Kitap Dizisi:6 |  Fatma Şenden |
GELECEĞE KORKUSUZ BAKABİLMEK

     Bu yazının konusu, ülkemizde son yıllarda yoğun bir şekilde gündeme gelen ve sosyal güvenlik sisteminde yapılmak istenen değişikliklerin bizlere neler getireceği ve bizlerden neleri alıp götüreceğine ilişkin genel bir bakış sunmaktır.


     Son yirmi yıldır gerek dünyada gerek Türkiye'de işçi sınıfının tepkisini toplayan ve kitlesel protestosuyla karşılaşan, ama yine de sermaye sınıfının ülkelerin medya kuruluşlarını da arkasına alarak adım adım uygulamaya koyduğu özelleştirme politikalarının getireceği yıkım, benim düşünceme göre, işçi sınıfı ve emekçi halklar tarafından yeterince anlaşılmış değildir.
     Bugün dünyada burjuvazinin uygulamaya soktuğu tüm ekonomik-politikalar sonucu emekçilerin sahip olduğu haklarda büyük geriye dönüşler yaşanmaktadır. "Yeni Sağ" veya "neo-liberal" olarak adlandırılan bu politikalar emekçilerin sosyal güvenliğine, sosyal güvenlik haklarına yönelik saldırıları da içermektedir.
     Neo-liberal politikaların baş uygulayıcısı ve denetleyicisi konumundaki İMF ve Dünya Bankası'nın bu politikaları bütün kapitalist ülkelerde medya kuruluşları aracılığıyla kamuoyuna empoze edilmektedir. Ülkelerin gerek çalışan nüfusu, gerek çalışmayan nüfusu, yönlendirme amacı taşıyan yanlış bilgilerle etki altında bırakılmakta ve bunun sonucunda, diğer konularda olduğu gibi, en yaşamsal sorunlarından biri olan sağlık ve sosyal güvenlik konusunda da kendine yabancılaşmaktadır.
     Esas olarak işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çatışmada, burjuvazinin özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında gözetmek durumunda kaldığı emek ile sermaye arasındaki dengenin tezahürü olan 'sosyal devletçi' anlayış bugün burjuvazi tarafından terkedilmektedir. Bugün uygulamaya konulan neo-liberal politikalar 1970'lerin ortalarında kapitalizmin içine düştüğü krize kadar uzanmaktadır. Türkiye'de özellikle 24 Ocak 1980'de kabul edilen ve "İstikrar Programı" olarak adlandırılan programla bu politikalar benimsenmiş ve uygulamaya sokulmuş oldu.

Özelleştirme Had Safhada
     Yapısal sorunların krize dönüşmesi sonucunda kapitalistler yeni iktisadi politikalarıyla yönlerini devletin kamusal birikimlerine çevirmişler ve devletin uzandığı alanı küçültmeye çalışarak yeniden tanımlamak istemişlerdir. Devletin küçültülmesinden ceberut devletin küçültülmesi kastedilseydi, buna elbette biz de katılırdık.
     Oysa, devletin ekonomi üzerindeki kontrolünü yitirmesi ve gücünün azalması anlamında küçülme olarak özelleştirmeyi tanımlayacak olursak, kısaca, "devletin ekonomik faaliyetlerini azaltmak veya tamamen kaldırmak amacıyla, dar anlamda kamu iktisadi teşebbüslerinin, geniş anlamda kamunun sahip olduğu her türlü mal varlığının, mülkiyetin ve yönetiminin kısmen ya da tamamen özel mülkiyete devredilmesi"1 diyebiliriz.
     Bu tanıma göre; ulaşım, haberleşme, elektrik, enerji, demir-çelik alanlarından tutun, sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik alanlarına kadar, bir toplum için hayati öneme sahip hangi alan varsa, bu alanın kamuya ait kurum ve kuruluşları özel mülkiyete, yani bir avuç kapitaliste devredilmesi gündeme geldi ve uygulamaları da uzunca bir süre önce başlatıldı.
