Sosyalist Dergi: 4 |  Muhsin Salihoğlu |
2000'LERİN BAŞINDA TÜRKİYE

     1990'lı yıllar sona erdi, 2000'lere girdik. Yeni bir yüzyılın ve yeni bir binyılın eşiğindeyiz. Yirminci yüzyılın ve ikinci binyılın bu son yılbaşı, ülkemizde işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinin zeminini oluşturan siyasal gerçekleri saptamak, sermaye, devlet ve emek arasındaki güç ilişkisini irdeleyip bir durum değerlendirmesi yapmak için uygun bir vesile oluşturuyor. Üstelik, özellikle DSP-MHP-ANAP koalisyonunun kurulmasından sonra meydana gelen kimi önemli gelişmeler böyle bir durum değerlendirmesini zorunlu kılıyor. Şimdi bu gelişmeleri sırasıyla ele alalım.



     ABD'yle İlişkiler
     Birinci gelişme, ABD'yle zaten çok sıkı fıkı olan ilişkilerin daha üst düzeye çıkarılmasıdır. NATO ilişkileri ve ikili anlaşmalarla ülkeyi Amerikan emperyalizminin bir stratejik üssü haline getiren işbirlikçi tekelci sermaye, Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar'da ABD'nin koçbaşı olarak daha aktif bir role soyunuyor. ABD'nin Ortadoğu petrollerini elde tutmak, bölgenin zenginliklerini sömürmek için oluşturduğu İsrail-Türkiye bağlaşmasına katılan egemenlerimiz Kafkasya ve Balkanlar'da da Amerikan taşeronluğunu hevesle üstleniyorlar. Ortadoğu halklarına karşı emperyalist cephede saf tutan burjuvazi, Kafkas ve Balkan halklarına karşı kurulan tuzaklarda da emperyalistlerle suç ortaklığı yapıyor.
     Birinci Dünya Savaşında Alman emperyalizminin koltuğu altında "Turan'ı fethetme" sevdasıyla Kafkas seferlerine kalkışan Enver Paşaların halkımızın başına ne felaketler getirdiği hâlâ belleklerdedir. İkinci Dünya Savaşında bu kez faşist Hitler Almanyası'nın kışkırtmasıyla yeni Kafkas macerasının eşiğinden ancak Alman ordularının Stalingrad önündeki bozgunuyla döndüğümüzü biliyoruz. Bu iki deneyime rağmen şimdi de Amerikan emperyalizminin tezgâhıyla Rusya'ya karşı Gürcistan, Azerbaycan ve (kimi şartlarla) Ermenistan'a Kafkas Paktı kurma önerisinde bulunuyoruz. Kafkas Paktı Rusya'yı kuşatmak ve parçalamak, böylece Avrasya'da kendisine yönelebilecek potansiyel bir tehdidi ortadan kaldırmak isteyen Amerikan emperyalizminin kayıtsız şartsız dünya egemenliği politikasına kuşkusuz hizmet eder; ama ülkemiz ve bölgemiz halkları için sadece yıkım getirir. Irak'a, İran'a ve Suriye'ye karşı izlenen politikaların emekçi halka yüklediği ağır maliyetler yetmiyormuş gibi, şimdi de Rusya'ya karşı benzer bir politikanın yol açacağı çok daha ağır maliyetlere sürükleniyoruz.
     Daha depremin yaralarını saramayan Türkiye Almanya'yla bin Leopar tankının pazarlığını yapıyor. Eldeki tankların modernleştirilmesi için büyük ihaleler açılıyor. Amerika'dan helikopterler ve yeni füze sistemleri, Norveç'ten ağır silahlar alıyoruz. Türkiye, dünyada son yılların en büyük silah alıcılarından biri durumunda. Dünyanın her neresinde silah satıcısı büyük kapitalist şirket varsa, hepsi Ankara'yı mesken tutmuş bulunuyor. Savaşlardan para kazanan leş kargaları ağızlarının suyu akarak tepemizde dolanıyor.
