Geçen sayımızda vurguladığımız gibi, egemen sermaye oligarşisi Türkiye'yi "dışta macera, içte yıkım" çizgisine sürüklüyor. Kürt sorununun askeri çözümü için "terörün dış desteğini ortadan kaldırma" gerekçesiyle Suriye'yle savaşın eşiğine geldik. ABD ve İsrail'le girişilen stratejik ittifak çerçevesinde iki yandan köşeye sıkıştırılan Suriye'nin Öcalan'ı topraklarından çıkarması, sorunları savaş tehditiyle çözme çizgisinin bir kez daha olumlanmasına yol açtı. Rusya yönetiminin siyasi sığınma hakkı tanımayı reddetmesiyle iyice zafer sarhoşu olduk. Ne var ki, İtalya'nın sığınma hakkını tanıyacağını ve bunu sorunun barışçı yollardan çözümü için bir fırsat olarak gördüğünü açıklamasıyla zafer sarhoşluğu öfke nöbetine dönüştü.
Koro halinde ulusal nefretleri körükleyen, iç savaş kışkırtıcılığına soyunan medya, sığınma hakkının temel bir insanlık hakkı olduğunu "unuttu". Oysa, ilkokul tarih kitaplarında bile "Türkler'in kendilerine sığınanları ne pahasına olursa olsun başkasına teslim etmeme hasleti"yle övündüğümüzü herkes biliyor. Bu kitaplarda, "Atalarımızın kendilerine sığınan kişileri teslim etmemek için savaşı bile göze aldığı" cümlesini okumayan bir tek eğitimli kişi bile yoktur. En azından okur yazar olduklarını varsaymak zorunda olduğumuz anlı şanlı kişilerin ve medya mensuplarının bu hasleti başkalarında da görmekten neden bu kadar gocunduklarını anlamak gerçekten zor. Demek ki, bu kişiler para ve iktidar dışında değer tanımıyorlar. Ekonomik ve askeri tehditlerin işe yaramadığını görünce çılgına dönüyorlar. Kabagücün ve paranın hak yaratmadığı gerçeğini içlerine sindiremiyorlar.
Soğukkanlı bir değerlendirme yapan her gözlemci Suriye'ye savaş tehditleriyle başlayan sürecin Kürt sorununu dünyanın gündemine iyice oturttuğunu, sorunun evrenselleştiğini saptayabilir. Bu durumda, toplumsal zihniyetimizin, siyasal kültürümüzün insanlığın en asgari evrensel normlarıyla çeliştiği artık herkesin gözüne daha çok batacak. Politikacılarımızın, kurumlarımızın, zihniyetimizin, alışkanlıklarımızın ne kadar köhnemiş oduğu bu kez dünya ölçeğinde kanıtlanacak. Bütün "uygarlık" ve "çağdaşlık" iddialarımıza rağmen, attığımız her adımla büyük insanlıktan daha da uzaklaşıyoruz. Yanımızda dost olarak savaş tacirlerinden, Berlusconi gibi gırtlağına kadar yolsuzluğa bulaşmış işadamı-politikacılardan, dünya egemenliğini elinde tutmak için strateji hesapları yapan ABD'nin emperyalist yöneticilerinden, Netanyahu gibi siyonist ırkçılardan, faşistlerden ve mafya babalarından başka kimseyi bulamıyoruz.
Kana, gözyaşına, inanılmaz acılara, derin yaralara yol açan politikalarda ısrar edenler, insanlığın en temel normlarına uyum sağlayarak elde edilmesi mümkün barışçı çözümleri reddedenler, ülkemizin bugününe ve geleceğine gerçekten kıyıyorlar. Barışçı çözümleri elinin tersiyle itenler, ülkemizi ABD'nin emperyalist planlarına, İsrail siyonizminin payandalığına mahkûm ediyorlar. Unutmayalım ki, hiçbir şey halkların dostluğunun yerini tutamaz. Eşitlik ve özgürlük ilişkisi, ilişkinin taraflarını birlikte yüceltir, her iki tarafa da sayısız faydalar sağlar.
Öte yandan, toplumsal yaşamımızın her alanını etkileyen derin bunalım gitgide daha belirgin hale geliyor. Ancak yabancı sömürgecilerin yerli halka reva görebileceği bir acımasızlıkla kendi halkını soyup soğana çeviren ve aşağılayan sermaye oligarşisinin sömürü ve zulüm tezgâhları bir bir ortaya çıkıyor. Egemenlerimiz arasında sürüp giden kaset savaşları toplumsal ve ahlâki çürümenin boyutlarını en kalın kafalı yorumcuların bile gözüne sokuyor.
