Sosyalist Dergi: 17 |  Fatih Aydın |
Sendikal Hareketin Baraj Sorunu

     Türkiye sendikal hareketi yine çok büyük sorunlarla boğuşuyor. Gerçi Türkiye'deki gibi bir kapitalizme sahip olup da burjuvazisi kendi kurtuluşunu ancak emperyalizme bağlanmakta gören bir ülkede işçi sınıfının bunca günlük sorunla boğuşmasından daha doğal bir şey olamaz. Bu kapsamda, daha önce yürürlüğe giren ve dergimizde ayrıntılı olarak incelediğimiz 4857 sayılı iş kanunu sonrasında çalışma hayatını ilgilendiren diğer yasalar da peyderpey gündeme getirilmeye başlandı.


     Tek başına iktidar olmanın nimetlerini sermayenin önümüzdeki dönemdeki ihtiyaçlarını gidermek üzere kullanmaya kararlı AKP hükümeti, yasaların neredeyse hiç tartışılmadan meclise sunulmasını istiyor. Bir yandan AB uyum yasaları çerçevesinde makyajlar yapılırken, diğer yandan Yargıtay ana dilde eğitim hakkı talebini tüzüğüne koyan Eğitim-Sen sendikasının kapatılması yönünde görüş bildiriyor. Türkiye büyük bir karmaşa içinde yönünü bulmaya çalışıyor. Kapitalistler ne yapacaklarını iyi biliyorlar. Önlerine koydukları uzun vadeli hedeflerini gerçekleştirmek üzere bazen sessiz kalıyorlar, bazen bütün güçleriyle bastırıyorlar. SSK hastanelerinde, Kamu Reformu yasasında, özel emeklilik yasasında, sendikalar yasasında kendilerini uzaktan yakından ilgilendiren bütün konularda belirledikleri stratejilerine uygun hareket ediyorlar.
     Aynı hedef ve strateji birliğinin işçi sınıfında bu netlikte var olmadığını görüyoruz. Daha doğrusu işçi sınıfına öncülük etme kapasitesine sahip kadroların henüz sınıfın tümünü kapsayabilecek nicelikte olmadığını görüyoruz. Yoksa, her zaman belirttiğimiz gibi işçi sınıfı ne gücünden bir şey yitirdi, ne de sınıf olma özelliğini kaybetti. İşçi sınıfı ülkenin hemen her yerinde kıpırdıyor. Çoğunlukla kendiliğinden, zor koşullara yönelik olarak başlayan işyeri direnişlerinde, İslamcısından sağcısına varıncaya dek işçilerin mücadeleye girdikten sonra hızla sosyalistlerin meşruiyetini kabul edebilecek bir fikri dönüşüm yaşadıklarını gözlemek mümkün. En fazla hak talebinde bulunan, en tutarlı politikaları öneren, zor durumdaki insanları yalnız bırakmayanların sempati toplamasından daha doğal bir şey zaten olamaz. Sosyalistlerin işçi sınıfına ulaşma yöntemlerini bulmaya çalışırken bu yönü dikkatten kaçırmamaları gerekiyor.
     Kapitalizmin yeni evrelerinde aynen büyük metropol ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de de işçi sınıfının yapısında önemli değişiklikler oluyor. Part-taym çalışanların sayısının artması, enformel sektörün, kayıt dışı ekonominin yaygınlaşması, işsizliğin yüzde on seviyelerine çıkması, kamu işçilerinin ve ulusötesi şirketlerde çalışan işçilerin neredeyse bir "işçi aristokrasisi" oluşturmaya başlaması, gemisini yürüten kaptan ideolojisinin toplumda yaygınlık kazanması işçi sınıfının bütünsel hareket etmesinin önündeki en büyük engellerdir. Ama, unutulmamalıdır ki, dünya işçi sınıfı zaten her zaman bir değişim içindeydi. Kapitalizmin gelişme şartlarına göre biçimlendirdiği işgücü ihtiyacı, işçi sınıfının yapısına da doğrudan etkide bulunmuştur. Burada sosyalistler açısından önemli olan nokta işçi sınıfının niçin değiştiğini anlamanın yanısıra, bu değişimin hangi boyutlarda olduğunu tespit etmek ve değişime uygun örgütlenme yol ve yöntemlerini bulmaktır.
     Yoksa, sadece gitmekte olanı görmek ve ölünün ardından ağıt yakmak, emek hareketinin geleceği açısından çok da önemli değildir. Emek hareketinin yeniden ayağa kalkması üzerine yapılacak araştırmalarda önceliği gelmekte olanın alması işte bu açılardan zorunludur.