     Özelleştirme uygulamalarını meşrulaştırmak için ise, kamu kuruluşlarının zarar ettiği iddia edildi. Sonra, özelleştirilecek kuruluşların işçilere veya sendikalara devir edilmesi gündeme getirildi. Amaç, hedef saptırmak, göz boyamaktı. Bugün yalnız Karabük Demir ve Çelik Fabrikaları, Et Balık Kurumu, Deniz Nakliyat T.A.Ş., Havaş gibi kuruluşların özelleştirilmesi örneklerini saydığımızda özelleştirmenin esas olarak bu kuruluşları gümüş tepside kapitalistlere sunmak anlamına geldiğini görmek mümkündür. Örneğin sembolik olarak 1 liraya Özçelik-İş sendikası önderliğindeki girişime satılan Karabük Demir ve Çelik Fabrikaları'nda hisselerin % 35'i fabrika işçilerine devredildi. Yeni şirket yapısı daha sonra Sabancı ile ortaklığa gitti ve Karçimsa kuruldu. Ve sermaye arttırımı yapılarak işçilerin pay sahipliği komik oranlarda bırakıldı. İşçiler yönetim organlarına da katılamadılar ve yine en alt statüde sömürülmeye devam edildiler. Diğer örneklere göz atacak olursak, Deniz Nakliyat T.A.Ş.'de olduğu gibi, paylar A tipi ve B tipi, "imtiyazlı hisse", "altın hisse" gibi adlar verilerek bölüştürüldü. A tipi 60 bin imtiyazlı hisse yalnız 6 kişiye verilirken, kalan 47 bin hisse B tipi olarak işçilere devredildi.2
     Yine, kamu kuruluşları zarar ediyor, batıyor denildi. Özelleştirildikten sonra ise tıkır tıkır işlemeye devam ettikleri görüldü. Havaş örneğini verecek olursak, bu kuruluş 1995'te halen grev devam ederken değerinin altında Yazeks A.Ş'e satıldı. Satışın ardından 2300 işçiden 1600'ü işten atıldı. Özelleştirmenin zamanlaması da iyi seçildiğinden grev kırılmış oldu. Daha sonra 1997 yılında 5. İdare Mahkemesi'nce özelleştirilmesi iptal edilip Anayasa Mahkemesi'ne başvurulduysa da, iptal uygulaması gerçekleşemedi ve Havaş'ın özelleştirilmesine bal gibi göz yumuldu. PTT'nin T'sinden POAŞ'a, TEDAŞ'tan Tekel'e, bu ve benzeri örnekler burada saymakla bitmez. Kısaca özetleyecek olursak, özelleştirme örnekleri parlak başarılar gibi gösterildi ve kamuoyu yanıltılmaya çalışıldı.
     Özelleştirme uygulamalarının ardından ortaya çıkan somut veriler de işin vahametini ortaya koymaktadır: İşten çıkarma oranı tüm özelleşen kuruluşlarda % 53'e varmıştır3, bunun yanısıra sendikasızlaştırma, ücretlerin düşmesi, çalışma koşullarının ağırlaşması ise had safhaya ulaşmıştı.
     Diğer alanlarda olduğu gibi, 'Sosyal güvenlik' başlığı altında sayılan ve işçi sınıfının ve emekçilerin emeklilik, sosyal yardım, sağlık sigortası, malüllük sigortası, hastalık sigortası, analık sigortası, ölüm sigortası vs. gibi haklarını içeren alana da saldırılar olanca hızıyla sürmektedir.
     Neo liberal bakışa göre "sosyal güvenlik boşuna kaynak israfıdır ve bu kurumların ellerinde olan kaynaklar sermayeye aktarılmalıdır. Devlet bu kurumlara hiçbir yardımda bulunmamalıdır. Ayrıca bu kurumlar ya batırılmalı veya olursa özelleştirilmelidir. Özel sigortacılık ise teşvik edilmelidir."4 Aynı biçimde sağlık sektöründe kamusal alanın daraltılarak özel sağlık kuruluşlarının yaygınlaşması sağlanmalı ve böylece bu alanların sadece parası olanların yararlanabileceği birer kâr aracı haline gelmesi temin edilmelidir.
     Türkiye'de sosyal güvenlik anayasal bir haktır. Sağlığa ve sosyal güvenliği ilişkin düzenlemeler Sağlık Bakanlığı ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ve ilgili diğer bakanlıklar bünyesinde yürütülmektedir. SSK, Emekli Sandığı, Bağ-Kur, İş ve İşçi Bulma Kurumu, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumları, Kızılay gibi kurumlar aracılığıyla sosyal sigorta hizmetleri sunulmaktadır. Bunlardan SSK, Emekli Sandığı ve Bağ-Kur üyelerinden prim toplayıp, sağlık sigortası ve emeklilik sigortası hizmeti ve olanakları veren temel kamu kuruluşlarıdır.5
     Sosyal Sigortalar Kurumu bünyesinde işçiler sigorta kapsamındadır. 1996 yılı itibarıyla bu kurumun aktif sigortalı sayısı 4 milyon 600 bin, emekli aylığı alanların sayısı ise 2 milyon 500 bindir.