Yeni vergi yasasıyla rantiye kesimlerden alınması öngörülen vergiler dünya ekonomik bunalımı bahanesiyle bir bir kaldırıldı. "İşçilere, memurlara yarım puan bile artış vermem" diyen iktidar sözcüleri, yapılan değişikliklerle bankalara, finans kesimine ve genel olarak iş alemine "900 trilyonluk bir imkân sağladıklarını" övünerek ilan ettiler.
Ülkücü mafya babası Alaattin Çakıcı'nın diplomatik pasaport taşıdığı, en üst düzey politikacılarla, MİT ve emniyet yetkilileriyle içli dışlı oduğu, en duyarlı kamu görevlerine atama yaptıracak, büyük özelleştirme ihalelerini belirleyecek güce ulaştığı, Türkiye'nin "bir mafya cumhuriyeti haline geldiği" bizzat Başbakan Yılmaz tarafından açıklandı. "Yılmaz, Nesim Malki cinayetinin ardından bir gecede 500 ila 700 trilyon liranın el değiştirdiğini, bu paranın Alaattin Çakıcı'nın yakın arkadaşı, firari iş adamı Erol Evcil ile Sümerbank'ın sahibi Hayyam Garipoğlu'na gitmiş olabileceğini ifade etti." (Cumhuriyet, 20 Ekim 1998, s. 1)
Sıra sıra bankalar, gazeteler, TV kanalları satın alan Korkmaz Yiğit'in açıklamalarıyla, bakanların ve bizzat başbakanın aynı kanunsuz ilişkiler ağı içinde bulunduğu iddiası, kamuoyunda büyük yankı uyandırdı ve bütün muhalefet partilerinin hükümetin düşmesine yol açacak bir gensoru vermesine yol açtı. Yılmaz'ın ve Güneş Taner'in doğrudan doğruya ANAP'ın denetimi altında bulunacak bir medya grubu oluşturma planını uygulamaya çalıştıkları ortaya çıktı. Demirel ailesine yakınlığıyla bilinen ve kamu bankalarına borcu 1,5 milyar dolara varan iktidarın gözdesi Bayındır Holding başkanı Kâmuran Çörtük'ün, Türk Ticaret Bankası'nı özelleştirme girişiminde Korkmaz Yiğit lehine siyasi nüfuz sağlama karşılığında, Yiğit'in Raks grubundan 85 milyon dolara satın aldığı Genç TV kanalını bedelsiz olarak devraldığı anlaşıldı.
Görevden alınan MİT kontr-terör dairesi başkanı Mehmet Eymür, eski İçişleri ve Adalet Bakanı Mehmet Ağar'ın yurtdışına eroin yolladığını açıkladı. İş Bankası, Ünal Korukçu-Erol Evcil ilişkisi, Korkmaz Yiğit-Alaattin Çakıcı ilişkisi, Park Holding, Sümerbank, Bayındır Holding, Tunca Bank, First Merchant Bank, iktidar partileri, Merkez Bankası, TÜSİAD, Özelleştirme İdaresi, kamu görevlileri vb. arasındaki ilişkiler ağı iş dünyası-medya-politikacılar-kamu görevlileri-çeteler arasındaki birlik ve bütünlüğü göz önüne serdi. Fransa Uyuşturucu Gözlemevi'nin raporu "Anadolu Aslanları" efsanesinin ardında yatan kara para-uyuşturucu ticareti gerçeğini ifşa etti. Banka sisteminin bütün bu ilişkiler ağının tam göbeğinde yer aldığının açığa çıkması, Alman proletaryasının büyük yazarı Bertolt Brecht'in "banka kurmak banka soymaktan çok daha ağır bir suçtur" özdeyişini tartışılmaz bir kesinlikle doğruladı. Holdingler-bankalar-borsa şirketleri-medya organları-sermaye partileri-kamu görevlileri-yeraltı dünyası zincirindeki her türlü yasa ve ahlâk ilkesine aykırı kanlı vurgun ve soygun ilişkileri kapitalist düzenin tepeden tırnağa çürüdüğünü, kapitalist sınıfın toplumu yönetme meşruiyetini yitirdiğini gösteren sağlam kanıtlardır.
Bütün bunlar Türkiye'nin, toplumsal çürümeye son verecek bir zihniyet ve ahlâk değişikliği için bütün kurumları tepeden tırnağa kadar yenileyecek siyasal ve sosyal bir devrime acil ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Bu yolda ilk adım olarak Özelleştirme Yüksek Kurulunun lağvedilmesi, bütün özelleştirme kararlarının iptal edilmesi, derhal "nereden buldun" kanununun çıkarılması, kanunsuz ilişkilerle kazanılmış servetlere el konulması, kara para ilişkilerine giren banka, şirket, holding ve medya kuruluşlarının kamulaştırılması, bu kanunsuzlukların sorumlularının yargılanması, bütün kuruluşların işçilerin ve diğer çalışanların denetimine geçirilmesi, kapitalist oligarşiye peşkeş çekilen kamu kaynaklarının halkın refahını arttırmak üzere kullanılması gerekiyor.