     Geçen sayımızda post-fordist dönemde daha küçük işletmelere duyulan ihtiyacın işçi sınıfının yapısında "öz" itibariyle bir değişiklik yaratmadığını söylemiştik. Her ne kadar para, mal ve hizmet dolaşımının bunca hızlandığı bir dönemde kapitalistler kendi işletme yapılarını tanımlamak için "eskiden durgun bir gölette yavaşça hareket eden dev transatlantiklere sahiptik; bugün ise fırtınalar içinde savrulan dalgalar arasında gitmek zorunda kalan bir hız motoru olmak zorundayız" benzetmesini kullanıyorlarsa da, durum sistem açısından değişmedi. İşçi sayısında azalma değil, nüfusun artmasıyla birlikte çoğalma var. Tek tek işletmelerin küçüldüğü doğru olmakla birlikte, organize sanayi bölgeleri, serbest ticaret bölgeleri, kimya gibi, deri gibi, ilaç gibi, kundura gibi, dokuma gibi sektörler dev sahalarda binlerce küçük işletme kurma yönünde bir eğilim içindeler.
     Kısacası, belki büyük şehirlerin içinde değil, ama hemen yanı başında yeni işçi yatakları, yeni mücadele alanları yaratılmış oldu; tespitini yapmıştık. Akabinde, Çorum'da toplam 7 bin kiremit işçisinin bir anda başlattığı sendikal mücadelenin haberi geldi. Sendika, sigorta ve 7.5 saat işgünü talebiyle işçilerin 18 Temmuz 2004'te başlattıkları direniş kentin bütününü sarmıştı. Çünkü, kent neredeyse sadece çalışanlar ile onları çalıştıranlardan ibaret hale gelmişti. Bir avuç örgütlü patronun karşısında binlerce örgütsüz işçinin günde 12 saat, fazla mesai almadan, hiçbir sosyal hakkı bulunmadan asgari ücretle yaptıkları işçilik, sonunda bir yere geldi tıkandı. İşçiler, Çimse-İş sendikasında örgütlenme kararıyla yola çıktılar ve yaklaşık bir buçuk, iki aylık bir mücadele sonucunda, sendikalaşmayı başarabilen küçük bir işçi grubu haklarının büyük bir kısmını elde etti. Burada, Çimse-iş'in olayı bütün yönleriyle ele almaktaki gönülsüzlüğünü, Türk-İş'in 'dostlar alışverişte görsün' yaklaşımını vs. olumsuzlukları değerlendirmeden şimdilik bir yana bırakalım. Emek hareketiyle buluşmak isteyenlerin nerede bulunmaları gerektiğinden söz edelim. Sendikaların şu anda başında bulunanların işçi sınıfını harekete geçirme niyeti taşımadıklarını söylemek artık bir anlam ifade etmiyor. Bu durumu günümüzün realitesi olarak kabul ederek yola çıkılmalıdır. Zaten işçi sınıfı ideolojisiyle herhangi bir yakınlığı olmayanlardan, hasbelkader sendikaların başına geçmiş bulunanlardan yakınma hakkımızın olmadığını bilerek söylüyoruz bunu da.
     Sonuç olarak, bugün işçi sınıfının önderliğini eğer sendikalar üstlenmiş ise ve bu sendikaların en "güçlü" görünenleri Türk-iş içinde ise, geleceğimize dair bu yöndeki beklentilerimizi asgariye indirmek gerekiyor. Bu yazımızın ana konusu olan "barajlar" meselesinde de asıl tıkaç işlevi görenler çünkü aynı kesimler.
     Şimdi, mevcut Sendikalar Kanunu'ndan ve ayrıca taslağın önceki ve son halinden biraz bahsedelim. Taslağa dair tartışmaların kapalı kapılar ardında yaşanan kısmını ne yazık ki işin daha çok parasal boyutu oluşturuyor. Profesyonel sendikacıların görevde oldukları dönemde veya görevden ayrıldıklarında alacakları tazminatın miktarı, harcırahların durumu vs. tartışmaların ana odağına dönmüş vaziyette. Çok daha hayati konular bir yana bırakılarak alt tarafı üç yüz beş yüz kişiden ibaret bir topluluğun şahsi menfaatlerine odaklanmış bir tartışmadan çıkacak sonucu tahmin etmek zor olmasa gerek.

