Yayınlanması bahar aylarına denk gelen tüm süreli ya da süresiz yayınlar bu
aylarda ortak bir gündem yakalamayı başarırlar. Gündem ortaklaşması bizlerin
iradi, bilinçli tercihimizle oluşmuyor. Sol yayınların bahar aylarına, özellikle
Mart'a ilişkin bu tavırları biraz bizim dışımızda onyıllar boyunca gerçekleşmiş
veya gerçekleştirilmiş olayların aynı tarihlere denk düşmesinden kaynaklanır.
Ayrıntılara geçmeden şöyle üstünkörü bir bakış, Mart ayının sol, devrimci,
sosyalist yapılar açısından ne anlam ifade ettiğini anlatmaya yeter. Ayın başından sonuna gidecek olursak, önce karşımıza 8 Mart çıkar. 8 Mart, 1910
yılında Klara Zetkin'in önerisiyle II. Enternasyonal Kadınlar Konferansında
Dünya Emekçi Kadınlar Günü ilan edilmiş, daha sonra 1977 yılında Birleşmiş
Milletler'in kabul ettiği şekliyle Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmaya başlamıştı. Ardından gelen 12 Mart, solun "balyoz harekatı" ile ezilmeye
çalışıldığı 1971 yılındaki muhtıra ile karışık darbeyi hatırlatır. 12 ile 13
Mart 1995, failleri bir türlü bulunamayan Gazi mahallesi provokasyonunu akla
getirir. 16 Mart, tüm gayretlere rağmen öğrencilere unutturulamayan, her yıl
yapılan gösterilerle de hiçbir zaman unutulmayacağı kanıtlanan 1978 İstanbul
Üniversitesi katliamını anımsatır. Ayrıca 16 Mart, Saddam Hüseyin'in ayaklanmaya
kalkan Kürtlerin üzerine attığı kimyasal bombalar ve Halepçe katliamı anlamına
gelir. 18 Mart 1871 tarihte ilk kez "baldırı çıplakların" iktidarı ele geçirdiği
ve yetmiş gün boyunca eşitlik ve özgürlük ideallerini yaşama geçirdikleri "Paris
Komünü" günlerinin başlangıcıdır. 21 Mart, başta Kürtler olmak üzere tüm
Ortadoğu ve Mezopotamya halklarının yüzyıllardır kutladığı Nevroz, yani yeni
gündür. 21 Mart ayrıca, Birleşmiş Milletler
kararıyla da "Irkçılığa Karşı Mücadele Günü"dür. 30 Mart 1972 Mahir Çayan ve
dokuz arkadaşının Kızıldere'de kolluk güçleriyle girdikleri çatışmada
öldürüldükleri günün tarihidir.
Kısaca sayılması bile bir paragrafı dolduracak kadar yoğun bir gündemle yüklü olan Mart ayının solun gündemini ortaklaştırması bu nedenle doğal karşılanmalıdır.
Şimdi gene çok fazla ayrıntıya girmeden, ancak bilgilerimizi tazelemeye
yaraması için, sıraladığımız bu önemli günleri açmaya çalışalım.
8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ
Geçen yüzyılın çalışma ve iş
koşulları, kapitalizmin özüne uygun biçimde tam bir sömürü ve ezilme
getiriyordu. 4 yaşındaki bebelerden, yüzleri kırış kırış ihtiyarlara kadar tüm
emekçiler aynı kaderi paylaşıyor, aşırı çalışma saatleri ve ağır iş koşulları
yüzünden onlarca işçi ölüyor, en şanslıları sakat kalıyordu. Böylesi bir
dünyada, kapitalizmin hızlı bir gelişme gösterdiği Amerika'da özellikle kadın ve
çocuk işçi çalıştırmanın yaygın olduğu dokuma sektöründe çalışan işçi ve
emekçiler yılların birikimiyle harekete geçme kararı alırlar.
1857 yılında, New York'ta tekstil fabrikalarında çalışan onbinlerce kadın 16
saatlik işgününe, ağır çalışma koşullarına ve düşük ücretlere karşı greve
çıktılar. Greve çıkan kadınların talepleri 10 saatlik işgünü, daha iyi ücret ve
insana yakışır çalışma koşullarının sağlanmasıydı.