     Türkiye'yi böylesine halk düşmanı bir militarist politikaya razı etmek isteyen ABD emperyalizmi, Bakû-Ceyhan petrol hattını yem olarak kullanıyor. Burjuvazinin Turancı heveslerini gıdıklayarak bu hat sayesinde Türkiye'nin Kafkas petrolleri üzerinde pay sahibi olacağı masalını yayıyor. Oysa, ekonomik olarak, bu hattın gerçekleşmesi durumunda Türkiye'nin hattan yıllık gelirinin yüz milyon dolar civarında olacağı herkesçe biliniyor. Yüz milyon dolar, Türk Ticaret Bankası ihalesinde Korkmaz Yiğit'in Kâmuran Çörtük'e rüşvet olarak verdiği Genç TV'nin bedeline eşit bir para. Nazlı büyük petrol tekellerini bu hatta razı etmek için Türkiye'nin daha şimdiden üstlenme garantisi verdiği bir buçuk milyar dolarlık inşaat masrafları ise daha başlangıçta ödeyeceğimiz bedel. İnsanlarımızın kanı ve canıyla ödenecek paha ise zaten biçilemez. ABD himayesinde yayılmacılığa ve militarizme soyunanlar gerçekten herkesi kör, âlemi sersem sanıyorlar.
     Kendi geleceklerini dünya kapitalizminin geleceğine sıkı sıkıya bağlı gören, kaderlerini emperyalizme bağlayan büyük sermayedarlarımızın borazanı medyanın Türkiye'yi ziyaret eden Clinton'un birkaç tatlı sözünü manşetlere çıkararak halkın bilincini karartması ise gerçek bir insanlık suçu oluşturuyor. ABD'nin eski dışişleri bakanlarından John Foster Dulles'in, bağımlı halkların liderlerini tavlamak için Başkan Eisenhower'a verdiği "onları hafifçe okşayacaksınız ki sizin kendilerine sırılsıklam aşık olduğunuzu sansınlar" tavsiyesini yerli medyamızın anlı şanlı yöneticileri bilmezler mi hiç!

     İMF'yle Anlaşma
     İkinci gelişme hükümetin İMF ile destek antlaşmasını imzalamasıdır. Uluslararası Para Fonu'ndan sağlanacak dört milyar dolar kredi karşılığında ekonominin genel yönetimi bütünüyle bu kuruma teslim edilmiş bulunuyor. İşçi ücretlerinin ve memur maaşlarının budanması, sosyal güvenlik sisteminin çökertilmesi, kapitülasyonların yasalaştırılması ve üstelik geriye doğru işletilmesi, özelleştirmelerin daha da hızlandırılması, kamu yatırımlarının daha da kısılmasının ardından sıra tarım üreticilerine sağlanan desteklerin kaldırılmasına geliyor. Mesut Yılmaz, ANAP meclis grubunda yaptığı konuşmada, milletvekillerine "tarım reformunu yaptığımızda sokağa çıkamayacak hale geleceğiz; buna şimdiden hazır olun" diyor. Görüldüğü gibi, İMF programı gereği yapılan işlerin, işçi ve emekçilerin ne kadar zararına olduğunu, bu programdan sadece yabancı ve yerli büyük kapitalistlerden oluşan küçük bir azınlığın yarar sağladığını biliyor bilmesine; ama, herşeye rağmen yollarına devam edeceklerini ilan ediyor. DSP-MHP-ANAP koalisyonunun ekonomi alanındaki misyonu, sermaye oligarşisinin emekçi halkı daha da katmerli biçimde sömürmesinin şartlarını hazırlamaktan ibarettir. Bu uğurda insanlarımızın çoğunluğu açlığa ve sefalete mahkûm ediliyormuş; halk kleptokratların insafına terkediliyormuş; bağımsızlık, yurtseverlik, ulusal onur, emeğe saygı gibi kavramların köküne kibrit suyu ekiliyormuş; burjuva politikacılarına hepsi vız geliyor. Borsa yükseliyor ya; borsada oynayanlar kazanıyor ya; bankerlerin işi tıkırında ya; bu, onlara yetiyor! Daha seçimlerde halka verdikleri cafcaflı sözlerin mürekkebi bile kurumadan bir ekonomik jenosit programını yürürlüğe koyuyorlar.