     Görevlilerin Ücretleri
     Madde 45- Konfederasyonları ile sendikaların ve şubelerinin yönetim kurulu üyeleri ile başkanlarına verilecek ücretler, her türlü ödenek, yolluk ve tazminatlar genel kurul tarafından tespit olunur.
     Sendika veya konfederasyon adına veya sendika veya konfederasyon hizmetleri için geçici olarak görevlendirileceklere verilecek ücret, gündelik ve yollukların tavanı da genel kurul tarafından tespit olunur.
     Bu kişilerin sendika üyesi olmak sıfatıyla esasen hakları olan ödemeler bu madde hükmünün dışındadır.
     Kişilere ödenen her türlü ücret, gündelik ve yolluklar yönetim kurulunca genel kurula sunulan faaliyet raporunda gösterilir.


     Şimdi, aynı maddenin yeni Sendikalar yasası için ilk taslak hazırlanırken konan şeklini bir okuyalım. Özellikle bizim kalın harflerle yazdığımız cümleye dikkat edelim:

     Madde 13- Sendikalar Kanunu'nun 45. maddesi, aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir:
     "Konfederasyonlar ile sendikaların ve şubelerinin yönetim kurulu üyeleri ile başkanlarına verilecek ücretler, her türlü ödenek, yolluk ve tazminatlar genel kurul tarafından tespit olunur. Şu kadar ki; bunlara ödenecek tazminatların yıllık tutarı, kıdem tazminatı için İş Kanunu'yla öngörülen tavan miktarını geçemez.
     Sendika veya konfederasyon adına veya sendika veya konfederasyon hizmetleri için geçici olarak görevlendirileceklere verilecek ücret, gündelik ve yollukların tavanı da, genel kurul tarafından tespit olunur.
     Bu kişilerin sendika üyesi olmak sıfatıyla esasen hakları olan ödemeler, bu madde hükmü dışındadır.
     Genel kurula katılacak üyeler ile delegelerin ulaşım, ikamet, yeme -içme ve sair zorunlu giderleri, bağlı bulundukları sendika veya konfederasyon tarafından karşılanır. Ancak, genel kurulu süresince (genel kurulun toplandığı yere gidiş ve dönüş süresi dahil) ödenecek sair zorunlu giderlerin genel kurul tarafından kararlaştırabilecek gündelik miktarı, hiçbir şekilde kanuni günlük asgari ücretin üç katını geçemez. Bunların dışında, genel kurullara katılacak üye ve delegelere, her ne ad altında olursa olsun, herhangi bir ödeme yapılması kararlaştırılamaz.
     Kişilere ödenen her türlü ücret, gündelik ve yolluklar yönetim kurulunca genel kurula sunulan faaliyet raporunda gösterilir.


     Birinci taslaktan sonra konfederasyonların görüşleriyle değiştirilen ve yeniden sunulan son taslakta ise aynı madde şu şekilde yazıldı:

     Madde 15- Sendikalar Kanunu'nun 45.maddesi ile başlığı aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir:
     "Yöneticilere, görevlilere ve delegelere sağlanacak haklar
     Madde 45- Konfederasyonlar, sendikalar ve sendika şubelerinde gelecek bütçe döneminde görev alacak yönetim kurulu üyeleri ile başkanlarının ücretleri, her türlü yolluk ve tazminatları genel kurul tarafından ayrı ayrı tespit olunur.
     Bir sonraki genel kurula katılacak üye veya delegelere, zorunlu giderlerini karşılamak amacıyla ödenecek gündeliklerin miktarı da, genel kurulda karar bağlanır.
     Konfederasyon veya sendika adına veya bu kuruluşların hizmetlerinde geçici olarak görevlendirileceklere verilecek ücret, gündelik ve yollukların tavanı da, birinci fıkra hükmüne tabidir.
     Bu kişilerin sendika üyesi olmak sıfatı ile esasen sahip oldukları hakları bu madde hükmünün dışındadır.
     Birinci fıkra kapsamına giren kişilere ödenmiş olan her türlü ücret, gündelik, yolluk ve tazminatların yönetim kurulu tarafından genel kurula sunulan faaliyet raporunda ayrı ayrı gösterilmesi zorunludur."

