İnsanlık tarihinin
akışını değiştiren Büyük Ekim Sosyalist Devrimi'nin 90'ncı yılını
kutlamak amacıyla Ürün Sosyalist Dergi'nin 11 Kasım 2007'de İstanbul'da
düzenlediği etkinlikte yapılan konuşma
Ekim Devrimi 20'nci yüzyılın en büyük siyasal olayıdır. 20'nci yüzyılı
belirleyen en büyük siyasal olay. Başka bir açıdan baktığımızda da,
insanlık tarihinde bugüne kadar meydana gelmiş en hayırlı siyasal olay.
İnsanlık tarihindeki en hayırlı siyasal olay derken, bunu büyük bir
güvenle söyleyebiliriz. Niye? Çünkü insanlığı sömürüden, kâr peşinde
koşmaktan, savaşlardan, kardeş kavgasından, esirlikten, kölelikten
kurtarmanın mümkün olduğunu pratikte gösteren bir olay. Çok büyük bir
devrim.
Başka büyük devrimler de var tabii. 1789 Devrimi diye de çok önemli bir
devrim var ama o, sonuçta, insanlığı modern çağa geçirirken kapitalizmi
yerleştiren bir devrim. Ekim Devrimi ise kapitalizm dahil dünyada
sömürü adına ne varsa ortadan kaldıran bir devrim.
Dolayısıyla böyle bir devrimi 90'ıncı yılında kutluyor olmak çok önemli
hepimiz için. Ben kendi adıma söyleyeyim, bu konuşmayı yaparken büyük
onur duyuyorum. Ekim Devrimi adına konuşma yapıyor olmak gerçekten
büyük onur. İşte bugün bu devrimi kutluyoruz, hep beraber kutluyoruz.
Kutlarken tabii ki büyük bir burukluğumuz var. Ekim Devrimi'ni 90'ıncı
yılında kutlarken Ekim Devrimi'nin ülkesinde artık Ekim Devrimi yok,
Ekim Devrimi artık orada egemen değil. Orada Ekim Devrimi'nin
kazanımları geriye alındı. Bir karşı devrim gerçekleşti ve burjuvazi şu
ya da bu şekilde iktidarını kurdu. Dolayısıyla o topraklar da
kapitalizmin etki alanına girdi.
Bu açıdan çok ciddi bir burukluğumuz var. Yani, bugün Ekim Devrimi'nin
muzaffer olduğu bir dönemde değil, Ekim Devrimi'nin geçici de olsa
yenildiği bir dönemde yaşıyoruz. Geçici bir yenilgi döneminde
yaşıyoruz, hem dünyada hem Türkiye'de. Türkiye'de yaşarken zaten
hepimiz bunun farkındayız. Dünyada da böyle bir dönemi yaşıyoruz.
Ama bu Ekim Devrimi'nin öneminden hiçbir şey eksiltmiyor.
Eksiltmediğini de zaten söyleşimizin içinde görmeye, beraber tespit
etmeye çalışacağız.
Takvim karışıklığı
Önce basit bir şeyden başlayalım; isimden. Bazen karışıklık oluyor.
Ekim Devrimi deriz ama biz Ekim Devrimi'ni Kasım'da kutlarız. Ekim
Devrimi'ni 7 Kasım'da kutlarız. Niye Kasımda kutluyoruz falan, böyle
bir tartışma olur. Bu çok basit bir olguya dayanıyor. Eski Çarlık
Rusyası'nda, yani devrim öncesi Rusya'da bugün kullandığımız takvim
yerine farklı bir takvim kullanılıyordu. Bugün kullandığımız milâdi
takvim, Gregoryen takvim değil de başka bir takvim, Jülyen takvim,
adını Jül Sezar'dan alan takvim kullanılıyordu. O takvime göre devrim
25 Ekim 1917'de gerçekleşmişti. Jülyen takvime göre 25 Ekim'de
gerçekleşen devrim bizim bugün kullandığımız miladi, Gregoryen takvime
göre 7 Kasım'a denk geliyordu. Dolayısıyla, Ekim Devrimi dememizin,
fakat Ekim Devrimi'ni Kasım'da kutlamamızın nedeni budur.
Ekim ayı, Batı dillerindeki adıyla Oktobr diye kullanılır. Eski
dergileri, Atılım'ı, Yeni Çağ'ı, Ürün'ü, Savaş Yolu'nu, Güneşli
Dünya'yı okuyanlar bilir, Ekim Devrimi Büyük Oktobr diye bilinir. Biz
de, kendi yayınlarımızda Büyük Oktobr Devrimi, Büyük Oktobr Sosyalist
Devrimi diye hep kullanırdık. Bu çok yaygındı, enternasyonal bir
kullanımdı.
Nasıl bir ülke
Nasıl bir ülkede meydana geldi Ekim Devrimi? Esas olarak Rusya
topraklarında meydana geldi ve Rusya etrafındaki ülkelerle birlikte
Sovyetler Birliği'ni oluşturdu. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler
Birliği'ni oluşturdu. Rusya'da meydana geldiğinde bu devrim, Rusya
nasıl bir ülkeydi? Ekim Devrimi'nin ne olduğunu anlamak için,
kazanımlarını anlamak için ilk bakacağımız şeylerden biri bu.
Rusya, Avrupa'nın en geri ülkesiydi. O dönemde, devrimin gerçekleştiği
sırada, Avrupa'nın en geri ülkesiydi. Bir köylülük ülkesiydi, köylülük
çok yaygındı. Köylü olmayan nüfusun oranı çok dikkate alınmayacak
boyuttaydı. Birkaç büyük şehir vardı, o şehirlerde toplu bir proletarya
vardı. Lenin'in de incelemelerinde gösterdiği gibi, ülkede kapitalizm
egemendi, burjuvazi ile proletarya arasında yoğun bir sınıf mücadelesi
vardı, ama nihayetinde, son derece geri bir ülkeydi. Sanayileşme
açısından bakıldığında Avrupa'nın en geri ülkesiydi. Büyük devletler
açısından bakıldığında, dünya politikasında rol oynayan devletler
açısından bakıldığında da öyleydi.
Bu geriliğin bir ölçüsü olsun diye, şu anda belli açılardan kendi
ülkemizle karşılaştırmak için belirteyim. 1917'de değil, ama devrimden
sonra, iç savaştan sonra, devrimci proletarya adına komünistler ülkenin
yönetimini ele geçirdikten sonra, biz ne durumdayız diye 1926 yılında
yapılan ilk ülke çapında sayımda şöyle bir rakam çıkıyor: 1926 yılında
tarım dışı nüfusun oranı bütün nüfusa göre yüzde 7,6. Şimdi bugünkü
Türkiye'ye bakarsanız tarım dışı nüfus çok artmış durumda. 2000 yılında
yapılan sayıma göre tarımsal nüfus yüzde 35, şehir nüfusu yüzde 65
oranında. Şehirleşme çok büyük boyutta. Dünya çapında da bakıldığında
şu an tüm dünyada şehir nüfusu köylü nüfusunu aşmış durumda. Rusya'da
ise o sıralarda (1926'dan söz ediyorum) yüzde 7,6 oranında bir şehir
nüfusu var.