     Avrupa Birliği Adaylığı
     Üçüncü gelişme, Avrupa Birliği Konseyi'nin 10 Aralık 1999'da Helsinki'de yaptığı toplantıda Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne resmen aday ilan edilmesidir. AB adaylığı, başta TÜSİAD olmak üzere sermaye örgütleri, burjuva partileri, yüksek bürokrasi ve büyük medya cephesinde olağanüstü büyük sevinçle karşılandı ve işçi sınıfı hareketinin de bu sevince ortak olması için çağrılar yapıldı. Öyle ya, cennet ayaklarımızın altına serilecekti; Türkiye uygar olacaktı; demokrasi ve insan hakları sağlam güvencelere kavuşacaktı; işkence ve baskılar ortadan kalkacaktı; her konuda çağdaş normlar yürürlüğe girecekti; çağdışı kalmak istemeyen herkes AB adaylığını desteklemeliydi; işçi sınıfının ve düşünce özgürlüğünün nimetlerinden yararlanamayan aydınların bu önemli adımı desteklemesi gerekirdi!
     Liberaller ve liberal solcular aracılığıyla devrimci ve sosyalist saflara da sızan bu görüşlere karşı tutumumuzu açıkça belirtmeliyiz. Konunun çok çeşitli yönleri var, ama işin özü Avrupa Birliği'nin Avrupa tekellerinin emperyalist bir koalisyonu olmasıdır. Dünya kapitalist sisteminin ABD ve Japonya ile birlikte üç egemen blokundan birini oluşturan Avrupa Birliği, Türkiye'de, bölgede ve dünyada emeğin kurtuluşunu amaç edinen, sömürüye son verip eşitliğe dayanan enternasyonalist bir sistem kurmak isteyen komünistlerin ve sosyalistlerin benimseyeceği bir birlik olamaz. Kapitalist tekellerin Avrupa Birliğine üyelik, sosyalist ve bağımsız bir gelecekten vazgeçmek demektir. Avrupa Birliği'ne üye bir Türkiye Avrupalı büyük tekellerin serbest bir pazarı ve bölge halklarına karşı ileri karakolu olmaktan öteye gidemez. AB üyeliğine razı olmak, daha 1960'larda Ortak Pazar üyeliğine karşı çıkan sosyalizm ve bağımsızlık yanlısı devrimci güçlerin hep birlikte vurguladığı gibi, "onların (ve bizim işbirlikçi yerli egemenlerimizin) ortak, bizim pazar" olduğumuz bir sisteme razı olmak demektir.
     Avrupa Birliği, 1996 yılbaşında yürürlüğe giren Gümrük Birliği Anlaşması'yla Türkiye'deki ekonomik hedeflerine esas olarak ulaşmış bulunuyor. Bir başka deyişle, AB, Türkiye'yi fiilen ekonomik bir sömürge olarak elinde tutuyor. Yerli burjuvazinin AB'ye üye bile olmadığı, karar mercilerinde yer almadığı halde bütün bağımsızlık iddialarını bir yana bırakarak gümrükleri Avrupa sermayesine ardına kadar açması, egemen burjuvazinin Avrupa sermayesiyle bütünleşmeyi nasıl bir ölüm kalım meselesi saydığını gösteriyor. Açıkçası, AB bizim değil, onlarındır; emekçilerin değil, sermayenindir. Sermayedarlarımız Avrupa Birliği üyeliğiyle emekçi halka ve bölgedeki diğer güçlere karşı (Rusya, İran vb) karşı sağlam bir dayanak kazanma hesabını güdüyor. Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi adaylığa kabul etmesi, gümrük birliğiyle sağladığı avantajları sürdürülebilir bir temele oturtmak, ülkeyi siyasal ve askeri bir dayanak olarak da kullanmak hesabına dayanıyor. Amerika'nın Türkiye'nin AB adaylığını desteklemesi ise, özellikle Türkiye üzerindeki siyasi ve askeri boyunduruğuna dayanarak AB içinde İngiltere'nin yanı sıra yeni bir köprübaşı elde etme hesabına dayanıyor. Herkesin kendine göre bir hesabının olduğu bir ortamda, Türkiye işçi sınıfının da, bölge, Avrupa ve dünya işçi sınıfıyla birlikte kendi çıkarlarına uygun enternasyonalist, eşitlikçi ve bağımsızlıkçı bir devrimci projeyi esas almasına lütfen şaşılmasın.
