullarını dayatması, bir çok fabrikada birden işçilerin eşzamanlı tepkisi ile karşılaşmıştı. Bursa'da bulunan Tofaş, Renault gibi otomotiv işletmelerinin merkezde yer aldığı bu tepki, çok kısa bir zaman içinde İstanbul'da Packard işçilerinin ve buna bağlı İzmir'deki işyerlerinin katılmasıyla neredeyse Türk Metal'i bütünüyle sarsan bir ayaklanmaya dönüşmüştü. (Bu konuyu Packard işçileri açısından ele alan bir değerlendirme yazımız Ürün'de yer aldı. Ayrıntılar için bakılabilir.)
     Çok farklı örgütlerden bilinçli işçilerin öncülüğünde başlayan bu tepki, ne yazık ki, BMİS tarafından iyi değerlendirilemedi ve yapılan hesaplara göre 15-20 bin işçiyi kapsayabilecek bir potansiyel heba edildi. Ayrıntıları bir yana bırakılacak olursa, BMİS'in o dönemdeki yöneticileri, bu sayıda işçinin sendikaya gelmesine çok sıcak bakmadılar. Böylece, Türk Metal'in tüm şubelerinin sarsılmasına ve belki de kapsamlı bir nitelik değiştirmesine yol açabilecek tarihsel bir fırsat kaçırılmış oldu. Bu tutumun BMİS içinde de çok eleştirildiğini ve yönetim kurulunun yapılan ilk genel kurulda büyük oranda değiştiğini bu arada belirtelim.
     26-28 Aralık 2003 tarihinde yapılan Birleşik Metal-iş genel kurulu, biraz da bu tartışmaların uzantısı olarak şekillendi. Sendikanın bugüne dek yap(a)madığı örgütlemeler, Türk Metal karşısında aldığı (veya almak zorunda kaldığı) pasif tutum, daha mücadeleci bir sendikal anlayışa yapılan vurgular delegelerin eski yönetimi tümden değiştirmesiyle sonuçlandı. Gebze bölgesinde çalışan Adnan Serdaroğlu başkanlığında daha yeni bir kuşağın yönetime geldiği BMİS, genel kurul kararlarına bakıldığında daha politik bir söylem tutturacak. Sendikal hakların korunması ve geliştirilmesinden, AB üyeliğine varıncaya dek yuvarlak sözleri bir yana bırakıp daha köşeli bir tarz tutturulacağının işaretleri veriliyor. Bu tutumun işçiler arasındaki yansımalarını yakın dönemde görmeye başlayacağız.
     Yeni yönetimin bütün olumlu yönlerine rağmen birkaç uyarıda bulunalım. Yönetimde yer alan bilinçli, öncü işçilerimizin bu yeni dönemde dikkat etmesi gereken sadece işverenler cephesi değil. Mücadeleci sendikal anlayışları boğma konusunda açık işbirliğinden çekinmeyen sermaye, siyasi iktidar ve Türk Metal benzeri yapılanmalardan oluşan bir sacayağıdır. Eğer önümüzdeki yakın dönemde bu tehlikelere dikkat edilmezse, BMİS içinde oluşan olumlu havanın hızla aleyhe dönmesi kaçınılmaz olur. Çünkü, işçi sınıfı hareketi içinde yürütülen sendikal çalışmanın kendine özgü kuralları vardır. Toplumun genel çelişkilerini, inançlarını, geriliklerini doğrudan yansıtan işçi sınıfının hassasiyetleri ancak bilinçli işçilerin dikkatli yönlendirmeleriyle aşılabilir.
     BMİS seçimlerinden alınacak en büyük ders, işçi sınıfı içinde emek-sermaye çelişkisini ana ekseni yapan sınıf ve kitle sendikacılığı esasıyla yürüyen sendikal anlayışların büyüme ve iktidarı elde etme olanaklarının arttığını görmektir. Bu ilkeli tutumun diğer işkollarına da yansıması halinde, işçi sınıfının gücünü zayıflatan psikolojik engellerin daha hızla aşılabilmesi mümkün olacaktır.