Savaş koşullarına rağmen
1917 Devrimi ekonomik açıdan bu kadar geri bir ülkede meydana geliyor.
Ama tahmin edebileceğiniz gibi, devrimi ülke içindeki gericiler de,
dünya çapında gericiler, emperyalist, kapitalist güçler de güllerle
karşılamadılar ve 1918-1920 yılları arasında iç savaş ve dış müdahale
yaşandı.
Bu dış müdahalede kimler vardı, Amerika vardı (Amerikasız olmaz zaten,
değil mi?), Japonya, İngiltere vardı, Fransa, Yunanistan, Romanya,
Sırbistan, Polonya vardı. Bütün bu ülkelerin askerleri orada devrimi
boğmak üzere karşı devrimcilere, beyaz kuvvetlere, kapitalist
kuvvetlere, Çarlık yanlısı kuvvetlere yardım etmek üzere oradaydı.
Devrimden sonra 1918-1920 arasında bir iç savaş ve dış müdahale yaşandı
dedik. İç savaş sonrası duruma bakıldığında, Çarlık Rusyası'nın 1913
rakamlarıyla karşılaştırdığımızda (niye 1913 rakamlarıyla
karşılaştırıyoruz diye akla gelebilir. 1914'te Dünya Savaşı başladı,
bildiğiniz gibi. Bolşevikler başa gelinceye kadar Rusya savaşın
içindeydi, savaşta yıkımlar olur, bunu biliyoruz. Ekonomik olarak daha
sağlam gösterge olabilmesi için 1913 rakamlarıyla karşılaştırıyoruz),
Rusya, 1913 Rusyası'nın %10'u durumunda idi, yani ekonomik gücünün,
ekonomik kuvvetlerinin %90'ını yitirmiş bir ülkeydi. Başlangıçta zaten
Avrupa'nın sanayi açısından en geri ülkesi, dünya savaşını yaşıyor,
dünya savaşının üstüne bir de iç savaş yaşıyor ve ekonomik
potansiyelinin %90'ını kaybediyor, %10'u kalıyor. Böyle bir ülke.
Bu ülke uzun dönemli eğilimler olarak bakıldığında tarihte en uzun
süre, en hızlı gelişen ülke oldu ve ortalama yılda %10 büyüdü, ta II.
Dünya Savaşına kadar ve II. Dünya Savaşından sonra da sürdü bu. 60'lı
ve 70'li yıllarda biraz düştü ama genel olarak bakıldığında dünyada
ekonomik açıdan en hızlı gelişen ülke oldu. Bu kadar geri temellerden
başladığı halde.
Yine bu ortamı anlamak üzere, Ekim Devrimi'nin neler sağladığını
görebilmek, gösterebilmek için II. Dünya Savaşı'nın sonrasına da
bakalım.
Sovyetler Birliği, II. Dünya Savaşı'na kadar kurduğu sanayi ve ekonomi
temelinin %25'ini de II. Dünya Savaşı'nda kaybetti. Yani II. Dünya
Savaşı'na kadar çok büyük bir atılımla, dev bir çabayla muazzam bir
kuruluş hareketi gerçekleştirdi. Ekonomik kalkınma hareketi
gerçekleştirdi. Sanayileşme atılımı, bilim atılımı yaptı. Fakat II.
Dünya Savaşı'nda faşist sürüler tarafından yakılıp yıkıldı.
Ekim Devrimi'nden söz ettiğimizde işte böyle bir ülkeden ve böylesine
zor koşullarda yürütülmüş bir devrimden söz ediyoruz.
Bu savaşta insan kaybı açısından baktığımızda 20 milyon kayıp var, 20
milyon şehidi var Sovyetler Birliği'nin. Bütün Sovyet halkları birlikte
20 milyon insan kaybetti, 40 milyon insanı da yaralıydı.
Yani bunun ne büyük boyutta bir şey olduğunu düşünebiliyor musunuz? 20
milyon dediğimiz aşağı yukarı bugünkü Irak kadar. Yani, Irak nüfusunun
toptan imha edildiğini düşünün. Bu boyutta bir soykırım. 5 milyon 700
bin savaş esiri verildi. Nazi Almanyası'ndan ele geçirilen resmi
belgelerden anlaşıldığı kadarıyla 5 milyon 700 bin savaş esiri verildi.
Ve bu esirlerin iki buçuk milyonu öldürüldü Nazi toplama kamplarında.
Bu kadar büyük de bir insan kaybı var. İnsan kaybı o boyutlara ulaşmış
ki, II. Dünya Savaşı'ndan sonra kadın erkek nüfus oranına baktığımızda,
savaşta 18-20 yaş genç erkek nüfusun kaybı olağanüstü boyutlarda olduğu
için, kadın erkek oranı 7'ye 4. Bu fark hâlâ kapanabilmiş değil bugünkü
Rusya'da. Kadın sayısı hâlâ çok önde.
İşte böyle zor ortamlarda yapılmış ve sürdürülmüş bir devrimden, bu
zorluklar içinde gerçekleştirilmiş işlerden söz ediyoruz Ekim
Devrimi'nin bilançosunu çıkardığımızda.
Ülke içi kazanımlar
Ekim Devrimi neleri gerçekleştirmiş ve varlığıyla neler sağlamış? En
basit haliyle baktığımızda, varlığıyla neler sağlamış?
Birincisi, devrim öncelikle kendi halklarına yaramıştır diye
varsaymamız lâzım. Bu varsayım tabii ki pratikte doğrulanıyor. Kendi
halklarına neler sağlamış? Günlük, pratik olarak bakıyoruz burada,
nüanslara, ince noktalara değil, en temel noktalara bakıyoruz.
Öncelikle kendi halklarına tam istihdam, yani herkese iş sağlamış.
Ekonomik atılımını yapmaya başladıktan, iç savaşı aştıktan sonraki
döneme baktığımızda, en kısa zamanda bütün halklarına iş sağlamış,
herkesin bir işi olmuş. Şimdilerde kapitalistler bunun kötü bir şey
olduğunu iddia ediyorlar. Daha sonra göreceğiz, bunun tembelliği teşvik
eden bir şey olduğunu söylüyorlar. Ama çalışan insanlar bilir, işsiz
insanlar daha da iyi bilir, işçi olmanın, çalışıyor olmanın, bir işi
olmanın, evine gelir getirebiliyor olmanın ne kadar önemli olduğunu,
hem sosyal boyutuyla, hem psikolojik boyutuyla ne kadar önemli olduğunu.