     Kimileri, AB üyeliğinin, işçi sınıfımız ve örgütleriyle Avrupa işçi sınıfı ve örgütleri arasında enternasyonalist dayanışmanın gelişmesine hizmet edeceğini savunarak yukarıda açıkladığımız ilkesel tutuma itiraz ediyor. Doğrusu, işçi sınıflarının enternasyonalist dayanışmayı geliştirmek için neden ille de kapitalist bir örgütlenmeye evet demeleri gerektiğini anlamak mümkün değil. Biz milliyetçiliğin dar kalıplarına sıkışmaktan yana değiliz; uluslararası dayanışmadan yanayız; ama kapitalistlerin değil, emekçilerin dayanışmasından yanayız ve üstelik dayanışmayı da Avrupa'yla sınırlamıyoruz; başta bölgemiz olmak üzere bütün dünya emekçilerinin dayanışmasından yanayız.
     Kimileri, AB üyeliğiyle temel demokratik hakların güvenceye alınacağını düşünerek ilkesel tutumumuza itiraz yöneltiyor. Avrupa kapitalist sınıflarının ve kapitalist hükümetlerinin ülkemizde tutarlı bir demokrasiden yana olduğunu iddia edenler yanılıyorlar. Avrupa'nın burjuva sınıfları ve hükümetleri, sureti haktan görünmeyi ihmal etmeden faşizm ve despotizmle kârlı işler çevirmeyi iyi bilirler. Bizim yönetici seçkinlerimiz de, ta İkinci Abdülhamit'ten miras kalan yöntemle Avrupa kapitalistlerine ve hükümetlerine halkın sırtından yağlı kuyruklar ikram ederek Batı devletleri sisteminde ve Batılı örgütlerde yer almayı becermişlerdir. Hep birlikte yaşadık, ne 12 Mart 1971 diktatörlüğü döneminde, ne 12 Eylül diktatörlüğü döneminde, ne de son 15 yıllık "düşük yoğunlukta demokrasi" döneminde egemenlerimiz bir aforozla karşılaşmadı, Avrupa Konseyi üyeliğinden çıkarılmadı. Avrupa sömürgeciliğinin (sadece eğitimde değil, her alanda) esas olarak ırkçı bir yaklaşımın ürünü olan "bon pour Orient" (Doğu ülkeleri için yeterli ikinci sınıf diploma) geleneğini kimse unutmasın. Üstelik, birtakım uluslararası örgütlere üyelik sonucunda ülkeye "demokrasi" geleceği hep iddia edildi ama umutlar her defasında boş çıktı. Birleşmiş Milletler'e üye olduğumuzda da, Avrupa Konseyi'ne üye olduğumuzda da, hatta NATO'ya girdiğimizde de aynı umutlar beslenmişti, ama sonuç ortada. Bırakın emekçilerin demokrasisini, klasik burjuva anlamda bir demokrasi bile serap olarak kaldı. Demokrasi emekçilerin mücadelesinin ve gücünün eseri olarak doğar ve yaşar, dışarıdan veya yukarıdan ihsan edilmez.
     Ulusal ve kültürel haklara AB üyeliği yoluyla ulaşılacağını hayal eden Kürt çevrelerine de biraz daha gerçekçi olmalarını, ayaklarını yere basmalarını öneririz. Real-politiker olmakla gerçekçi olmak aynı şey değildir; real-politikerlerin kelimenin en kötü anlamıyla ütopik oldukları çok görülmüştür. Kapitalizm ve emperyalizm çerçevesinde kendilerine bir yer arayanların, bunun pek mümkün olmadığını içleri yanarak anlamak zorunda kaldıkları birçok örnek yaşanmıştır. İşçi sınıfı mücadelesiyle dayanışma içinde olmadıkça, enternasyonalist ve eşitlikçi bir yaklaşımı esas almadıkça, tutarlı ve kararlı bir toplumsal ve ulusal kurtuluş programı çevresinde birleşilmedikçe, bölük pörçük, kırık dökük kimi olası ödünler dışında ulusal ve kültürel haklar da gerçekleşmeyecektir.