     Bugün görev, hangi sendikada olursa olsun, işçi sınıfının çıkarlarını öne alan öncü işçileri desteklemektir. İşçi sınıfı zaten mücadele yoğunlaştığı takdirde farklılıkları kaynaştırmayı başaracaktır. (Bizim değerlendirmemizi yaptığımız dönemde dikkat çektiğimiz Türk Metal tehlikesi, bugün Birleşik Metal İş sendikasının varlığını tehdit eder boyuta geldi. Şu anki genel başkanın geldiği işyeri dahil BMİS'in örgütlü olduğu her yere saldıran Türk Metal, patronların yanısıra emniyetten de güç alıyor. Tehdit, şantaj, korkutma, saldırı dahil her yolu deneyen Türk Metal'e karşı BMİS'in yaptığı bir açıklamayı örnek olarak veriyoruz. Tüm Ürün okurlarını da bölgelerinde Türk Metal'e karşı harekete geçmeye ve BMİS'i savunmaya çağırıyoruz.)

     TEKSTİL
     Disk'e bağlı Tekstil sendikası da, Birleşik Metal-iş'in yaşadığı sorunların benzerleriyle karşı karşıya. Tekstil sektörü, rekabetin en yoğun yaşandığı alanlardan birini oluşturuyor. Genellikle dünya piyasalarına çalışıldığı için, işletmeler açısından ayakta kalabilmenin ve tutunabilmenin yolu ucuz işçilikte görülüyor. Bunda, büyük yatırımlar yoluyla verimlilikten elde edilebilecek kâr yerine daha kolay olan emek sömürüsünün tercih edilmesi rol oynuyor. Ayakta kalmanın yolu malları en masrafsız şekilde üretmekten geçince de, çoğunlukla kayıt dışı ekonomiye kapı açılmış oluyor. Sendikasızlık bir yana, sigortasız, servis haklarından ve sosyal yardımlardan uzak, kölelik koşullarını içeren bir çalışma ortamı bulunuyor. İşlerin büyük bir bölümü açısından da kalifiye eleman ihtiyacı olmadığı için, biraz kıdeme sahip işçiler kolaylıkla işten atılabiliyorlar. Bu alanda sendikalaşmak, diğer alanlara göre daha fazla gayret ve enerji gerektiriyor.
     Dokuma işkolunun en büyük sendikası Türk-iş'e bağlı Teksif sendikası. Daha çok nispeten küçük işyerlerinde örgütlü bulunan DİSK/Tekstil sendikası, bu alanda Teksif'in imzaladığı sözleşmeleri takip etmek durumunda kalıyor. Bunun yarattığı gerilimin yanısıra, sürekli olarak işten atılmaların yaşandığı sektörde kalıcı örgütlenmelerin kurulamaması, Tekstil sendikasının eleştirilerden kurtulamamasına yol açıyor.
     Tekstil sendikasının genel başkanları, uzun zamandır aynı zamanda DİSK'in başkanlığını da üstleniyor. Rıdvan Budak milletvekili seçildikten sonra buraya Süleyman Çelebi seçildi. Çelebi görevine devam ediyor. 6-7 Aralık 2003 tarihinde yapılan Tekstil genel kurulu öncesinde, eski başkan Rıdvan Budak'ın yeniden aday olacağı söylentileri yayıldı. Ancak, Budak aday olmadı. Süleyman Çelebi'nin listesinin kazandığı seçimlerde, yönetime yeni insanlar da girdi. Bu kez samimi bir örgütlenme hamlesine girişeceklerini söyleyerek işe başlayan yönetimin bu niyetini gerçekleştirebilmesi için sendikanın yeniden yapılandırılması şart. Bunun için de uzun müddet işçiden uzaklaşmanın kodu olarak kullanılan "çağdaş sendikacılık" anlayışını bırakıp işçiyle kucaklaşmanın yolları bulunmalıdır.
     İşçi sınıfının mücadeleci geleneklerinin açığa çıkartılması ve diğer sendikalar için de söylenebilecek bir tespitle ortak eylemliliklerin gerçekleştirilmesi yolunda adımlar atılması sendikal örgütlülüğün hızlandırılmasını sağlayacaktır.

     TÜRK-İŞ KONGRESİNDE HUZUR VARDI
     Türkiye'nin en büyük işçi konfederasyonu Türk-iş 19. genel kurulunu 3-7 Aralık 2003 tarihlerinde yaptı. Ankara'da yapılan kuruldan beklenen, sürpriz içermeyen bir sonuç çıktı. Genel başkanlığa Salih Kılıç, genel sekreterliğe Mustafa Kumlu, genel mali sekreterliğe Ergün Atalay, genel eğitim sekreterliğine Mustafa Türkel, genel teşkilatlandırma sekreterliğine Çetin Altun seçildi. Böylece, işçi sınıfının en sıkıntılı dönemlerinden birini atlatmamız gereken bu süreçte, işçi sınıfına Türk-iş içinde "önderlik" edecek kadrolar da tespit edilmiş oldu.