İkincisi, herkese parasız eğitim sağlamış. Herkes derken de birilerini,
bir kesimi ayırarak değil, toplumun gerçekten en altında yer alan,
bambaşka kültürler, bambaşka diller, alfabesi olmayan halklar dahil
olmak üzere, herkese parasız eğitim sağlamış.
Üçüncüsü, herkese parasız sağlık sağlamış. Sağlık konusunda, ilaç
konusunda, doktorlara erişmek konusunda hiç kimsenin derdi kalmamış.
Herkese emeklilik sağlamış. Yani tüm bunları zaten biliyorsunuz,
sigorta anlamına geliyor, temel sigorta anlamına geliyor. Bir sorun
olduğunda kamunun, bütün toplumun insana bakacağı bilincini veren bir
dayanışma ortamı sağlamış. Herkese tatil hakkı sağlamış. 8 saatlik
çalışmayı kural haline getirmiş. Ondan önceki dönemde 8 saatlik
uygulama zaten zordu, bugünkü dünyada da zor. Bugün aramızda çalışan
arkadaşlar da biliyorlar, 8 saat çalışmak bile nur nimet haline
gelebiliyor. Herkese haftasonu tatilini de sağlamış, herkese mutlaka
yıllık izin de sağlamış.
Konut sorununu, büyük şehirlerde çok rahatlatıcı bir şekilde olmasa da,
herkesin barınabileceği bir şekilde, insanları sağlıksız konutlardan,
izbelerden kurtararak, kira derdinden de kurtararak, çözmüş. Tamam,
kabul, sıkışık, tıkış tıkış yaşanmış Leningrad'da, Moskova'da, ama
kırsal bölgelere gidildiğinde konut açısından çok daha düzgün
koşullarda yaşanmış.
Başka ne yapmış devrim? Herkese kişilik sağlamış. Yani insanlar artık
biz bir hiçiz duygusundan kurtulmuş, bizi kerameti kendinden menkul
beyler, patronlar, sermaye sahipleri, kapitalistler yönetir duygusundan
kurtulmuş. Biz kendi kaderimizin efendisiyiz anlayışına kavuşmuş. Her
şeyi biz yapabiliriz, emekçiler olarak bir araya gelir, ortak akılla
kapitalistlerin aklına bile gelmeyecek güzellikleri yaratabiliriz
demişler. Biz birlikte, hepimiz birlikte üretebilir ve kendi kendimizi
yönetebiliriz demişler. Herkes kişiliğine kavuşmuş.
Ezilen halklar açısından değerlendirelim durumu bir de. Rus Çarlığı çok
büyük bir ülkeydi. Rusya hâlâ çok büyük bir ülke tüm o bölünmelere,
parçalanmalara rağmen. Ve sayısız halkın yaşadığı, sayısız dilin,
sayısız kültürün yaşadığı yer. Lenin'in deyişiyle, Çarlık Rusyası bir
halklar hapishanesiydi. Birçok halk sömürgeleştirilmişti. Ekim Devrimi
burada halkların kendi kaderini tayin edebilme hakkını uyguladı ve
kültür açısından her halkın gelişmesini sağladı. Belki aramızda
Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Moldova, Türkmenistan, Tacikistan,
Kırgızistan, Özbekistan ya da Kazakistan'a gitmiş olanlar vardır.
Rusya'da, eski Sovyet ülkelerinde en geri diye nitelendirilen yerlere
bugün bile gidildiğinde göreceğimiz şeyler şudur: Orada yaşayan
halkların belli bir eğitim düzeyi vardır. Kendi okullarını
oluşturmuşlar. Belli bir sanat düzeyi var. Kendi dillerini serbestçe
konuşabilirler, yazabilirler, kendi dillerinde serbestçe yayın
yapabilirler. Kendi edebiyatlarını, kendi sanatlarını yaratmışlar,
yazarları, şairleri, sanatçıları var. Her alanda gelişmeye açıklar.
Kadın hakları açısından da Türkiye'yle, özellikle bu dönemdeki
Türkiye'yle karşılaştırıldığında, ki zaten o dönemdeki Türkiye'yle
kıyaslamaya bile gerek yok, çok daha ilerdeler. Şu anda bile, bütün o
karşı devrime, kapitalist restorasyona rağmen böyle bir gelişme
sağlamış Ekim Devrimi.
Bütün bunlar Ekim Devrimi'nin kendi halklarına sağladıkları.
Dünya çapındaki kazanımlar
Ekim Devrimi dünyaya ne sağlamış peki, dünya halklarına neyi
kazandırmış? Tarihsel bakışla ilk akla gelen, bütün dünyada faşizmi
yenme imkânını sağlaması.
Faşizm dediğimiz, Mussoli'nin ve Hitler'in kurduğu, kapitalizmin en
azgın saldırısını, halkları yok eden, halkları demir bir pençe altında
ezerek savaş düzenini, halklar arasında hiyerarşiyi, bireyler arasında
hiyerarşiyi yerleştiren kapitalizmin en vahşi halini, en ağır sömürünün
olduğu halini yok etti Ekim Devrimi.
Hitler, biliyorsunuz, iktidara geldiğinde 3. Reich diye, 3.
İmparatorluk, 3. Devlet diye adlandırdığı düzeni kurarken, bin yıl
egemen olacak bir imparatorluk kurduğunu söylüyordu ve işte bu bin yıl
yaşayacak olan düzen 12 yılda gümbür gümbür gitti. Kimin sayesinde
gitti? Buradaki en büyük etken, Sovyetler Birliği! Şu andaki en gerici
Amerikan yayınlarına bakıldığında bile -ki, bu konuda epeyce kitap,
epeyce inceleme çıkıyor, hele şimdi Sovyet Birliği dağıldıktan sonra
biraz daha açık sözlü olabiliyorlar bu konuda- Sovyetler Birliği'nin
katkısı olmasaydı, Hitler'in yıkılması diye, askeri olarak yıkılması
diye bir şey neredeyse imkânsız olurdu diye belirttiklerini
görebiliriz. Niye? Çünkü, biliyorsunuz, aynı dönemde Hitler, Fransa'yı
düpedüz silip süpürdü, bütün kıta Avrupası'nı işgal etti. İngiltere'yi
epeyce köşeye sıkıştırdı, belki bir tek Amerika kurtulabilirdi faşizmin
işgalinden, o da arada okyanuslar olduğu için, çok uzak olduğu için.