     Tam tersi bir yaklaşımı benimseyen kimileri de, kraldan daha kralcı bir tutumla büyük iş çevrelerini ve yüksek bürokrasiyi korkutmaya çalışıyor; Türkiye'nin Kıbrıs'ta ve Ege'de sözümona "ulusal çıkarlar"dan ödün vermek ve "azınlık hakları"nı tanımak zorunda kalacağını, AB'ye bu yüzden hayır denmesi gerektiğini iddia ediyorlar. Kapitalist sınıfa ve yönetici seçkinlere kendi çıkarlarının ne olduğunu öğretme çabası gülünçten ötedir. Yarım ağızla da olsa kapitalist sisteme muhalif olduklarını hâlâ iddia eden ve Marksizmin kimi kavramlarını ve adlarını hâlâ kullanan bu yeni şahinlerin sisteme akıl satmaya çalışması, büyük iş çevrelerinin ve yüksek bürokrasinin bile sağına geçerek sözümona muhalefet yapması trajikomiktir. Yerli oligarşi ile büyük devletler arasında bütün bu konularda kimi anlaşmazlıkların ve ciddi pazarlıkların yaşanacağı kuşkusuzdur; ama biz ulusal çıkarlarımızın nerede olduğunu, ülkemiz, bölgemiz ve dünya emekçilerinin ortak çıkarları temelinde belirleriz; emekçilerin kardeşçe birliğinin canalıcı önemde olduğunu bilir, şovenizmin ve militarizmin ister istemez burjuvazinin değirmenine su taşıyacağını unutmayız.
     Kimileri ise, gümrük birliği anlaşmasıyla Türkiye'den istediği bütün ekonomik ödünleri elde eden Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi asla tam üyeliğe kabul etmeyeceğini, çünkü tam üyeliğin onları Türkiye'ye AB karar mekanizmalarında büyük nüfusuyla orantılı ağırlıklı bir rol vermek zorunda bırakacağı için Avrupa devletlerinin siyasal çıkarlarına aykırı olacağını savunarak avunuyor. Doğrusu, böyle bir akıl yürütmeye güvenilemez. AB egemenleri de işlerini bilirler, yerli egemenlerimiz de. Ortamlar değişince örgütsel düzenlemeler de değişir, politikalar da değişir. Başlangıçta, Türkiye NATO'ya da kabul edilmemişti, ama kısa bir süre sonra Türkiye'yi NATO'nun içinde gördük. Öte yandan, NATO'da kâğıt üzerinde her üyenin veto hakkı var, ama yerli burjuvazinin Amerika'nın dümen suyundan ayrıldığını hiç görmedik. Biz hesabımızı başkalarının üzerinden değil, kendi üzerimizden yapmalıyız. Yeri ve zamanı gelince, yerli ve yabancı kapitalistler kendi çıkarlarını telif etmeyi pek güzel becerirler.

     Baş Dönmesi
     Amerika'nın dünya ve bölge stratejisi içinde Türkiye'ye yeni roller biçmesi, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne aday ilan edilmesi ve İMF ile yeni bir destek anlaşması imzalanması sermaye sınıfımızın ve devlet adamlarımızın başını döndürdü. Medyanın pompalamasıyla Türkiye kamuoyu "uçuyor". Herkesin bildiği temel gerçekler, yıllanmış sorunlar bir çırpıda unutuldu. DSP-MHP-ANAP koalisyonunun emekçilerin ve yurdun köklü çıkarlarına aykırı adımları art arda atması, toplumsal muhalefetin bu adımları önleyecek bir direniş gösterememesi egemen burjuvazinin gururunu okşuyor. Bu çürümüş düzen "yeni binyılın parlayan güneşi" olarak vaftiz ediliyor. Türkiye "çalkantılı bir bölgenin istikrar adası", "Avrasya'nın merkezi", yeni Kafkas, Orta Asya ve Balkan cumhuriyetlerinin "abisi" ilan ediliyor. Burjuvazinin yorumcuları döktürdükçe döktürüyorlar. Sol eğilimli kimilerinde bile, "galiba haklılar; düzen adaletsiz madaletsiz ama adamlar istikrarı sağladılar canım" tepkisini uyandırmayı beceriyorlar. Kimi sosyalist çevreler ise, daha "bilimsel" bir dille 28 Şubat süreciyle başlayan "düzenin restorasyonunun esas olarak başarıya ulaştığı"ndan söz ediyorlar.