     Biraz tarih
     Türkiye'nin en eski ve hâlâ en büyük işçi örgütü Türk-iş ile Türkiye sol hareketinin ilişkisi her zaman sorunlu oldu. Bu hantal yapıyı tümüyle yok sayan anlayışların yanı sıra, sendikal hareketin birliğinin ancak Türk-iş içinde anlamlı ve mümkün olduğunu iddia edenler de bulundu. Taktik değerlendirmelerin dışında, Türk-iş'e karşı alınacak tutum konusunda toptan red veya kabul yaklaşımı sergileyenler ise genellikle 1980 öncesi DİSK döneminin mücadelesini eksen alırlar.
     DİSK içinde özellikle kimi sendikalarda yoğunlaşan komünist etkinin genel işçi sınıfı mücadelesine olumlu yansımasından kaynaklı olarak, Türk-iş'in daha devlete ve sermayeye yakın görünümü bu yaklaşımı destekleyen unsurlar haline geldi. Ne Türk-iş'in eski Türk-iş olması, ne de bugünkü DİSK'in o dönemin devrimci konfederasyonu ile hiçbir bağının kalmamış olması, uzun müddet ak ve kara kadar birbirinden farklı bu iki cephenin konumunda kafalarda bir değişikliğe yol açmadı. Eski dinamiklerin hiçbir değişikliğe uğramadığını varsayarak bugünkü sendikal yapıların değerlendirilmesinin bizi götürebileceği olumlu bir zemin yok aslında.
     Günümüzün sendikal hareketini analiz etmek için 1960'lı ve 70'li yıllardan farklı olarak, en azından, artık gelişmesini tamamlayan ve kurumsallaşmaya başlayan memur/kamu çalışanı hareketini de değerlendirmeye alma şartı bulunuyor.
     Sendikal rekabet veya işbirliği bir yana bırakılacak olursa, işçi sınıfı hareketi açısından bakıldığında sınıf içinde komünist ve sosyalist etkinin artmaya başladığı; ama bu etkinin sendikal yönetimlere yansımasının tarihin neredeyse en düşük seviyesine indiğini görebiliriz. Sendikalar elbette sınıf mücadelesinin tek alanı değildir. Ama, sendikalar, güçlü ve kalıcı bir anti kapitalist mücadele açısından en önemli alanlardan biridir. Bu nedenle, sendikal yönetim kademelerini dışlayan çözümler bizim açımızdan mücadelenin gereklerini anlayamamakla eştir.
     1946 sendikacılığının sola kapalı, sınıf mücadelesini dile getirmeyen, hatta reddeden, korporatist, "çıkarları ortak kesimler" arası işbirliğini öne çıkartan, siyaset konuşulmamasını marifet sayan bir anlayışıyla kurulan Türk-iş çok uzun yıllar, sermayenin ehven-i şer olarak kabul ettiği bir yapılanma olarak kaldı. Sendika kurulmasının önüne geçilemediği durumlarda işyerindeki üretimin kesintisiz sürmesini sağlayacak bir sendikanın mevcudiyeti tercih edildi.
     Ancak, sınıf bilinçli işçilerin yönetime gelmemesi için gösterilen onca gayrete rağmen, şubelerden başlayarak kimi sendikalarda daha mücadeleci sendikacıların ortaya çıkmasının önüne geçilemedi. Hemen her siyasi görüşten iyi niyetli, dürüst işçilerin yönetimlerde yer almasıyla, bir süre sonra kimi sendikalar nitelik değiştirmeye başladı.