Kadınların taleplerinin yerine gelmesi için uzun ve zorlu bir mücadele
yürütmeleri gerekti. Kadınların ve işçilerin oy kullanma hakkının bulunmadığı,
yaşlılık, analık, iş kazası ve hastalık sigortalarının yok sayıldığı bu mücadele
döneminde, kadınların varlıklarını simgeleyen talepleri adım adım tüm
toplumlarca kabul görmeye başladı.
1910 yılında Danimarka'nın Kopenhag kentinde 17 ülkeden 100 kadın delegenin
katıldığı 2. Enternasyonal Kadınlar Konferansında, Alman delege Klara Zetkin'in
8 Mart'ın Dünya Emekçi Kadınlar Günü olması önerisi kabul edildi. Bir sonraki
yıl 1911'de Avusturya, Almanya, Danimarka ve İsviçre'de yapılan Dünya Emekçi
Kadınlar Günü kutlamalarına 1 milyondan fazla kadın ve emekçi katıldı.
1917 Ekim Devrimi'nden sonra Sovyetler Birliği'nde 8 Mart resmen bayram ilan
edildi. On yıllar boyunca kapitalist hükümetlerce resmen kabul edilmeyen emekçi
kadınlar günü, Birleşmiş Milletler'in 1977 yılında aldığı bir kararla, tüm
dünyada 8 Mart Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmaya başladı.
12 MART 1971
1961 Anayasasının getirdiği kısmi özgürlük ortamında
daha da gelişme ve yaygınlaşma fırsatı bulan sol, sosyalist düşünceler, aynı yıl
kurulan 1. TİP'in 1965 seçimlerinde yüzde üçlük bir oy almasına rağmen, o zaman
oy tasnifi için kullanılan milli bakiye sistemi sayesinde meclise 15
milletvekili sokmasıyla, toplumun ileriye ve aydınlığa doğru yürüyüşünde büyük
bir hamle yapmış oldu.
Toplumun tüm kesimlerinin kendisini ülke sorunlarına karşı sorumluluk içinde
hissettiği, düzenin sorunlarına karşı çözüm önerileri geliştirdiği bir ortam
yaşanmaktaydı. Üniversitelerde önce TİP'in etkinliğinde kurulan Fikir Kulüpleri
Federasyonu, öğrenci yığınlarını sosyalist düşüncelerle tanıştırmakta büyük
yararlar sağladı.
Aydınların, işçilerin, köylülerin, öğrencilerin sürekli bir hareket içinde
çözüm araması, hemen her gün anti-emperyalist içerikte bir protesto eyleminin
gerçekleşmesi olağan karşılanıyordu. O dönemde tartışılan konuların çeşitliliği,
toplumun nasıl içten içe kaynadığını, nasıl bir bilince sahip olduğunu açık
biçimde gösterir. Devrimin gerekliliği konusunda fikir ayrılığı içinde olmayan
tüm bu kesimler, "nasıl bir devrim" sorusunu tartışmaya açmışlardı. Demokrasinin
devrimci yolla inşa edilmesini savunan ve kendilerini "2. Kuvayı Milliyeciler"
olarak niteleyen devrimci demokrat akımlardan, daha sosyalizan akımlara kadar
tüm gruplar, büyük bir heyecanla işçi sınıfının niteliğini; köylülüğün durumunu;
ittifaklar sorununu; sosyalist sisteme nasıl yaklaşılması gerektiğini; Milli
Demokratik Devrim mi, Sosyalist Devrim mi ikilemini; genelde gençliğin özelde
öğrencilerin devrim stratejisinde alabileceği rolü; vs. vs. tartışıyordu.
Bu dönemde işçi sınıfına ilişkin olarak öne çıkan yaygın görüş, işçi
sınıfının devrime ideolojik önderlikte bulunmasının şart olduğu, ancak fiili
önderliğin köylülük ve küçük burjuva kesimlere ait olması gerektiği
doğrultusundaydı.
1970 yılında yaşanan 15-16 Haziran Direnişi, işçi sınıfının niteliğine
ilişkin görüşlerin kökten bir değişikliğe uğramasını sağladı. 1967 yılında
Türk-İş'ten koparak kurulan DİSK'in gösterdiği etkinlik, parlamentoda DİSK'in
önüne kesmeye yönelik çıkartılması düşünülen yasa çalışmalarını hızlandırmıştı.
Bu yasa taslağına DİSK'in ve işçilerin 15-16 Haziran 1970'te gösterdiği tepki,
işçi sınıfının doğru bir önderlikle neler yapabileceğini tartışmasız biçimde
kanıtlamıştı.