     Gerçekler ve Sonuçlar
     Haklılar mı? Hiç de değil. Bu tezlere ancak yüzeysel bir bakışla hak verilebilir. İşçi sınıfı hareketinin belli bir durgunluk içinde olduğu, sendikalı işçi sayısının azaldığı, sendika yönetimlerinin ideolojik olarak çok gerilediği, kimi sendikanın yönetiminde artık MHP ve Fazilet yandaşlarının yer almaya başladığı, Harb-İş benzeri kamu sektöründe örgütlü sendikaların sağcıların eline geçtiği, birçok sendikacı ve uzmanın özel konuşmalarında "özelleştirmenin faziletleri"nden söz edecek kadar gerilediği doğrudur. Türk-İş yönetiminin kapitalist iktidarın sosyal saldırısı karşısında havanda su döverek adım adım ricat politikası uyguladığı; DİSK başkanı Vahdet Karabay'ın Lastik-İş başkanı kimliğiyle Rauf Denktaş'a onur ödülü verdiği; DİSK, Türk-İş ve Hak-İş'in Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu ve Türkiye Ziraat Odaları Birliği ile birlikte toplumsal uzlaşma politikası güttüğü görülüyor.
     Buna karşılık, milyonlarca işçi sigortasız ve sendikasız olarak, iş güvenliğinden yoksun biçimde çalışıyor; bir bütün olarak proleterlerin sayısı artıyor. İşçi sınıfının ve emekçilerin çoğunluğu sadece oransal olarak değil, mutlak olarak da yoksullaşıyor. Köylüleri neyin beklediğini bizzat Mesut Yılmaz'ın sözleriyle yukarıda aktarmıştık. Her seçimde bir partiden diğerine savrulan, kapitalist sistemin merkez partilerinden umut kestikten sonra sırasıyla Refah'ın, DSP'nin ve MHP'nin peşine takılan kitleler bu partilerin neyi temsil ettiğini, kapitalist azınlığın çıkarları için kendilerini sattığını yaşayarak görüyor. İMF programı derinleştikçe emekçilerin tepkisi de artacak. Milyonlarca insanın bu yaşam tecrübesi ortadayken istikrar olmaz.
     Öcalan'ın ve PKK'nin yeni yönelimiyle Türkiye politikasında ve Kürt ulusal hareketinde yeni bir evreye girildiği doğrudur. Kürt egemen sınıfları Cumhuriyet'in kuruluşundan sonraki isyanların bastırılmasının ardından, 1940'lardan itibaren geleneksel olarak devletle işbirliği çizgisini ısrarla takip etmişlerdir. PKK hareketi, Kürt toprak beylerinin ve burjuvazisinin bu çizgisinden bir kopuşu temsil ediyordu; Öcalan'ın Kürt elitlerinin dışından gelmesi de bu gerçeğin simgesel bir göstergesiydi. Sözünü ettiğimiz yeni yönelimin geleneksel çizgiye dönüş anlamına geldiği açıktır. Ama, sorun orta yerde duruyor. Kaynakta bir değişiklik olmadan sonuçların değişmesini beklemenin ne ölçüde gerçekçi olacağını herkes değerlendirebilir.