     1961 Anayasası'nın kabul edilmesi ve 1963'ten itibaren grev hakkının alınması, toplumun her kesimindeki hareketliliğin işçiler arasına da girmesini sağladı. Anayasada bulunan ama yasalara konulmayan grev hakkının yoğun eylemler ve mücadeleler sonucu elde edilmesi, Türk-iş içinde farklı sendikal anlayışların açığa çıkmasına yol açan bir işlev gördü. Bu dönem aynı zamanda Türkiye İşçi Partisi'nin kurulduğu ve TİP'in toplumun geniş kesimleri ile aydınlar arasında etkisinin arttığı bir dönemdi. Daha mücadeleci ve sınıfsal karşıtlığı esas alan sendikacıların seslerini yükseltmesi ayrışmayı hızlandırdı. Solun, sosyalistlerin etkisi altına giren veya doğrudan sosyalistlerin yönlendirmesi altında bulunan sendikaların aralarındaki işbirliğini kalıcı hale getirmek için dayanışma platformları kurmaları Türk-iş yönetiminin paniğe kapılmasına neden oldu. Türk-iş, bir grup sendikanın konfederasyon ilişkisini önce askıya aldı, sonra da ihraç etti.
     İhraç edilen sendikaların 1967 yılında kurduğu Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK), o tarihten bu yana devam eden iki farklı sendikal anlayışın da temelini oluşturdu.
     DİSK'in 1970'li yıllarda TKP'nin etkisi altında giderek güçlenmesi, ekonomik mücadelenin yanısıra demokratik hakların da geliştirilmesi için sürekli bir eylemlilik içinde olması, işçi sınıfının aldığı toplumsal üretimden aldığı payın oranın artmasını sağlamıştı. Bu dönem içinde DİSK'e bağlı sendikaların ezici bir çoğunluğu özel sektörde idi. Kamu işçileri arasında ise Türk-iş'in tartışılmaz bir üstünlüğü vardı. Fakat, o dönemin gelir dağılımı incelendiğinde, kamu işçisi ile özel sektör işçisi arasında gerek ücret, gerekse de sosyal haklar açısından önemli farklar yoktu. DİSK'in lokomotif görevini üstlenmesiyle elde edilen haklar, otomatik olarak Türk-iş'in örgütlü olduğu kamuya, hatta örgütsüz işyerlerine dahi yansıtılıyordu.
     Bu dönem, 24 Ocak 1980 kararlarının ardından 12 Eylül faşizminin gelmesiyle bitti. 12 Eylül, sendikal hakların, demokratik hakların tümüyle yok edildiği, yenilgiye uğramış devrimci hareketin işkencelerle, hapislerle, cinayetlerle susturulduğu, tüm dernek, sendika ve benzeri örgütlerin kapatıldığı bir dönemin başlangıcı oldu.
     DİSK ve ona bağlı sendikalar tümüyle, Türk-iş içinde kimi sendikaların genel merkezleri, kiminde ise şubeleri kapatıldı. DİSK 1991 yılına dek bir daha açılamadı. Bu arada pek çok dava açıldı; sendikacılar tutuklandı; binlerce öncü işçi işten atıldı; 1402 sayılı yasayla üniversitelerden akademisyenler uzaklaştırıldı; insanların bir daha işe girememesine yol açın kara listeler açıklandı.
     Sendikal faaliyet, yeni yasalarla, iyice yok edilmiş haklarla, 1983 yılında tekrar başladı. İş kollarının sayısı 28'e çıkartıldı. Sendikaların iyice küçülmesinin ve birleşememesinin yolu açıldı. Sendikalar üzerinde idari denetim arttırılırken, mali denetim zayıflatıldı. Güçlü denetleme kurullarının yokluğunda mali denetimin olmaması parayı kontrol gücünü eline geçirenlerin hızla yozlaşmasına yol açtı.
     Sendikal alanda bu türden olumsuz gelişmeler olurken, iktisadi alanda bu süreç, işçi sınıfının iyice yoksullaşmasını beraberinde getirdi. Siyasal olarak ise, yurt dışında Gorbaçov rüzgârının etkisinin arttığı bir döneme tekabül ediyordu. Kısacası, 1990'ın başına kadar, pek çok kesimin işçi sınıfından umudunu kestiği, işçilerin de aynı güven eksiğini duydukları uzun bir dönem yaşandı.
     1989 yılında, sonradan işçi sınıfının Bahar Eylemleri adı verilen etkinlikler, ardından Türk-iş'in hareketlenmek zorunda kaldığı bir süreç ve 1990 yılında yapılan genel direniş, 1991 yılındaki Zonguldak madencilerinin Ankara yürüyüşleri ile işçi sınıfı tekrardan haklarını aldı ve kayıplarının çoğunu telafi etti.
     1991 yılında DYP-SHP koalisyonu döneminde 12 Eylül yasaklarından bir bölümü daha kaldırıldı ve kapatılmış partilerle birlikte DİSK de açıldı.