Onun dışında bütün dünya Hitler faşizminin egemenliği altına
girebilirdi. Bütün dünyayı faşizmin pencesinden kurtardı Ekim Devrimi.
Bu doğrudan doğruya Sovyetler Birliği'nin, dolaylı değil, doğrudan
doğruya Sovyetler Birliği'nin etkisidir.
Başka neyi sağladı? Gelişmiş kapitalist ülke halklarına çok büyük
imkânlar sağladı. Aijaz Ahmad'ın deyişiyle, gelişmiş kapitalist ülke
halklarına sağladığı, belki bu durum bir paradoks ama, kendi ülkesinin
halkına sağladıklarından çok daha fazla oldu. Dolaylı olarak sağladı
bunu Ekim Devrimi.
Nasıl sağladı? Sovyetler Birliği örneği, Ekim Devrimi'nin örneği çok
çekici hale geldi bütün dünyada. İşçilere haklarının verilmesi,
işsizliğin ortadan kaldırılması, eşitlikçi bir toplumun kurulmasıyla,
burjuvazinin gözüne devrim ihtimali o kadar büyük bir tehlike olarak
gözüktü ki, burjuvazi, işçiler devrime kaymasınlar, işçiler komünizme
kaymasınlar diye özellikle sosyal demokrasiyi kullanarak kendi
halklarını devrimden uzaklaştırmak için onlara tavizler verme yolunu
seçti.
Yani kısacası, sonuçta, en özet haliyle, sosyal devlet diyeceğimiz
olgu, sosyal devlet dediğimiz bütün haklar Sovyetler Birliği'nin, Ekim
Devrimi'nin varlığı sayesinde ortaya çıktı. Bu ülkeler çok gelişmiş
ülkeler olduğu için, bu ülkeler sömürge halklarının sırtından kâr
sağladıkları için, burjuvazinin işte 500 yıl boyunca bütün dünyanın
sömürülmesi yoluyla biriktirdiği zenginliğe dayandığı için, ellerindeki
olanaklar büyüktü, artı değerin önemli bir bölümünden, kendi kârlarının
önemli bir kısmından vazgeçerek bunu işçilere sus payı olarak verdiler.
İşçiler devrimci olmasın, işçiler devrime kaymasın diye bu politikayı
güttüler ve gelişmiş ülke halkları böylece çok büyük bir olanak elde
ettiler. Bu dolaylı bir etki oldu ama dolaylı olması önemini
azaltmıyor, en önemli etkilerden biri oldu ve bizim, hepimizin hayatını
etkileyen bir şey oldu.
Dünya için başka ne sağladı? Bağımlı ve sömürge halklar için çok şey
sağladı. Afrika'da Gine Devrimi'nin önderi Amilcar Cabral vardı. Adını
hatırlarsınız ansiklopedilerden filan. Eski arkadaşlar daha iyi
hatırlayacaklardır, kitapları vardı Türkçe'de. Oradaki gerilla
savaşının yöneticisiydi. Onun sözüdür. O diyordu ki, ki, bunu söylediği
dönemlerde dünyada, bir yanda Maoculuk, bir yanda Sovyet çizgisi
çatışmaları vardı, birilerinin işte Sovyetler emperyalisttir,
revizyonisttir falan diye esip gürlediği dönemlerdi. O diyordu ki, "Şu
anda dünyada nerede emperyalizme karşı, sömürgeciliğe karşı bir
kurtuluş hareketi varsa -ben onu söyler, onu bilirim- orada mutlaka
Sovyetler'in desteği, orada mutlaka Sovyetler'in silahı vardır.
Sovyetler'e hiç kimse nankörlük edemez, insan çarpılır!" Böyle bir sözü
var Amilcar Cabral'ın. Büyük bir kurtuluş savaşının önderinin.
Buna benzer başka bir örneği Türkiye devrimcilerinden de verebiliriz.
Türkiyeli devrimciler, biliyorsunuz ki, 1970'lerin başında 12 Mart
1971'e doğru, 12 Mart döneminde ve 12 Mart'tan sonra Filistin'e çok
gidip geldiler. Gidenler arasında Maocu ideolojiye inanmış devrimciler,
emekçiler de vardı. Bu insanlar nasıl düşündüler? Oraya böyle
gidenlerin çoğu, Maocu olarak gidenlerin büyük kısmı, oradan Sovyet
hayranı olarak dönerdi. Niye? Çünkü orada gerçeği görüyorlardı, yani
lafta, kitapta, uzakta söylenenlerin dışında, günlük hayatta Filistin
halkının davasına Sovyetler Birliği'nin verdiği desteği, Sovyetler
Birliği'nin verdiği silahları, Sovyetler Birliği'nin diplomatik
desteğini fiilen görüyorlardı.
Bunlar basit örnekler ama bütün dünya olarak baktığımızda, Sovyetler
Birliği her halka yardım etti ve bu yardım, sömürge imparatorluklarının
özellikle II. Dünya Savaşı'ndan sonra yıkılmasında en belirleyici
destek oldu. Bağımsızlığı için ayağa kalkan hiçbir halk yoktur ki
Sovyetler'den destek görmemiş olsun, Ekim Devrimi'nin ülkesinden destek
görmemiş olsun. Böyle bir temel sağladı Ekim Devrimi halkların
sömürgecilikten kurtuluşu için. Bu da dünyanın büyük çoğunluğunu
oluşturan sömürge ve bağımlı ülkeler halkları için (bunlar, Asya ve
Afrika halkları oluyor, bir de Latin Amerika halkları. Latin Amerika
kendine göre kısmen daha bağımsızdı, İspanyol ve Portekiz
sömürgeciliğinden daha önce kurtulmuşlardı, ama sonra Amerikan
emperyalizmine karşı ikinci bir bağımsızlık dalgası gelişti
burada) çok değerli bir katkıydı.
Bütün bu kurtuluş hareketlerinde ilk başta yola çıkanların Sovyetler
Birliği hakkındaki görüşleri ne olursa olsun, sonuçta Sovyetler'le
dayanışma çizgisini benimsediler. Nikaragua'yı hatırlayabilirsiniz,
Sandinist hareketten söz ediyorum. Nikaragua hareketi ilk başlarda,
bizim buradan örnek verecek olursak, o dönemlerdeki aşağı yukarı
Dev-Yol çizgisine yakın bir çizgiydi ama Nikaragua devrimini
yaparlarken Sovyetler Birliği'yle dayanışma zorunda olduklarını
gördüler.