Bu arada, ortaya, gençlik önderlerinin aralarında tam bir mutabakata
varamamaları nedeniyle kurulan çeşitli parti ve hareketler çıktı. Mahir Çayan ve
arkadaşlarının kurduğu THKP-C, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının kurduğu THKO,
İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşlarının kurduğu TİKKO, ülke gündemine girmeye
başladı.
İşte böylesi bir ortamda, yani, generallerden birinin "sosyal gelişim
iktisadi gelişimin önüne geçti" söylemiyle ifade ettiği bir Türkiye'de ordu, parlamentoya bir muhtıra verdi. Meclisin kapatılmadığı, solda TİP sağda MNP dışında siyasi partilerin yasaklanmadığı bu muhtıra sonrasında sıkıyönetim ilan
edildi ve sendikalar dahil tüm demokratik kitle örgütlerinin çalışmalarına son
verildi. Solla ilişkili aydınların, devrimci öğrencilerin, sendika önderlerinin
işkencelerden geçirilip tutuklandığı bir döneme girildi.
Solu ezmek, sosyalizmi ülke gündeminden tamamen çıkartmak üzere yapılan 12
Mart Darbesi, bu amacına ulaşamadı ve halkın, işçi sınıfının 1973'ten başlayarak
tekrar "uyanışa geçtiğini" ve bu kez daha bilinçli, daha yığınsal ayağa
kalktığını görmek zorunda kaldı.
12-13 MART 1995
1980'li yılların yoğun baskı döneminin sona ermeye
yüz tuttuğu doksanların başı, neredeyse yetmişbeş yıllık tarih boyunca yok
sayılan ve kendilerinden ancak "yüzde 99'u müslümanlardan oluşan ülkemiz" derken
bahsedilen alevilerin kendi kimlikleriyle kamusal alana çıkmaya başladıkları bir
dönem oldu. Aynı yıllar içinde, ülkenin her tarafında alevi dernekleri açılmaya,
alevi inancını ve kültürünü yaşatmak üzere kitle örgütleri kurulmaya başlandı.
Hem bu uyanışa devlet katmanlarında geliştirilen karşı tepki, hem de alevi
toplumunun solun geleneksel tabanını oluşturması, 1995 yılında, 12 Mart
tarihinde İstanbul Gazi mahallesinde bir kahvehaneye yapılan silahlı saldırıyla
sonuçlandı.
Sebebi hâlâ kesin olarak bilinmemekle beraber, saldırıyla alevi kitlesinin
pasifize edilmesinin amaçlandığı nettir. Ancak beklenen olmadı ve sol örgütlerin
de katliama tepki vermesiyle yığınsal eylemlilikler yapıldı. Devam eden günlerde
İstanbul'un Gülsuyu, Ümraniye, Nurtepe, Kağıthane gibi işçi semtlerinde sürekli
gösteriler gerçekleştirildi. Ülkenin diğer şehirlerinde de katliamı kınayan
yürüyüşler yapıldı.
Emekçilerin yoğun olarak yaşadığı mahallelerde kurulan barikatlar on yıllar
sonra ilk kez halkın katılımıyla aşılmaz engeller haline getirildi. Sokak
eylemlerinin sona erdirilebilmesi için İstanbul'da bir sıkıyönetim havası
estirildi. Polis güçlerinin yanısıra askeri güçlerden de takviye alındı.
Günler sonra, 23 kişinin ölümü ve yüzlerce insanın yaralanmasının ardından
eylemler durulduğunda, pasifleşmesi umulan halkta kısmen devrimci bir dönüşüm
gerçekleştiği kanıtlandı. Sol düşüncenin, sosyalizm ideolojisinin tüm
ezilenlerin, sömürülenlerin kurtuluşu için olmazsa olmaz koşul olduğu bir kez
daha bilince çıktı.
16 MART 1978
Yukarıda anlattığımız 12 Mart faşizminin ardından
toplumda yer alan tüm sınıflar ve katmanlar gibi yükseköğrenim gençliği de
mücadele içerisine her gün daha fazla sayıda katılmaya başlamıştı. Öğrenci
gençliğin yükselen mücadelesini boğmak, ilerici, sosyalist gençlere gözdağı
vermek bu nedenle yönetenlerin gündemine girmişti.