     DİSK'in kapalı olduğu yıllar boyunca, Türk-iş'e bağlı sendikaların çoğunun şube yapısı nitelik değiştirdi. Bir yandan, kapatılan sendikalara üye sosyalist işçilerin bu sendikalara girmesi ve kendi deneyimlerini aktarması, diğer yandan sefaletin artması ve daralan çemberin tepkileri yaygınlaştırması, Türk-iş'e bağlı sendikalarda mücadeleci bir anlayışın hakim olmasını sağladı.
     DİSK açıldıktan sonra devrimci bir mücadele için gereken atmosferin olmadığı görüldü. Sadece toplumsal dinamiklerin değişmiş olmasından kaynaklanmıyordu bu durum. Yasalar tümüyle yenilenmişti. Siyasal hava 80 öncesinden farklıydı. İşçi sınıfının yapısında önemli değişiklikler olmuştu. Kayıt dışını içeren sektörler giderek yaygınlık kazanmıştı. Eski sanayi işçilerinin yanı sıra, part-taym çalışanlar, düzensiz çalışanlar, eve iş alanlar, geçici olarak iş sahibi olanlardan, sigortasız, sendikasız çalışanlardan da oluşan yeni bir işçi sınıfı yapısı oluşmuştu. Bu arada, toplumdaki genel sağa kayış işçi sınıfını da etkilemişti. Solun gücü ve toplumsal etkisi azalmıştı. Kürt halkının uyanışı, toplumda solun engelleyemediği bir kutuplaşma yaratmıştı. Nesnel durum bu iken, yönetime gelmesi beklenen eski kadroların yapısı da bu durumun ağırlaşmasına yol açtı. DİSK'e bağlı sendikalar açılırken genel merkezleri tekrar devir alan eski yöneticilerin çoğunun, ne yazık ki, artık işçilikle ve işçi sınıfı ideolojisiyle bir ilgileri kalmamıştı.
     Tüm bunların üst üste gelmesi sonucunda, DİSK'ten eski mücadeleci tarzını bekleyenler büyük hayal kırıklıklarına uğradılar. Bu nedenle, sol içindeki görüşler DİSK'in bir daha açılmamak üzere kapanmasından tutun da Türk-iş'in tek konfederasyon için çatı adresi olması gerektiğine kadar çeşitlendi.
     Halbuki, ne tek başına Türk-iş bir çatının gerektirdiği genişliğe hazırdı, ne de DİSK'in kapatılması sorunları çözerdi. Bugün, her iki konfederasyonun da eksiklikleri ve fazlalıkları mevcut. Ama, hiçbiri diğerini yok sayabilecek ölçüde olumluluk veya olumsuzluk içermiyor. Bu nedenle, eğer amaçlanan sermaye ve devlet karşısında sağlam bir duruşa sahip sendikal odaklar noktasında yoğunlaşmak ise, tartışmaların sendikalar, hatta şubeler düzeyine indirilmesi atılacak adımları kolaylaştıracaktır.

     Genel kurulların gösterdiği
     Bu yazımızı yazarken DİSK'in genel kurulu da bitmiş olacaktı. Ancak, 13 Şubat 2004'te yapılması planlanan DİSK genel kurulu haziran ayına ertelendi. O nedenle, çok önemsediğimiz bu genel kurulun sonuçlarını aktaramıyoruz.
     Gerek Türk-iş'in kongresinde gerekse de yukarıda saydığımız tüm sendikaların genel kurullarında gözlenen ortak bir noktayı belirtelim. Belli ölçülerde BMİS bir yana bırakılacak olursa, en mücadeleci sendikadan uzlaşmacı olarak bilinenlerine varıncaya dek, seçimlerde yapılan tartışmaların hiçbiri bir sendikal program etrafında dönmedi. Ortaya konmuş bir sınıfsal perspektif olmadı. Sendikasız işçilerle veya farklı toplumsal kesimlerle nasıl bir araya gelineceği hususu gündeme gelmedi. Komşumuz işgal altındayken sendikalar nasıl tepki gösterecek belli olmadı. Çoğunlukla düşünülmedi bile. Halkların kardeşliğinin sendikalara ne şekilde yansıması gerektiği anlatılmadı. Kapitalizmde, sermayenin yapısında veya işçi profilinde değişiklik var mı yok mu araştırılması yapılmadı. Sendika siyaset ilişkisinden ne anlamak gerektiği değerlendirilmedi. Özelleştirmeler, işten atılmalar, barajlar, grev hakkı, müteahhit taşeron işçiliği, yeni iş kanunu, grev, toplu sözleşme kanunları bir programa kavuşturulmuş olarak kongrelerin gündemine getirilmedi. Yetki sorunu nasıl halledilecek, bakanlıkla ilişkiler hangi düzeyde yürütülecek konuşulmadı. Kısacası, kongrelerde sendikal anlayışlar yarışmadı. Yeni gelecek yönetimin eskisinden farkı nedir sorusuna doyurucu yanıtlar verilemedi. Mevcut anlayışları değiştirmeden yola devam edildiği takdirde, yavaş yavaş gelişecek bir ölüme hazırlık yapıldığı fark edilmedi. Yıllardır güç kaybeden sendikaların hangi yöntemlerle yeni üye kazanacakları anlaşılamadı. Seçilecek kadroların böyle bir kaygısının olup olmadığı dahi belli olmadı.