Küba Devrimi'ni de biliyorsunuz. Küba Devrimi'nin önderleri -Fidel
Castro yaşıyor, Che Guevara ise kalbimizde- devrimci mücadeleye ilk
başladıklarında, bu söylediğim özellikle Fidel Castro için geçerlidir,
Sovyetler Birliği konusunda çok net düşüncelere sahip değillerdi. O
dönemlerde eski Amerikan burjuva devrimcilerine, halkçılara,
liberallere daha fazla hayranlık duyan devrimciler, devrimci
demokratlar olarak başlıyorlar harekete. Ama bu süreç içinde Sovyetler
Birliği'nin yaptıklarını, Sovyetler Birliği'nin vazgeçilmez desteğini
görüyor ve adım adım sosyalizme geliyorlar, komünist çizgiyi
benimsiyorlar.
Yani, Nikaragua ve Küba gibi buraya göre dünyanın öbür ucu denebilecek
yerlere, başka bir taraftan Çin'e, başka bir taraftan Vietnam'a,
Kamboçya'ya, Laos'a ve hepsinden önce biz kendimizi hatırlayalım,
Türkiye'ye bakabiliriz. Türkiye'nin kurtuluş savaşından,
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasına yol açan
süreçten söz ediyoruz. Bu süreç acaba nasıl oldu, Türkiye kurtuluş
savaşını nasıl kazandı diye baktığımızda, tabii ki Türkiye halklarının
direnişiyle, komünistler dahil Türkiyedeki yurtseverlerin mücadelesiyle
oldu. Fakat dış destek olarak baktığımızda, çok kritik bir dış destek
olduğunu görüyoruz. Sovyetler Birliği'nin verdiği doğrudan silah gücü
desteği var, ekonomik, mali yardım var, diplomatik destek var.
Sözün özü, Ekim Devrimi bütün kurtuluş hareketlerine destek verdi, bu
açıdan da olağanüstü önem taşıyan bir devrimdi, vazgeçilmez değere
sahip bir devrimdi.
Ekim Devrimi başka neyi sağladı? Şunu sağladı: Bütün dünyada sadece
ayrıcalıklı kesimlerden gelen insanların değil, düz işçilerin ve
köylülerin, eğitimsiz insanların eğitilebileceğini, işçilerin
köylülerin parlak aydınlar olabileceğini ve işçilikten köylülükten
gelme bu aydınların hakikaten devrim profesörü denecek şekilde ya da
burjuva akademisyenleriyle rahatlıkla boy ölçüşebilecek şekilde bütün
kültüre egemen olabileceğini gösterdi.
İşte burada resmi asılı duruyor: Mehmet Bozışık düz bir işçidir,
eğitimsiz bir işçidir. Mehmet Bozışık Sovyetler Birliği ülkesine gidip
orada eğitim görmüştür. Onunla tanışanlar onun ne kadar bilgili
olduğunu, dünya politikasından psikolojiye, tarihten, ekonomiye her
konuya nasıl hâkim olduğunu bilirler; onun yaşadığı döneme yetişmeyen
genç arkadaşlar da yazılarını okuyarak anlayabilirler.
Düz işçiden kendini halkına adamış profesör yaratan bir devrimdir Ekim
Devrimi.
Bozışık tek bir örnek. Türkiye'de böyle çok sayıda örnek var. Bütün
dünyada sayısız örnek var. Adını sanını bilmediğimiz değişik
ülkelerden, Afrika'nın en ücra yerlerinden, Çin'in en ucundaki
bölgelerden, Hindistan'dan, Afganistan'dan, İran'dan,
Irak'tan, Suriye'den her taraftan insanları bir araya toplayarak bunu
sağlamış, bu eğitimi verebilmiştir Ekim Devrimi. Bunun çok büyük bir
güç olduğunu sanırım kabul edebiliriz. Bilim açısından işçileri
köylüleri ön plana çıkarıcı rolün ne kadar önemli olduğunu biz hepimiz
kendi hayatımızdan biliyoruz.
Kadın hareketi açısından neler yaptı Ekim Devrimi? Doğrudan doğruya
sosyalist hareketin bir parçası olarak gelişen sosyalist kadın
hareketinden söz etmiyorum sadece, feminist hareketten de söz ediyorum.
Feminist harekete de baktığımızda, kullandıkları kavramlar dağarcığına
baktığımızda, her temel kavramı, çözümleme araçlarını -sömürü, baskı,
görünmez emek, yabancılaşma, kurtuluş, eşitlik, özgürlük, vb- Ekim
Devrimi'nden, Marksizm'den, Leninizm'den almak durumunda olduklarını
görüyoruz.
Sömürüden ve yoksulluktan kurtuluşu için, bağımsızlığı için, eşitliği
için, kültürü için, dili için ayağa kalkan her ezilen halk da mutlaka
Marksizm'in, Leninizm'in, Ekim Devrimi'nin kavramlarına başvuruyor.
Buna Kürtler de başvuruyor, Çerkezler de başvurdu, dünyanın başka
yerlerindeki insanlar da başvurdu. Hepimiz başvurduk, başvurmak
zorundayız. Bir insani sorun varsa, bir insan sömürülüyorsa, bir insan
baskı altındaysa mutlaka Ekim Devrimi'nden bir şeyler almak zorundadır.
Bu devrimin genel çerçevesini benimsemek zorundadır.
Sovyetler Birliği'ni o dönemde ziyaret etmiş olan herkes sanat, kültür,
spor açısından da ne büyük kazançlar getirdiğini, en yüksek
burjuvaziye, aristokrasiye özgü sanatların nasıl halkın malı haline
getirildiğini bilir, kitaplardan da zaten okursunuz. Eski Sovyet
ülkelerinin şu andaki haline bile bakıldığında, kitap okuma oranı
açısından, sanat ve edebiyatla içli dışlı olma açısından devrimin neler
kazandırdığını görebiliriz.
Çok önemli başka bir boyuta değinelim. Sosyal bilimler alanında, Ekim
Devrimi ve ona yön veren ideolojik temel olarak, felsefi temel olarak
Marksizm-Leninizm'in temel kavramları olmadan düzgün bir iş
yapamazsınız. Dünyayı anlayamazsınız. Toplumları çözümleyemezsiniz.
Toplumsal sorunları çözemezsiniz.
Demokrasi düşüncesini geliştirmek açısından baktığımızda, kapitalist
bir demokrasi anlamına değil, tam tutarlı, günlük hayatta halkın
uygulayabileceği demokrasi düşüncesinin gelişmesi açısından
baktığımızda, dünyada en kapsamlı demokrasi teorisini kuran kişi zaten
Lenin'dir. Lenin'in kitaplarına bakmadan, Lenin'i anlamadan bunu
anlamamız mümkün değil. Kendi çerçevemizi oluşturmamız, kendi nirengi
noktalarımızı oluşturmamız mümkün değil.