Dönemin üniversitelerinde okuyan öğrenciler, sivil faşist saldırılar
dolayısıyla okullarına topluca girip topluca çıkmaya başlamışlardı. Giriş ve
çıkışlar esnasında kitlenin güvenliği bir yandan öğrencilerin kendileri
tarafından sağlanırken, bir yandan da polis, göstermelik de olsa, tedbir
alıyordu.
Tarihler 16 Mart'ı gösterirken, çok sonraları açılan davalardan öğreniliyor
ki, güvenliği sağlamak üzere orada bulunması gereken polislerin görev yerleri
değiştirilmiş, onların yerine ise emniyet teşkilatı içinde MHP'ye yakın
polislerin kurduğu POL-BİR'li polisler geçirilmişti. Böylece ilerici, sosyalist
öğrencilere karşı saldırı hazırlığında bulunan MHP'li faşist katiller için uygun
ortam hazırlanmış oluyordu.
16 Mart akşamı, öğrenciler kitleler halinde okuldan çıkmaya başladıkları
sırada birden üzerlerine bombalar yağmaya başladı. Aniden yaşanan panikle
birlikte üzerlerine dört bir yandan mermiler yağdırıldı. Çok planlı bir şekilde
hazırlanan bu katliamı gerçekleştiren faşistler ise ellerini kollarını
sallayarak oradan uzaklaştılar.
Saldırıda yedi devrimci öğrenci katledildi. Katledilen öğrenciler Murat Kurt,
Hamit Akın, Cemil Sönmez, Baki Ekiz, A. Turan Ören, Abdullah Şimşek ve Hatice
Özen adlı arkadaşlarımızdı. Hatice Özen o zamanki Dev-Genç içinde çalışıyordu. Diğer arkadaşların üçü İGD'li, üçü ise TİP sempatizanıydı.
Katliamın duyulmasıyla birlikte ilerici öğrencilerin örgütlediği gençler
İstanbul Üniversitesi'ni sabaha kadar işgal ettiler. DİSK'in kararıyla 20 Mart günü "Faşizme Karşı İhtar Eylemi" yapıldı. Eyleme demokratik kitle örgütleri de yaygın biçimde katıldı. Öldürülen öğrencilerin cenazeleri tüm sendikaların,
dergi ve derneklerin, sıradan öğrencilerin katılımıyla dev bir mitinge dönüşerek
kaldırıldı. Ellerinde kitlelere mal olmuş şehitlerin resimlerini taşıyan
yığınlar Beyazıt Meydanı'ndan Sirkeci'ye kadar faşist katliamların hesabının
sorulacağı haykırışlarıyla yürüdü.
O tarihten beri, her 16 Mart, tüm ilerici, devrimci, sosyalist öğrencilerin
faşizme nefretlerini haykırdıkları bir gün haline geldi.
16 Mart Katliamı ile ilgili davanın, yirmi yıllık zamanaşımı süresi dolmadan
tekrar açılması katillerin kendilerini rahat hissetmemelerini sağladı.
Duruşmalarda pek çok şeyin yanısıra, sivil faşistlerin kimi polislerden nasıl
yardım aldığı da açığa çıktı. Bu arada, bu katil sürüsünün nasıl birbirine
düştüğü de görüldü.
Katliamın aktif sorumlularının Latif Aktı, Zülküf İsot ve polis memuru
Mustafa Doğan olduğu anlaşıldı. Zülküf İsot adlı MHP'linin annesi Sultan İsot,
mahkemede oğlunun yıllar sonra sebebini bilmediği bir anlaşmazlık sonucu Latif
Aktı tarafından öldürüldüğünü, oğlu öldürülmeden önce kendisine katliamı polis
memuru Mustafa Doğan ve Latif Aktı ile birlikte gerçekleştirdiklerini
söylediğini belirtti. Zülküf İsot'un babasıyla abisi de olayı aynı şekilde
aktardılar.
16 Mart davası devam ediyor. Davanın yalnızca hukuki bir süreç olarak
görülmemesi, olayın bütün içyüzüyle açığa çıkmasının herkes açısından siyasal ve
toplumsal bir görev olduğunun unutulmaması gerekiyor. Siyasal davalarda
haklarımızı savunan avukatlarımızı yalnız bırakmayalım, devrimci dayanışma
gereğince onları sahiplenelim.