     Taslaklar arasındaki farktan da rahatlıkla görülebileceği gibi, konfederasyonlar adına Bakanlığa görüş bildirenler, büyük oranda sendikacıların maddi haklarını kısıtlayan maddelere itiraz ettiler. Şimdi buna "siyasiler iç işimize karışmasın, işçiler kimin ne kadar para alacağına kendileri karar verirler" gibi demagojik bir gerekçe bulunabilir elbette. Ama, barajda, yetkide, grev prosedüründe, referandum hakkında "iç işlerimize rahatlıkla karışabilirler" dedikleri siyasi iktidarın, sadece parasal işlere karışmamasını istemek insanın aklına kötü fikirler üşüşmesine yol açıyor. Elbette, Bakanlıkla böylesine bir pazarlık içine girdiklerinden dolayı, sendikaların da belirli konularda geri adım atmış oldukları akla geliyor. Türkiye işçi sınıfı bu tipleri kesinlikle hak etmiyor. Öyle ya da böyle hiç kuşku olmasın, hepsi de aşılacak bunların.
     Türkiye işçi sınıfının sendikalaşması önündeki en büyük engellerden birini oluşturan yüzde 10 ülke barajı ile, işyerlerinde uygulanan yüzde 50 artı 1'lik barajların kalkması doğrultusunda Türk-İş yönetimi AKP hükümetinden bile geri noktalara düştü. Bakanlığın ilk taslağında ülke ile işyeri barajlarının İLO normlarına uygun olarak sıfıra indirilmesi teklifi yapılmıştı. Türk-İş ise, buna, geçmişte defalarca örneği görülen "işyeri sendikacılığını hortlatacağı ve güçlü sendikacılığın önüne geçileceği" gerekçesiyle karşı çıktı.
     Türk-İş'in bu argümanlarının neresinden tutsanız dökülür. O zaman sormak lazım; 10 milyona yakın ücretli çalışan varken, kamu çalışanları hariç, tüm ülkede yüzde 7-8'lerde sürünen sendikalaşma oranı mı işyeri sendikacılığını hortlatacak? Yoksa, güçlü sendikacılıktan kast edilen, işverenlerle kucak kucağa yürütülen ve muhalif sesleri derhal boğup susturan bir sendikacılık anlayışı mıdır? Etkili sendikacılık derken, emir komuta zinciri içinde, şube başkanlarının bile merkezden atandığı şirket benzeri sendikaları görmüyor muyuz?
     Bugün sendikal hareketin önündeki en büyük ihtiyaç, toplu sözleşme yapma yetkisine sahip yeni sendikaların kurulmasıdır. Bu nedenle de işçinin özgürce örgütlenmesini engelleyen tüm madde ve hükümlerin yasalardan ayıklanması gerekiyor. Daha önce de tespit ettiğimiz gibi, işçi sınıfının örgütlenme dinamizminin sendikaların genel merkezlerinde istihdam edilen bir avuç uzmanın bireysel gayretinden çıkartılması gerekiyor. Baraj gibi bir engelin kalkması durumunda, neredeyse her işyerinde bulunan aktif, öncü kadrolar, yarın ne yapacağından, nasıl hareket edeceğinden emin olamadığı bir sendikanın genel merkeziyle irtibata geçmek yerine, doğrudan kendi arkadaşlarıyla bağımsız bir sendika kurabilir. Daha sonra, eğer siyasi ve sosyal hava gerektiriyorsa, güçlü bir merkezin çekimine de kapılabilir bu bağımsız sendika, aynen eski dönemde örnekleri görüldüğü gibi.
     Bugün mücadeleyi sadece barajların kalkması ile sınırlamak bile gelişimin önünde büyük bir engelin kalkması anlamına gelecektir. Türk-İş ise, yüzde 10'luk işkolu barajının -fiilen bir anlam taşımayan- yüzde 5'e indirilmesinin yeterli olduğu görüşünü bildirdi. Birleştirilen ve bu nedenle 28'den 18'e indirilen iş kolları sonucunda zaten fiili baraj yüzde 10'larda kalacak, hatta kimi sektörlerde yüzde 15'lere yükselecek. İşyeri barajı ise taslakta yine yüzde 50 artı 1 olarak kaldı.
     Barajların yüzdelik diliminin bir şekilde halledilmesi mümkün olsa bile, ilkesel bir tartışmanın önü açılamadığı için statükocu sendikalar arasındaki kısır inatlaşma devam ediyor. Sorun, işçi sınıfının öz örgütlenmesinin yetki ve kararlarının siyasilerin iradesine bırakılmasında yatıyor. Bunu sendikaların yaşadığı çok acı bir deneyle açıklayalım.