Kısacası, Ekim Devrimi kendi halklarına çok şeyler sağladı. Bütün dünya
halklarına çok şey sağladı. Gelişmiş ülke halklarına çok şey sağladı.
Sömürge ve bağımlı ülke halklarına çok şey sağladı. Hepimize çok şey
sağladı. Bugün sigorta diye, emeklilik diye, sosyal haklar diye ayağa
kalkıyorsak, hak verilmez alınır diyorsak, sömürülmek istemiyoruz
diyorsak, bir üretiyoruz, biz yöneteceğiz diyorsak, devrim iyi bir
şeydir düşüncesine geliyorsak, devrim istiyoruz diyorsak, bütün bu
sloganları biz Ekim Devrimi'ne borçluyuz. Ekim Devrimi bu kadar önemli,
bu kadar yararlı, bu kadar iyi bir şeydir.
Peki, Ekim Devrimi hiç kimse için kötü değil midir? Küçük bir azınlık
için kötüdür, evet. Kimler için kötü? Kapitalistler ve emperyalistler
için kötüdür. Eşitliğe, özgürlüğe, sömürüsüz ve savaşsız bir dünyaya
amansız düşman olanlar için kötüdür. Bu azınlığın dışında kalanlar için
iyidir, hem de çok iyidir.
Bu kadar iyiyse niçin
çöktü
Peki, şimdi diyeceksiniz ki, siz demeseniz de başkaları zaten diyor,
medya her yerde bunu söylüyor: Canım kardeşim, siz ne hikâye
anlatıyorsunuz? Madem bu kadar iyiydi, niye çöktü?
Yaşı biraz daha ileri olan arkadaşlar bilirler, eskiden Sovyetler
Birliği varken, biz devrimci mücadeleye başladığımızda, hep Sovyetler
Birliği'ni örnek gösterirdik. Yani birileriyle tartışırken, işte
Sovyetler Birliği'nde yaşam şöyledir diye oradan filmler gösterilirdi,
oradan örnekler verilirdi. İşte bu konuda şunu sağladı, işçilere şunu
verdi, halklara şunu sağladı, sağlık şöyle parasız, şu şöyle, bu böyle,
ekonomik kalkınmayı şöyle yapar, böyle yapar diye söylerdik ve bunun
belli bir etkisi olurdu. Şimdi Sovyetler Birliği yok, dağıldı. Şimdi,
güzelse, iyiyse bu sistem, niye yıkıldı? Tabii ki buna değinmemiz
lazım, bu soruyu yanıtlamamız lazım.
Her şeyden önce, toplumsal özne sorununa bakalım. Bir toplumsal kurumun
varlığı, yaşaması, yıkılıp yıkılmaması kime bağlı? Her şeyin bir öznesi
var. Bakın burada kendi derneğimiz var, kendi partimiz var, kendi
görüşlerimiz var ve devrim istiyoruz. Biz hepimiz topluca desek ki, biz
vazgeçtik bu işten, yok artık böyle bir şey, biz artık bu işle
ilgilenmiyoruz desek, görüşlerimizden vazgeçtik, derneğimiz anlamsız,
partimiz gereksiz, devrim denen şey olmayacak bir hayal, biz vazgeçelim
hepsinden. Böyle bir durum meydana gelse, burada bizim yarattığımız şu
kurum, diyelim ki bir dernek, bir parti, bir birim, bir grup, parti
için çalışan bir yapı, ne diyorsanız, böyle bir kurum ayakta kalabilir
mi? Hayır, çünkü her yapı, insanlara ilişkin her kurum insanların
gayeleriyle, insanların mücadelesiyle yaşar ve yaşatılır. Yani
insanların isteği, insanların arzusu, insanların iradesi olmadan,
bunlara yol verecek belli bir zihniyet olmadan her hangi bir değerimiz
ayakta kalamaz.
Dolayısıyla, Ekim Devrimi'nin yenilmesi de, daha önce anlattığımız
bütün nesnel koşullara, bütün o eksikliklere, geriliklere rağmen
kaçınılmaz bir şey değildi. Ama nasıl oldu? Bu süreç nasıl işledi,
nasıl böyle olumsuz bir sonuç ortaya çıktı? Bilebildiğimiz ölçüde,
değerlendirebildiğimiz ölçüde söylemeye çalışalım.
İdeolojik yanılsama
Birincisi, zihniyet dünyasında olumsuz yönde köklü bir değişim yaşandı.
Sovyetler Birliği, daha önce açıkladığımız gibi, çok geri bir noktadan
başlamış, dünya çapında Amerika'yla, Batı Almanya'yla, İngiltere'yle,
Japonya'yla, kapitalist dünyanın devleriyle boy ölçüşecek duruma
gelmiş. Askeri planda da zaten diğerlerini geride bırakmış, Amerika'yla
boy ölçüşüyor. Bütün karşılaştırmalar o dönemde Amerika'ya göre
yapılıyor.
Ama Amerika kendi ekonomik, bilimsel gelişmesini nasıl sağlamış? Bütün
dünya halklarını sömürerek, kendi halkını da sömürerek ve onlardan bir
sürü şeyi esirgeyerek sağlıyor bu gelişmeyi. Sovyetler Birliği'nde
belirli bir aşamada zihniyet dünyasında bu eksen kaydı. Rusya'nın Ekim
Devrimi'yle birlikte başladığı yeni dönemden itibaren sağladığı gelişme
hızıyla Amerika'nın aynı dönemlerde sağladığı gelişme hızı arasında
Sovyetler Birliği lehine, Rusya lehine çok büyük fark olduğu unutulmaya
başlandı. Oransal değerler arasında bir karşılaştırma yerini
Amerika'nın tarihsel birikimini göz ardı eden mutlak değerler üzerinden
karşılaştırmalara bıraktı. Şuna bakın, gelişmiş kapitalist ülke
halkları bizden daha iyi yaşıyor, acaba yanlış mı yapıyoruz diye,
özellikle toplumun üst kesimlerinde, aydınlarda, parti yöneticileri
arasında bir zihniyet değişikliği ortaya çıkmaya başladı ve bir gerilik
kompleksi, ya da biz geri kalıyoruz kompleksi yayılmaya başladı.
Biliyorsunuz, Kruşçev döneminde SBKP programında bir sonraki nesil 20
yıl içinde komünizmi yaşayacaktır diye ilan edilmişti. Bu olmadı.
Olamayınca, insanlar acaba geri mi kalıyoruz kuşkusuna kapıldı ve yeni
arayışlar başladı.
Tabii ki burada ideolojik bir kırılma var, ideolojik bir yanılsama var.
İdeolojik kırılma ne, ideolojik yanılsama ne? Karşılaştırmalar farklı
nitelikteki ülkeler arasında yapılıyor. Elmalarla armutlar
karşılaştırılıyor.