16 MART 1988 HALEPÇE KATLİAMI
Halepçe, Irak'ta canlı bir ticaret
hayatına sahip ve yönetim merkezi özelliğinde bir Kürt şehriydi. Peşmergelere 30
yıldan beri verdiği güçlü destekle biliniyordu. Şehirde sosyalist, komünist
grupların yanı sıra Celal Talabani'nin KYB'si ve İran yanlısı İslami Hareket
Partisi aktif olarak faaliyet yürütmekteydi. İran-Irak savaşının sonlarına
yaklaşıldığı dönemlerde İran ordusunun saldırısına dayanamayan Irak hükümet
güçleri geri çekildi ve Halepçe Kürtlerin eline geçti. Irak hükümetinin verdiği
karşılık şehre kimyasal bomba atmak oldu. Şehrin 5000 sakini çoluk, çocuk, genç,
ihtiyar demeden en ağır acılar içinde kıvranarak can verdi.
İnsanlık tarihine bir kara leke olarak geçen bu soykırım, o sırada henüz
Saddam yönetimini desteklemekte olan ABD ve Avrupa egemenleri ve Özal yönetimi
tarafından sessizce geçiştirildi. İki yüzlü bir tutumla, ancak Saddam ABD'nin
ayağına bastığında gündeme getirildi. İlerici insanlık, Halepçe katliamını
yapanları da, bu katliamı ancak işlerine geldiğinde hatırlayanları da nefretle
anıyor ve anacak.
18 MART 1871 PARİS KOMÜNÜ
Feodalitenin bağrında gelişerek güçlenen
burjuva sınıfı, adım adım tüm emperyal ülkelerde ekonomik üstünlüğü ele
geçirmişti. İlkin Hollanda ve İngiltere'de siyasal iktidarı ele geçiren
burjuvazi, en köklü devrimini 1789 yılında Fransa'da gerçekleştirdi.
Burjuvazi, tam bir sefaletin hüküm sürdüğü asilzadeler Fransasında iktidarı
soyluların elinden alabilmek için yeni gelişen proletarya ve köylülerle ittifak
yapma gereği duydu. Fransız devriminin sembolü mavi, kırmızı, beyaz bayrakla
simgeleşen eşitlik, adalet ve kardeşlik kavramlarını kullanan burjuvazi hem işçi
sınıfını hem de köylülüğü yanına çekebilmeyi başarmıştı.
1789 yılının 14 Temmuz günü, binlerce mahkumun hapsedildiği Bastil
hapishanesinin yakılmasıyla başlayan burjuva demokratik devrim kral ve
kraliçenin giyotine gönderilmesiyle pekişti. Ancak, çok kısa bir süre içinde
burjuvazinin iktidarı ele geçirmek üzere vaadettiği eşitliğin ve adaletin
gerçekleşmediği görüldü. İktidarı alan burjuvazi hızla gerici niteliğine büründü
ve proletaryayı ve emekçileri eskiden olduğu gibi sömürmeye devam etti.
Sömürü mekanizmasının kırılamaması yeni bir devrim ihtiyacını gündeme getirdi. Ne var ki, bu beklentinin gerçekleşmesi için neredeyse bir yüzyıl geçmesi gerekti.
Asilzadelerin ve burjuvazinin "külotsuzlar/baldırı çıplaklar" olarak
nitelediği (o dönemlerde asiller külotlu çoraba benzer bir pantolon giyiyorlardı; çalışanlar ise pratik olmayan bu giysiyi kullanmıyorlardı)
emekçiler, akın akın Paris sokaklarını doldurmuş ve barikatların arkasında bu
kez gerçek eşitliği sağlamak üzere hazırlıklara girişmişlerdi.
Tam yetmiş iki gün boyunca Paris'i ellerinde tutan emekçiler Paris'e
eşitliği, adaleti ve özgürlüğü getirmişlerdi. Bu süre içinde tüm Parisliler komiteler oluşturarak işlerini hep birlikte yapmaya başlamışlardı. Paris,
yöneten-yönetilen ayrımının ortadan kaldırıldığı, kararların ortak tartışmalarla
demokratik biçimde alındığı, paranın ortadan kaldırıldığı, ailelere ihtiyaçları ölçüsünde yiyecek yardımının yapıldığı hür bir şehir haline gelmişti. Ama, işçi sınıfının hiçbir iktidar deneyiminin olmadığı, iktidarın teorik altyapısının
oluşturulmadığı bir çağda kalkışılan bu devrim, ne yazık ki, yenilmeye mahkumdu.