     1999 yılında iktidara geçen koalisyon hükümetinin çalışma ve sosyal güvenlik bakanı Yaşar Okuyan'ın sendikalara yönelik tutumu aslında bu konudaki en öğretici ders niteliği taşıyor. Yaşar Okuyan, 2000 yılının Haziran ayında yapılan İLO toplantısında kimi sendikacıların şikâyetlerini kendince abartılı bulunca, onları hem de kameraların önünde tehdit etmekten çekinmemişti. Herkesin içinde, "dönünce hepinizin yetkisini düşüreceğim" tehdidinde bulunan Okuyan, gerçekten Temmuz ayında yayınlanan yetki istatistiklerinde 6 sendikanın toplu sözleşme yapma yetkisini düşürmüştü.
     Şimdi, ilgili sektörde çalışan işçi sayısını tespit etmek için gereken verilerin toplandığı yer Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı. Hangi sendikanın çalışan toplam işçilerin en az yüzde 10'unu örgütleyip örgütlemediğini tespit eden de aynı bakanlık. Öyleyse, aynı siyasi el tarafından yapılan değerlendirmelerin sağlıklı olmayabileceğini de peşinen kabul etmek gerekiyor. Ancak, bir şekilde gemisini yürütmekten başka amacı olmayanların, muhalefeti de "ihtiyaç halinde" yapanların yakınmasını gerektiren herhangi bir durum yok. Çünkü, hepsi de biliyor ki, Bakanlığın yetki düşürme silahı, sadece muhalefet yapmak isteyenlere karşı kullanıldı bugüne dek.
     Kısacası, özellikle bugünkü Türk-İş yönetimi mevcut durumun değişmemesi için canla başla mücadele yürütüyor. Türk-İş içinde yer alan muhalif ve muhalif sendikalar arasında başı çeken Petrol-İş sendikası bile, bugüne dek barajlara dair ısrarcı, kararlı ve net bir tutum almadı.
     Çok farklı kaygılar taşınsa bile, bugün barajlara itiraz etmeyen, sendikaların iç yapılanmalarını doğrudan işçilere bırakmayan, öyle ya da böyle siyasilerin müdahalesini meşru kılan düzenlemelere toptan itiraz edilmedikçe, Türkiye sendikal hareketinin mücadeleci sendikacılık doğrultusuna girmesi çok zor görünüyor.
     Bu nedenle, yazımızı çok uzatmadan, emek hareketinde yer alan tüm dürüst sendikacılarımıza özellikle bu değişim döneminde büyük görevler düştüğünü hatırlatalım. Bir işyerinde yetkili sendikanın hangisi olduğunu anlamanın en hızlı, en kestirme, en pratik, en ucuz ve en demokratik yolu olan referandum talebimizi, noter şartının kaldırılmasını, delege seçimlerinin yasal güvence altına alınmasını, sendikanın her kademesinde görev almak için mutlaka seçim yapılmasını, harcırah ve tazminat ödemelerinde uygulanacak oranların tüm işçilerle aynı düzeye çekilmesini ısrarla vurgulamalıyız. Bu tutum, yeni bir sendikacılık ve yeni bir anlayış çabası içinde olan bütün kesimleri de kapsamalıdır. En çok sömürülen, en çok ezilen kesimlerin haklarını cansiperane savunmadan amaçlanan sendikacılık yapılamayacak.
     Ama, her şeyden önce, örgütlenme dinamizmini ülkenin her işletmesine, her fabrikasına, her atölyesine yaymak, en ücra kentlerde bile kendi iç dinamizmini yaratabilecek yeni kadrolar keşfetmek üzere, işkolu ve işyeri barajının sıfır olması talebimizi yüksek sesle dillendirebilmeliyiz. Bu konuda alınacak ilkesel tutum, en azından SSK hastanelerinin işçi sınıfının elinden alınıp kapitalistlere aktarılmak üzere bakanlıklara devredilmesi kadar önem taşımaktadır. Bu bilinçle hareket edilmeden köhnemiş yapıların yerine mücadeleci anlayışları yükseltmek çok daha zor olacaktır.
 
Yazarın Diğer Yazıları
 Petrol‑İş Sendikasında Yeni Bir Dönem
 Petkim Dersleri
 Zavallı Hâle Gelen Türk‑İş Yönetimi
 Torbadan Neler Çıktı
 Yeni "Sendikalar Yasası" Ne Getiriyor?
 ÖDP, EMEP, SİP ve Küresel BAK Nereye?
 Mustafa Özbek Patron mudur, Sendikacı mıdır?
 Saat Geri Dönmüyor
 Doğuşundan Günümüze 1 Mayıs
 Türk-İş AKP'nin Arka Bahçesi Mi?
 İşçi Sınıfının Mücadelesi
 Tüpraş Halkındır, Gasp Edemeyeceksiniz
 Sendikal Hareketin Baraj Sorunu
 Karanlık yılların panoraması: Güven
 Sendika Genel Kurullarının Gösterdiği
Yeni Umutlar