     Emekli Sandığı bünyesinde kamu kesimindeki memurlar sigorta kapsamındadır. Yine 1996 yılı itibarıyla bu kurumun aktif sigortalı sayısı yaklaşık 1 milyon 900 bin, emekli aylığı alanların sayısı ise yaklaşık 1 milyon 50 bindir.
     Bağ-Kur bünyesinde ise serbest çalışanlar sigorta kapsamındadır. 1996 yılı itibarıyla Bağ-Kur'a bağlı aktif sigortalı sayısı yaklaşık 2 milyon 700 bin, emekli aylığı alanların sayısı ise yaklaşık 950 bindir.
     Bu verilere göre bir genelleme yapılacak olursa, 1996 yılı itibarıyla sigortalı sayısı 10 milyon, emekli aylığı alanların sayısı ise 4 milyon 500 bin civarındadır. Nüfusun 62 milyon olduğu gözönünde bulundurulursa, aktif sigortalıların nüfusa oranının yalnız % 14 civarında olduğu görülmektedir.6

SSK
     Dünya Bankası 1 Nisan 1996 tarihinde "Turkey Challenges for Adjustment" [Türkiye Uyum İçin Uğraşıyor] başlığıyla yayınladığı raporda Türkiye'nin sosyal güvenliğine ilişkin neleri öngördüğünü duyurmuştu.7 Reform olarak adlandırılan bu raporda emeklilik yaşının yükseltilmesi, sosyal yardım zammının düşürülmesi, primlerin yükseltilmesi gibi başlıklar sıralanıyordu. Bu maddeler, işçi sınıfının birikimlerine, SSK'nın kaynaklarına göz dikildiği ve sermayenin bu birikimlere sahip olmak istediği anlamına geliyordu.
     1996 yılı başlarında Anayol iktidarının Dünya Bankası'nın direktifleri doğrultusunda Uluslararası Çalışma Örgütü İLO ve Avusturya Sağlık Sigortası komisyonuna hazırlattığı "Sosyal Güvenlik Reformu Araştırması" kamuoyuna duyuruldu. Anayol iktidarının bu yasa tasarısının en çok tartışılan maddesi "mezarda emeklilik" olarak adlandırılan ve emeklilik yaşının yükseltilmesini öngören maddesiydi. Bu maddede anılan hedeflere göz attığımzda, işçi sınıfının ve emekçilerin kazanımlarına el konulmak istendiği açıkça görülüyordu, yani özelleştirmenin faturası işçilere ağır bir şekilde ödetilmek isteniyordu. Ancak, SSK'nın özelleştirilmesi, gayrimenkullerinin satışı, fonlarının özel sağlık hizmeti veren kuruluşlara aktarılması gibi hedefleri öngören bu yasa tasarısına işverenler alkış tutuyordu.
     Aynı hükümet, Mart ve Nisan aylarında da İLO raporu doğrultusunda ve de işverenlerin görüşleri doğrultusunda "Sosyal Güvenlik Reformu Yasa Tasarısı"nı hazırlattı. İLO'nun bu raporda oynadığı rol dikkate alınacak olursa, bugün DİSK ve Türk-İş gibi iki büyük işçi sendikaları konfederasyonunun hep ulaşılacak hedef olarak gösterdiği İLO'nun da Dünya Bankası'nın önerileri doğrultusunda hareket ettiğini görüp gerek iktisadi, gerek sendikal alanda yaptığı önerilerin hiç de işçi sınıfının yararına olmadığını görmek gerekiyor.
     Daha sonra Temmuz 1996'da güvenoyu alan Refahyol iktidarı da Ekim 1996'da SSK gayrimenkullerinin satışını vakit kaybetmeksizin meclis gündemine getirdi. Varolduğu iddia edilen parasal sorunlar güya gayrimenkuller satılarak çözülecekti. Ancak bu arada SSK'nın işverenlerden prim alacağını tahsil etmeye yönelik çaba harcanması gerekirken, tam aksi bir tutum sergilendi. 1996 yılı itibariyle SSK'nın prim alacağını tahsil etmeye yönelik hiçbir çaba sarfetmedi.8 Aksine, 1996 yılı sonuna kadar birikmiş borçları kapsayan yasayla, Şubat itibarıyla, kamudan ve özel sektörden gecikme cezaları da dahil olmak üzere toplam 281 trilyon 915 milyar lira prim ve sosyal yardım zammı alacağı affa tabi tutuldu.9 Oysa o tarihe kadar emekçilerin prim payı kesilmeye devam ediyordu. Böylece, hep uygulanageldiği gibi, kapitalistlere ucuz kredi aktarılması sağlandı ve reform adı altında anılan talan sayesinde de SSK'nın uğradığı kaybın yükü işçi sınıfının ve emekçilerin sırtına bindirilmeye çalışıldı.