Fransa'ya düşman ülkeler bile sınıfsal içgüdüleriyle bu deneyimin kendilerine
nelere mal olabileceğini görmüşler ve Fransız burjuvazisinin yardımına koşmuşlardı. Güçlerini toparlayarak Paris'e doğru harekete geçen gerici burjuva sınıfı 28 Mayıs 1871'de komünarları barikatlardan söktüler.
İktidarı tekrar ele geçiren burjuvazinin kini olduğu gibi komünarların
üzerine aktı. Paris'in düşmesiyle birlikte barikatların arkasında bulunan komünarların 20.000'i öldürüldü, 38 bin insan tutuklandı. Paris Komünü ile bir şekilde ilişkisi olduğu düşünülen yedi bin insan sürgüne gönderildi.
Tarihin ilk yöneticisiz iktidarı, böylece, yetmiş iki gün yaşadıktan sonra,
tüm dünya halklarına laboratuvar zenginliğinde bir armağan bırakarak yenilmiş
oldu.
İşçi sınıfının ve ezilen halkların burjuvaziye karşı kaybettiği bu
muharebenin cevabı 1917 yılında Rusya'da verildi. Proletarya, bu kez Paris Komünü'nün her bir gününe karşılık 1 yıl iktidarda kalarak sınıfsız, sömürüsüz bir dünyanın hayal olmadığını insanlık tarihine sökülmez harflerle kazıdı.
21 MART NEVROZ
İnsanlığın tarım toplumuna geçmesi ve toprağın
ekilmeye başlanması, ekim tarihlerini belirleme ihtiyacını doğurdu. Bu ihtiyaç
çerçevesinde zamanın belirli dilimlere bölündüğü takvimler yaratıldı. Uygarlığın
doğduğu ortadoğu ve Mezopotamya'da, yıllar hep doğanın uyanmaya başladığı bahar
aylarından başlatılıyordu. Bu bölgelerdeki halkların birbirlerinden görerek
geliştirdikleri takvimlerde yeni yılın başlangıcı 21 Mart olarak gösteriliyordu.
Farsça ve Kürtçede "yeni gün" anlamına gelen Nevroz yüzyıllardır bölgemizde
yaşayan halklar tarafından şenliklerle kutlanıyordu. Soğukların bittiği, göçmen
kuşların geri gelmeye başladığı, ağaçların çiçeğe durduğu bu mevsimin kutlanması
geleneksel bir hal almıştı.
Nevroza günümüzdeki anlamını kazandıran ise halkların bu günü çeşitli
efsanelerle süslemiş olmasındandır. Azeriler ve kimi Türki toplumlar Nevrozu
içine kıstırıldıkları demir dağını eriterek bir dişi kurt rehberliğinde
yeryüzüne dağıldıkları gün olarak kutluyorlar. Türk faşistlerinin o gün demir
dövmelerinin nedeni bu söylencedir.
Kürt halkı ise, 21 Mart'ı zalim hükümdar Dehak'ın iktidarının Demirci Kawa
önderliğinde yıkıldığı gün olarak kutlamaktadır. Efsaneye göre, halka zulmeden
acımasız hükümdar Dehak, yaptığı işkencelerle ve uyguladığı baskılarla halkı
susturmuş, halka hiçbir kurtuluş umudu bırakmamış. Ancak, demircilik yapan
Kawa'nın önderliğinde harekete geçen halk, Dehak'ın sarayını ateşe vermiş ve
kurtuluşunu ilan etmiş. O yüzden her Nevrozda halk ateşler yakarak şenlikler
yapmış ve kurtuluşunu kutlamış.
Bilindiği gibi Nevrozun Türkiye'de kutlanması çoğu zaman yasaklanıyor ve
büyük olaylara sebep oluyor; ama 95-96 yıllarında olduğu gibi devletin
kutlamalar için kamyon lastiği dağıttığı da oluyor. 90'lı yılların başından beri
her Nevroz kutlamasında onlarca insanın gözaltına alındığı, yüzlercesinin
yaralandığı, hatta bazen öldürüldüğü görülmektedir.
Her şeye rağmen, Nevroz, asırlar geçse bile tüm halkların neşe, isyan ve
mücadele günü olarak kutlanmaya devam edecektir.