     A kişisinin gidip B'nin gelmesinin bir şeyi değiştirmeyeceği anlaşılmadan sendikaların yeni atılımlar yapması sağlanamayacak. Verdiğimiz bakanlık istatistiklerine bir bakınız. Sendikaların çoğunluğu toplu sözleşme yetkisi almak için gereken yüzde on barajı civarında üyeye sahipler. Üstelik de, bu üye sayılarının gerçeği yansıtmadığı biliniyor. Tümü, yıllar öncesinin üyelik oranını gösteriyor. Bugün eğer gerçek verilere dayalı bir araştırma yapılsa, en çok üyeye sahip Türk-iş sendikalarında dahi barajı geçecek sendikaların sayısı bir elin parmaklarını geçmez.
     Peki, bu durumu göre göre niçin barajlar sorununa karşı ortaklaşma gündeme getirilmiyor? Çünkü, bir kesimi açısından yetkinin bakanlık eliyle, yani siyasiler tarafından verilmesi, sol, mücadeleci sendikalara karşı bir avantaj olarak görülüyor. Bizim ilgilendiğimiz samimi sendikacılar ise, bu sorunla ilgilenmeyi yasaklı alana girmek olarak görüyorlar. Dolayısıyla, uzun soluklu, programa bağlanmış ve siyasallaştırılmış bir sendikal mücadele yerine danışıklı dövüş tercih ediliyor.
     Ama, artık yolun sonuna gelindi. Tabanın yükselen sesine kayıtsız kalınması daha fazla mümkün değil. Türkiye işçi sınıfı hareketi hangi konfederasyonda birlik yapılacak tartışmalarını aşıyor. Henüz başlangıç aşamasındaki yerel birliktelikler, belki konfederatif düzeyde bir alternatif değil ama, DİSK gibi, Türk-iş gibi, Hak-iş gibi siyasilerle içiçe olmayı zorunluluk olarak görmeye başlayan merkezleri terbiye edici etkiye sahip olmaya başladı. Son Türk-iş kongresinin de gösterdiği gibi, statükocu delege yapısı, en küçük bir değişiklik konusunda dahi tahammülsüz. Bu yapıyı kırmanın yolu, her yerde, her işkolunda, her bölgede işçiler, temsilciler, şubeler arasında dayanışmayı örmekten geçiyor. Genel merkezleri göz ardı etmeyen, ancak, sendikalı sendikasız, sigortalı sigortasız ayrımı yapmadan fabrika fabrika örgütlenmeyi hedefleyen bir tutum, sonuç almayı sağlayacaktır.
     Gelecek dönem, bu perspektifle çalışmanın meyvelerinin alındığını göreceğiz.
 
Yazarın Diğer Yazıları
 11 Eylül'ün İkinci Yıldönümünde
 4857 Sayılı İş Kanunu
AMELE PAZARI KURULDU

 MODERN AMELE PAZARI
 YÜRÜYÜŞTE BİR ARA DURAK: 3 KASIM 2002 SEÇİMLERİ
 KOVADİS SİP DEMİŞTİK
 EMPERYALİST SAVAŞA KARŞI
 CENNETİNİ KAYBETMEYEN ŞAİRİMİZE DAİR
 SITKI COŞKUN'UN ARDINDAN: POLİTİKANIN PİRUS'U
 GEÇMİŞTEN BUGÜNE SEÇİMLER
 MART AYI BİZİ ANLATIR