     Haziran 1997'te kurulan Anasol-D hükümeti ise iş başına gelir gelmez sosyal sigorta sisteminde özelleştirme harekâtına devam edileceğini ve başta Sosyal Sigortalar Kurumu olmak üzere sigorta kurumlarının özel sektöre devredileceğini beyan etti.
     Anasol-D hükümetinin çalışma bakanı Nami Çağan tarafından yapılan son açıklamalar, sağlık sektöründeki özelleştirmenin hızlandırıldığının işaretlerini vermeye başladı. Nami Çağan, "SSK ile anlaşmalı doktor" uygulamasının başlatılacağını belirtti; buna göre sağlık hizmetleri artık paralı hale gelecek ve sigortalı hastalar SSK ile anlaşmalı doktorlara, bu doktorların muayenehanelerine gidecek ve Türk Tabipler Birliği'nin belirlediği fiyat üzerinden muayene ücreti ödeyecekler.10

Emeklilik
     İnsan doğar, gelişir, yaşlanır ve ölür; çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık evrelerini yaşayan insanın gelecek korkusu duymadan yaşaması ve geleceğini tehdit eden olaylara karşı kendini korumak istemesi en doğal hakkıdır. Ama insanın normal yaşam seyri hastalıkla veya sakatlıkla sekteye uğrayabilir ve hemen hemen herkesin yaşlandığında kendine bakamayarak geçireceği bir yaşlılık dönemi olabilir.
     "Çalışanların, önceden belirlenmiş bir süreyi tamamladığında kazanılmış bir hak olarak veya kendi iradesi dışında işsizlik, hastalık, sakatlık veya yaşlılık gibi biyolojik nedenlerle işgöremez duruma düşmesi halinde, zorunlu olarak kişiye yaşamını devam ettirecek bir aylık bağlanması"11 biçiminde tanımlanabilecek olan emeklilik hakkı günümüzde liberal politikacılar tarafından bir 'kambur' olarak nitelendirilmektedir.
     Emekçilerin de ücretlerinden kesilen primlerden biriken ve zaten geçim seviyesinin çok altında ödenen emekli aylıkları günümüzde bir "lütuf" gibi gösterilmeye çalışılır. Bu yetmiyormuş gibi, kimi liberal ekonomistler daha da ileri giderek, emekli aylığı alan emeklilerin, devletin sırtında her geçen gün daha da büyüyen bir yük olduğunu, devletin bu yükü taşımaya mecbur olmadığını, sosyal güvenlik kurumlarının bu yüzden zarar ettiğini ve bu nedenle sosyal güvenlik alanının özelleştirilmesi gerektiğini savunur. Yani bu teoriye göre, bu sistemin hiç girdisi yok, hep çıktısı vardır. Özelleştirme tartışmaları veya 'SSK zarar ediyor, batıyor' denilirken, her nedense emekçilerden kesilen prim payları unutturulmaya çalışılır. Yukarıda SSK'ya ilişkin verdiğimiz örneklerde de, ayrıca, sosyal sigorta kurumlarının özel olarak batıyor gibi gösterilmeye çalışıldığını, bu uygulamadaki amacın, gündemde olan özelleştirmeyi daha da meşrulaştırmak, sermaye kesimine ve devlete ucuz kredi olanakları sağlamak olduğunu gördük.