Kuşkusuz tepeden tırnağa örgütlü kapitalist sınıfın gücünü kıracak bir sınıf gücü ortaya çıkmadıkça bu politikaları hayata geçirmek bir hayalden öteye gitmez. "Bu toplumun üzerine ölü toprağı serpilmiş", "yaprak bile kımıldamıyor" denilen bir anda metal işçilerin kendilerini hiçe sayan Türk Metal Sendikası'ndan kitlesel biçimde istifa etmesi, İzmit Seka işçilerinin direnerek fabrikanın özelleştirilmesi kararını iptal ettirmesi, bütün meydan dayaklarına rağmen Cumartesi annelerinin çocuklarını aramaktan vazgeçmemesi, irtica bahanesiyle getirilen yeni YÖK Yönetmeliğine karşı üniversite hocalarının nihayet seslerini yükseltmesi işçi sınıfının çevresinde emekçi kitlelerini ve aydınları toplayacak bir sınıf gücünün yaratılmasının mümkün olduğunu ortaya koyan mütevazı belirtilerdir.
Bu belirtileri güçlendirmek ve yaygınlaştırmak görevi önümüzde duruyor. Asırlık çınar Mehmet Bozışık'ın son gününe kadar sürdürdüğü mücadele, İsmail Beşikçi'nin zindanlarda sürdürdüğü onurlu direniş gibi kahramanlık destanları hepimize örnektir. Kim ne derse desin, daha fazla eşitlik, daha fazla özgürlük, daha fazla refah için mücadele etmek, insan olmanın, aydın olmanın, çağdaş olmanın gereğidir.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra tarihin sonunun geldiğini ilan eden, zafer sarhoşluğuna kapılan dünya kapitalist sistemi gitgide yayılan ve derinleşen ekonomik bunalımın ardından kendine güvenini yitirmeye başladı. Serbest piyasanın gücüne mutlak imana dayanan özelleştirme, kuralsızlaştırma, küreselleşme ideolojisi sarsılıyor. İMF ve Dünya Bankası çevrelerinde yeniden Keynesçilik sözleri ediliyor.
Fransa'da Jospin'in, İngiltere'de Blair'in iktidara gelmesinin ardından son olarak Almanya'da da Schröder'in başkanlığında sosyal-demokrat-yeşiller koalisyonu kuruldu. Sosyal-demokrat partilerin bu ülkelerde hükümet olması, köklü bir değişiklik anlamına gelmiyor. "Biz serbest piyasa ekonomisini sağcı-muhafazakârlardan daha iyi ve daha dürüst biçimde uygularız" biçiminde özetlenebilecek utangaç bir değişimi temsil eden bu çizgi emekçi kitlelerin henüz bilinçli ve kararlı olmaktan uzak arayışlarına karşılık düşüyor. Bu arayışların derinleşerek devam edeceği beklenebilir. Rusya'da milyonlarca emekçinin katıldığı genel grev ve yürüyüşler neo-kapitalist soyguncu baronların egemenliğini henüz kıramıyor. Ama, bu egemenliğe karşı eninde sonunda devrime varacak bir öfkenin birikmekte olduğunu gösteriyor.
Dünya emperyalizminin elebaşı ABD, Irak'ı hâlâ küstahça yaptırımlara uğratabiliyor. Savaş tehdidiyle hâlâ dayatmalarda bulunabiliyor. Ama, gitgide güçlenen bir muhalefetle karşılaşıyor. İsrail ile Filistin arasında imzalattığı anlaşmayla Filistin yönetimini Amerikan ve İsrail çıkarlarını koruyacak temel ödünlere zorlayabiliyor. Filistin Kurtuluş Örgütü başkanı Yaser Arafat her kurtuluş hareketini lekeleyecek bir tutumla Filistin topraklarında güvenliği CİA'nın sağlamasını kabul ediyor. Ama bu tutum Filistin halkının öfkesini çekiyor. Kısacası, dünya yavaş yavaş eski dünya olmaktan çıkıyor.
1998 yılı Türkiye ve dünyada yeni bir başlangıcın mütevazı belirtileriyle sona eriyor. 1980'ler ve 1990'lar boyunca sermaye dünyasının yarattığı koyu karanlık artık aralanıyor. Yaşamın gerçekleri, kapitalizmin ideolojik hegemonyasını sarsıyor. Zulme karşı kimsenin kendini yakmak zorunda kalmayacağı, bebelerin açlıktan ve ilaçsızlıktan ölmeyeceği bir dünyanın mümkün olabileceği bilinci yavaş yavaş yükseliyor.