Birincisi, devrim öncesi Rusya'nın benzer koşullardaki ülkelerle
karşılaştırılması gerekirken, çok daha önceden yola çıkmış ve
sömürgeciliğin, emperyalizmin birikimlerine sahip ülkelerle
karşılaştırma yapılıyor.
İkincisi, Amerika'yla, İngiltere'yle, Japonya'yla Sovyetler Birliği
arasında aynı dönemleri, aynı zaman dilimini, aynı dönemin
performansını kapsayan oransal bir karşılaştırma yapılmıyor. Halbuki
bilimsel-teknolojik devrim en gelişmiş seviyesine vardığında da,
Sovyetler Birliği dünyada çok büyük bir güçtü. Bilimsel-teknolojik
dalların çoğunda ABD'yle aynı seviyedeydi. Uzay araştırmalarında
Amerika'dan ilerdeydi. Askeri açılardan belli dallarda, o sırada hızlı
gelişmelerin yaşandığı bilgisayar alanında belli dallarda ABD'nin
gerisindeydi ama geri olduğu dallarda açığını kapatıyordu.
Üçüncüsü ve en önemlisi, Sovyetler Birliği'nde, toplumsal artığın
paylaşılması açısından hiçbir kapitalist ülkeyle karşılaştırılması dahi
söz konusu edilemeyecek şekilde bir eşitlik var, toplumun hiçbir
kesiminin sömürülmemesi var.
Ama ideolojik yanılsama ideolojik yanılsamadır ve hükmünü icra eder.
Algılama, anlayış, kavrayış, öznel bakış belirli koşullar altında,
nesnel gerçeklikten daha önemli olabilir.
Sonuç olarak, insanlar nasıl yaşıyor, önemli olan bu; işte bakın,
Batı Avrupa'daki, Amerika'daki bir işçi bizden daha iyi
yaşıyor düşüncesi toplumda yayılmaya başladı. Ve SBKP içinden bu yanlış
düşünceye karşı yeterli bir ideolojik-politik mücadele yapan bir odak
da çıkmadı. Bu gerilik kompleksi ve daha iyi yaşamı en önemli şey
sayan; daha iyi yaşamı da, maddi refah koşullarıyla ölçen bir anlayış
egemen oldu. İdeolojik ölçüler açısından bakıldığında, bu durum,
sosyalist ideolojinin burjuva ideolojisine yenik düşmeye başlaması
anlamına geliyordu.
Biraz önce Sovyetler Birliği'nin tarihine baktığımızda ne dedik, dünya
savaşının içinde, yakılıp yıkılmış bir ülkede devrim yaptılar, iç
savaşa girdiler. İç savaştan sonraki döneme baktığımızda, daha 1929'da
Stalin'in bir sözü var. O sırada bütün dünyada yeni bir dünya savaşına
doğru gidildiğine dair bir hava var, bunun belirtileri her yerde
görülüyor. Çıkıyor diyor ki, "10 yılda Avrupa'yı ya yakalarız, ya da
bizi mahvederler". Sovyetler'de kapitalizmin yerine sosyo-ekonomik
sistem olarak sosyalizmin kurulması mücadelesi, asıl sosyal ve ekonomik
dönüşüm kavgası 1929'da başladı zaten. 1939'da da II. Dünya
Savaşı çıktı. 1945'e kadar faşist istilanın defedilmesiyle uğraşıldı.
Hemen ardından da Soğuk Savaş geldi. Amerika'nın başlattığı soğuk
savaş. Onun yükünü taşımak. Hemen ardından sınırlı yumuşama dönemi ama
Soğuk Savaş'ın baskılarına daha sinsi mücadele alanlarının da
eklenmesi. Gorbaçov'ların başa geçtiği dönemlerde de Amerika'nın
başında, belki adını biliyorsunuzdur zaten, Ronald Reagan diye bir adam
vardı. Tam gerici, Bush benzeri, aynı doğrultuda sağcı-muhafazakâr bir
kişi. Amerika'nın Vietnam Savaşı'ndan yenilgiyle çıkmasının, bütün
dünyada sosyalizmin ve ulusal kurtuluş hareketlerinin ilerlemesinin yol
açtığı kayıpları tersine çevirmek için hamle yapan Amerikan
kapitalizminin, finans kapitalin, askeri-endüstriyel kompleksin sözcüsü.
O dönemde Amerikan emperyalizmi uzay savaşları, yıldız savaşları diye
çok hırslı yeni bir silahlanma programı başlattı. İlgili kitapları
okursanız görürsünüz, bunun bir sürü ilginç ayrıntısı var. Yıldız
savaşları programına göre, Amerika uzaya füzeler yerleştirecek. Oradan
her tarafı bombalayacak. Teknik olarak, başarısı açısından çözülmemiş
ciddi problemler var. Ama zaten asıl amaç, bir yandan büyük kapitalist
tekellere, silah ve elektronik sanayi şirketlerine yeni bir kâr kapısı
açmak, bir yandan da Sovyetler'i yeni bir silahlanma yarışına
zorlayarak kaynaklarını tüketmek.
Buna karşı koyabilmek, savunmada geri kalmamak için Sovyetler'in bütün
o zor koşullarda çok kaynak ayırması gerekiyordu. Özellikle yöneticiler
arasında, eyvah biz ne yapacağız? Biz savunmaya bu kadar ek kaynak
ayırırsak, zaten halkın günlük yaşamı açısından sorunlar var,
mahvoluruz diye bir düşünce çıktı.
Ve buradan teslimiyetçi fikirler adım adım yeşerdi ve çoğaldı. İnsanlar
olaylara bilinçle bakmazlarsa, yanlış bakışla yanlış yerlerde çözüm
ararlar.
Aynı dönemde, enternasyonalizm acaba kötü bir şey midir düşüncesi
gelişmeye başladı. O dönemin yayınlarına bakıldığında, mesela TBKP'nin
olduğu dönemlerde Sovyetler'de çıkan yazılara bakıldığında, bunun
sayısız örneğini görebiliriz. Acaba biz kötü mü yapıyoruz, niye
Afrikalılara bu kadar kaynak ayıralım, niye Afganistan Devrimi'ne
destek verelim, niye Vietnam'a bu kadar yardım yapalım, niye çöldeki
Filistinlileri destekleyelim, niye Küba'ya arka çıkalım falan gibi
olumsuz bir duygu patlaması yaşandı.
Yani enternasyonalizmi bir yük olarak gören anlayış, emperyalizme karşı
uluslararası mücadelenin bütünlüğünü kavramayan, enternasyonalizmin her
iki tarafa da fayda sağladığını anlamayan, içinde ırkçı tonlar taşıyan,
şovenist bir görüş hızla yayıldı.