     Sosyal güvenlik sisteminde yapılmak istenen değişikliklere karşı en güçlü ses emekliler tarafından yükseltildi. Sosyal güvenlik kurumlarını çökertme girişimlerine karşı emeklilerin haklarını savunmak üzere mücadele yürüten DİSK'e bağlı Tüm Emekliler Sendikası (Emekli-Sen) başından itibaren özelleştirmeye karşı çıktı. "Mezarda emekliliğe hayır" sloganından tanıdığımız, kefenli, tabutlu eylemleriyle devamlı gündemde kalan Emekli-Sen'in tavrı, sendikanın Genel Sekreteri Rasim Öz tarafından 30 Haziran 1998 tarihli basın açıklamasında şu sözlerle dile getirilmişti: "Son 15 yıldır artan sigortalı sayısına rağmen, 15 yıl önceki personel sayısı ve hastahane sayısı ile hizmet verilmeye çalışılarak, hastanelerde kasten yaratılan hasta kuyruklarından sözde kurtulmak için SSK'nın son mali kaynaklarını da, Şili modeline geçmek için, özel teşebbüse sunmak yerine, onlara verilen bir yıllık harcama ile alınacak personel ve yapılacak yatırımlarla sağlık hizmetlerimizin kendi sosyal güvenlik kurumlarımızda da kalıcı olarak çözülmesini talep ediyoruz".12
     Bilindiği gibi, Şili sosyal güvenlik sisteminde özelleştirme, diktatör Augusto Pinochet döneminin İşçi ve Sosyal Güvenlik Bakanı Jose Pinera tarafından gerçekleştirilmişti. "Şili modeli" Türkiye için de biçilmiş kaftan olarak düşünülmüş ve hatta Jose Pinera TÜSİAD'lı işadamlarının daveti üzerinde Türkiye'ye gelmişti. Mayıs 1997'de İstanbul Menkul Kıymetler Borsası'nda düzenlenen ve Pinera'nın katıldığı toplantıya Emekli-Sen Genel Sekreteri Rasim Öz fiilen müdahale ederek, "çalışanların kendi birikimlerini, sermaye için değil, kendi gelecekleri için kullanacaklarını" beyan etmişti.13
     Bugün hızlandırılmak istenen ve yukarıda boyutlarını göstermeye çalıştığımız özelleştirme yoluyla sağlık ve sosyal güvenlik hizmetlerinin özel sektöre devredilmesi, insan açısından hayati önem taşıyan bu hizmetlerin, tek amacın kâr etmek olduğu serbest piyasa sistemine tümüyle teslim edilmesi ve yalnız parası olanların bunlardan yararlanması sonucunu doğuracaktır.      Özetleyecek olursak, bu alanda özelleştirmenin yol açtığı 'paran yoksa öl' anlayışına dur demek için işçi sınıfının güçlü şekilde sesini yükseltmeye devam etmesi ve geleceğini çalmak isteyenlere dur demesi gerekmektedir.

KAYNAKLAR

1 Petrol-İş Yayınları 97/4, Özelleştirme Kimin İçin?, İstanbul, Aralık 1997, s. 10.
2 '95-'96 Petrol-İş Yıllığı, Petrol-İş Dergisinin eki, Petrol-İş Yayın-44, Nisan 1995, s.260-263.
3 Özelleştirme Kimin İçin, s. 20.
4 '95-'96 Petrol-İş Yıllığı, s. 501.
5 aynı eser, s. 501.
6 aynı eser, s. 497-499.
7 aynı eser, s. 501.
8 aynı eser, s. 502.
9 Esra Yener, Banu Salman, "Sosyal güvenlik hak mı, kâr mı?", Cumhuriyet Ekonomi, 18 Ağustos 1997, Sayı 43, s. 8-9.
10 Radikal Gazetesi, 14 Kasım 1998, s.
11 '95-'96 Petrol-İş Yıllığı, s.511.
12 Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu, Tüm Emekliler Sendikası, 30 Haziran 1998 tarihli basın açıklaması.
13 Filiz Gümüş, "Böyle model olur mu?", Cumhuriyet Ekonomi, Mayıs 1997, s. 5.
 
Yazarın Diğer Yazıları
 Tarih Zülfü Dicleli'yi Nasıl Yazacak?
 Sosyal Politikada Dönüşümler
 Sosyal Güvenlikte Yıkıma İzin Vermeyelim!
 Görünmeyen Fabrikanın Görünmeyen İşçileri
 8 Mart Niçin Emekçi Kadınlar Günüdür?
 Almanya'da İşçi Sınıfı Sosyal Kazanımlarına Sahip Çıkabilecek mi?
 Yoksullaşma Diz Boyu
 Neo-Liberal "Yükselen Değerler"
 İş Kanunu Kıskacında Kadın
 HÜRRİYET'TEN ALINTILAR
 MALUMU İLAMIN ÖTESİNE GEÇEBİLMEK
 Sosyal güvenlik reformu
 8 MART VE KADINLAR
 BOZ MEHMET’İ ANLAMAK
 11 EYLÜL'ÜN ARDINDAN