     Aydın hareketinde bir duraklamanın ve gerilemenin yaşandığı doğrudur. Bir kuşak öncesinin komünist, sosyalist ve devrimci demokratik hareketine katkıda bulunan aydınların önemli bir kesiminin kapitalizme eklemlendiği gözleniyor. Özel kapitalist vakıf üniversitelerinde ders veren, devlet üniversitelerinde bölüm başkanı veya dekan olan akademisyenler, Tarih Vakfı'nda devletten ve özel sektörden aldıkları ihaleler ve sponsorluklarla günümüzün vakanüvislerine dönüşen birçok işbilir isim, artık vakayı adiyeden sayılıyor. Despotizmin özgürlüksüzlük ve toplumsal sorumsuzluk ortamında can çekişen üniversiteler gitgide kapitalist piyasayla bütünleşiyor. Öğrenciler artık müşteri muamelesi görüyor. Buna karşılık, öğretim üyelerinin ve öğretmenlerin, bir bütün olarak kamu çalışanlarının genel kitlesi iyice yoksullaştı ve statü kaybına uğradı. Üniversiteden mezun olanların iş bulma umudu küçülen bir ekonomide iyice zorlaşıyor. Aydınların çoğu objektif olarak proletaryaya yaklaşıyor. Bu gelişmenin düzenin istikrarına hizmet etmeyeceği söylenebilir.
     Büyük iş çevrelerinin ve yüksek bürokrasinin propaganda ve halkla ilişkiler şebekesine dönüşen medyanın kitleler üzerindeki ideolojik etkisinin arttığı doğrudur. Ama insanları adeta düşünemez hale getiren televizyonun, radyonun ve basının emekçilerin gerçek yaşamsal çıkarlarından kopuşu, bu ideolojik etkinin kırılması olanağını da yaratıyor. Toplumsal muhalefet, ideoloji kırıcılığını kitlelerin yaşam tecrübesiyle birleştirerek gerçek bir direnişe çevirdiğinde bu olanaktan herşeye rağmen yararlanabiliyor.
     Kapitalist tekelleşmenin hızlandığı, yabancı ve yerli büyük sermayenin ekonominin hemen hemen her sektöründe yeni ortaklıklara gittiği ve birçok küçük işletme sahibini iflasa sürüklediği koşullarda burjuvazinin çeşitli katmanları arasındaki mücadelenin de devam edeceği tabiidir. MÜSİAD çevresinde toplanan ve siyasal alanda Refah-Fazilet tarafından temsil edilen yeni palazlanmış sermaye gruplarının İsrail'e, Avrupa Birliği'ne ve Amerikan emperyalizmine evet deme noktasına gelmesi tekelleşme sürecinin durmadan doğurduğu sonuçları ortadan kaldırmıyor.
     Burjuvazinin seçimlerden sonra kurdurmayı başardığı koalisyonun, parlamentoda rahat bir çoğunluğa sahip olması ve aslında aralarında doku uyuşmazlığı olan bu partilerin kendilerine özgü hesaplarla şimdilik birlikte yürümesi başarılı bir siyaset mühendisliği sayılabilir. Ama bu başarının devamının hiçbir garantisi yoktur. Dışarıya net kaynak transferinde bulunan, yani sürekli olarak kan kaybeden bir ekonomik sistemin, sınıflar arasındaki uçurumun gitgide büyüdüğü bir sosyal yapının, düşünce ve örgütlenme özgürlüğüne kapalı bir siyasal kurumlaşmanın istikrarı sağlaması pek mümkün görünmüyor.
     Sonuç olarak, 2000'lerin başında ülkede istikrardan ancak yüzeysel bir bakışla söz edilebilir. Siyasal ve sosyal-ekonomik yapıyı temelinden değiştirmeden, zengin bir azınlığın değil, emekçi halkın bütününün özgür ve eşit yaşadığı, tam bağımsız ve sosyalist bir toplum kurulmadan istikrarı yakalamak bir özlemden ibaret kalacaktır.
 
Yazarın Diğer Yazıları
 Parti Öğretisi
 Derinleşen Kriz ve Öngörüler
 9 Mayıs Faşizme Karşı Zafer Günü
 AKP'nin İç ve Dış Politikası Bir Bütündür
 İşçi Sınıfının Gözüyle 1920'den 2010'a
 90. Yılımızda
 Kürt Açılımı
 Obama ve 24 Nisan 1915
 Kapitalizmin Krizi ve Olasılıklar
 Başörtüsü/Türban Üzerine
 Büyük Oyun
 17 Aralık 2004'ün Anlamı
 Irak İşgalinin Dördüncü Yıldönümü
 Aydınlanma Çerçevesinde Kemalizm
 Nereye Gidiyoruz?