30 MART 1972 KIZILDERE KATLİAMI
1961 Anayasası'nın ülkeye o güne
dek hiç yaşanmayan bir özgürlük havası getirmesiyle, başta üniversitede okuyan
aydın adayları olmak üzere toplumun tüm kesimlerinde ülke sorunlarına karşı bir
duyarlılık başlamıştı. Fikir kulüplerinde tartışan gençler, çok kısa bir zaman
içinde sadece tartışmakla sorunların çözülemeyeceğinin ayırdına vardı ve ya
TİP'le ya da TİP'i aşan bir yapılanma içerisinde mücadele edilmesi gerektiği
sonucunu çıkardı.
12 Mart darbesi öncesinde gençlerin sözlerine kulak verdiği eski kuşak
komünistlerin kimi yanlışları, gerek TİP sempatizanlarının gerek TİP dışı
gençliğin aynı çatı altında birleşmelerinin önüne engel çıkardı. Eski kuşağın
deneyimlerinden bu anlamda yararlanamayan yeni yetişen kuşak, kendi çizgisini el
yordamıyla bulmaya çalıştı.
Buna ek olarak, sosyalist dünya içerisindeki kimi ayrışmaların Türkiye'ye
yansıması gençlerin izleyeceği ideolojik-politik hat konusunda bir ortaklaşmanın
yakalanamaması sonucunu getirdi.
Tüm bu sayılanların neticesinde, genç kitleler birbirinden farklı
gruplaşmalara ayrıldılar; ve uyanışa geçen kitleleri susturmayı amaçlayan 12
Mart darbesine karşı kendi bulundukları cepheden eylemlere giriştiler.
Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) imzasıyla eylemler yapan Deniz Gezmiş ve
arkadaşları bir operasyon sonrasında yakalandılar ve mahkemeye çıkarıldılar.
Geçen parlamento döneminde Tansu Çiller'in gözdelerinden olan Baki Tuğ'un
savcılığını yaptığı mahkeme Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ı idama
mahkum etti. Türkiye'deki hukuki prosedüre göre idamların mecliste onaylanma
şartı var. Denizlerin idamının onaylanacağı meclis oturumunda, o zamanki Adalet
Partisi'nin genel başkanı Süleyman Demirel'in oturduğu sıradan kalkıp eliyle
işaret ederek ve "üç, üç" diye bağırarak tempo tutması unutulmadı. Demirel,
1961'de idam edilen Menderes, Polatkan ve Zorlu'ya karşılık "bizden üç, onlardan
da üç" idam olması gerektiğini kastediyordu.
Farklı bir ideolojik hatta sahip Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi
(THKP-C) adlı bir örgüt kurmuş olan Mahir Çayan ve arkadaşları, daha düne kadar
birlikte hareket ettikleri Denizlerin idamına karşı bir şeyler yapma
düşüncesiyle 1972 yılının 27 Mart'ında Ünye Radar Üssü'nde görevli üç İngiliz
teknisyeni kaçırdılar. Teknisyenlerle beraber Tokat'ın Niksar ilçesine bağlı
Kızıldere köyüne geldiler. Amaçları teknisyenlerle Denizleri takas etmekti.
Ancak kaldıkları yer bir köylü tarafından ihbar edildi ve çevreleri sarıldı.
30 Mart'ta gün boyu süren çatışmaların ardından Mahir Çayan ve dokuz arkadaşı
öldürüldü. Kendileriyle birlikte getirdikleri üç İngiliz teknisyen de bu arada
öldü. Kıstırıldıkları evde yalnızca Ertuğrul Kürkçü tesadüfen sağ kalmayı
başardı.
Mahirlerin öldürülmesinden bir hafta sonra, 6 Mayıs'ta Denizler de idam
edildiler.
Türkiye topraklarının gösterdiği gibi, ne Mahirlerin öldürülmesi, ne de
Denizlerin asılması devrim özlemini ortadan kaldıramadı. 1970'li yıllardan
günümüze kadar onların savundukları yoldan farklılaşarak da olsa giden gruplar
bunu kanıtlamıştır.
İzledikleri çizgiler, savundukları politikalar işçi sınıfı ideolojisinden uzak da olsa; kitlelerin dar bir öncü grubu sayesinde ayağa kaldırılabileceği
gibi kolaycı ve sonuç alınması olanaksız bir düşünce de taşısalar, arkadaşlarımızın mücadelesi yolumuza ışık tuttu. Proletaryanın mücadele
zenginliğine onların da deneyimlerini kattık. İşçi sınıfının yolundan giderken, sehpalarından "yaşasın sosyalizm" diye haykıran tüm dostlarımızın anıları
yolumuzu aydınlatıyor.