Zaten yoksuluz, paramızı boş yere harcamayalım, biz bunlara ayırdığımız
kaynakları kısarsak daha iyi olur havası egemen oldu. Ne gerek var
canım, biz kendi ekmeğimizden kısıyoruz, elin insanlarını eğitiyoruz,
başkasını besliyoruz diye, bir yandan dışarıya yönelen, bir yandan da
kendi içlerine yönelen bir şovenizm dalgası yayıldı. Biz tek başımıza
Rusya olsak, her şeyimiz bol bol yeter. (Biliyorsunuz, Rusya Sovyetler
Birliği'nin en büyük federasyonu o dönemde, en büyük parçası. Sovyetler
Birliği'ni dağıtma adımı da zaten, Rusya Federasyonu'nun birlikten
ayrılmasıyla başladı.) Niye biz kendi başımıza yaşamıyoruz, niye
Türkmenistan'daki bilmem şu kadar geri insanlara bu kadar yardım
edelim? Herkes kendi başının çaresine baksın, her koyun kendi
bacağından asılsın. Zaten böyle yaptığımız için de bu insanlar tembel
oluyor, sırtımızdan geçiniyor. Doğu Avrupalıların hayat seviyesi bile
Sovyetler'e göre daha yüksek, Sovyetler'den önemli katkı aldıkları
için. Onlar bile bizden iyi yaşıyorlar, üstüne üstlük yaranamıyoruz da,
arkamızdan başka işler çeviriyorlar, kuyumuzu kazıyorlar diye
Türkiye'de şu andaki egemen ruh haline benzer şovenist duygular patladı.
Toplumda dönem dönem çeşitli sorunlar nedeniyle böyle duygular
yeşerebilir, böyle kötü gelişmeler olabilir. Fakat bunlara karşı
sabırla, kararlılıkla mücadele edilir, yanılgıya düşen insanlar
aydınlatılır, bu kesimlerin olaylara kapsamlı şekilde bakmaları
sağlanır. Burada ise maalesef bu duyguları, bu yanlış düşünceleri
partinin üst kesimindeki insanlar, çok yetkili kadrolar da benimsemeye
başladılar.
Ve burada işte, aslında sosyalist, eşitlikçi anlayış kötüdür, eşit
davranırsak, herkese iş verirsek bu insanlar tembel olur noktasına
gelindi. Gorbaçov'un en son kongre raporlarına baktığınızda görürsünüz,
liberalizmin dört asırlık bayatlamış tezlerini, kapitalizmin temel
önermelerini tekrarlamaya başladı. Neymiş efendim, herkese iş garantisi
olduğu için Sovyet işçisi çok çalışmıyormuş, kapıya konulma korkusu
yüzünden kapitalist ülkelerdeki işçiler çok çalışıyormuş! Çözüm ne,
peki? Çözüm çok kolay, insanları işsiz bırakalım! İşsiz
kalınca ekmek elde etmek için bu insanlar çalışır diye çok bayağı,
liberal, tarihin önceliklerinde kalmış o eski anlayışı benimser şeyler
söylemeye başladı.
Bütün bunlar birleşti ve acaba kapitalizm daha mı çok geliştirir, biz
acaba yanlış mı yapıyoruz, Ekim Devrimi'nin yolu yanlış mıydı konulu
yazılar art arda çıkmaya başladı parti ve devlet basınında.
Gorbaçov 1987'de Ekim Devrimi yolumuzu aydınlatıyor dedi ama 1989'a
geldiğinde Ekim Devrimi bir hataydı demeye başladı. Niye? Çünkü sözüm
ona, Ekim Devrimi insanlığı normal gelişme doğrultusundan saptırmış!
Yani serbest piyasa, özel mülkiyet, serbest girişim güya teknik olarak
vazgeçilmez olan, sınıflar üstü nitelik taşıyan kategoriler iken,
Marksistler, Leninistler, devrimciler bu vazgeçilmez kategorilere
ideolojik bir saplantıyla karşı çıkmışlar ve Rusya'yı çıkmaz bir yola
sokmuşlar! Bu kadar bayağı tezlerle kapitalizm güzellemesi yapmaya
başladı. Belki size inanılmaz geliyordur bir KP lideri nasıl böyle
şeyler söyleyebilir diye, ama dönün bakın kitaplara, dönemin
dergilerine, yayınlarına, bunları bulacaksınız.
E, Sovyetler doğru yoldan, kapitalizmden saptıysa, bu sapmayı tespit
edenlere ne düşer? Tabii ki, kapitalizme, insanlığın sözüm ona ana
yoluna dönmek düşer diye yazıp çizmeye ve bu yolda pratik adımlar
atmaya başladılar.
1905 Devrimi'nin yenilgisinden sonra başa geçen cellat Stolypin dönemi,
apaçık karşı devrim dönemi keşke devam etseydi de Ekim Devrimi hiç
olmasaydı, Rusya Batı tipinde gelişmiş, kapitalist, normal bir ülke
olurdu diye yazdılar, hem de SBKP adına, düşünün! İşte Çarlık ailesi
yıkılmasaydı, Rusya belki şöyle gelişmiş bir ülke olabilirdi falan
gibisinden gerici, karşı devrimci fanteziler moda oldu. Şöyle
söyleyeyim, Türkiye'de televizyona zaman zaman itirafçıları çıkarırlar,
rastlamışsınızdır böyle programlara, bilirsiniz bu inkârcı, yaltakçı,
kişiliksiz, zavallı tipleri. Kremlin, Sovyet proletaryasının karargâhı
olarak işlemesi gereken mevki, ne yazık ki, böyle tiplerin eline geçti.
Gördüğünüz gibi, bu düşünceler yanlış düşünceler, liberal, kapitalist
ideolojinin sosyalist ideolojiyi yerinden etmeye başladığını gösteren
düşünceler. Kapitalist zihniyetin sosyalist zihniyeti alt etmeye
başladığını, proletarya düşüncesinin iyice gerilediğini ortaya koyan
düşünceler. Bu düşüncelerin en etkili, en yetkili çevrelerde olması çok
daha kötü ve tehlikeliydi. Ama bu vahim durum bile her şeyin sonu
olmamalıydı. İşçi sınıfı, emekçi halk, sosyalizmden çıkarı olan büyük
çoğunluk, bu büyük çoğunluğun politik temsilcisi olan komünist kadrolar
bu ters gidişi tersine çevirmeliydi.
Demokratik yaşam tarzının
ihlali ve oportünizm
İşte bu noktada dikkate almamız gereken başka bir etkenin süreçte
önemli bir rol oynadığını görmeliyiz. Kanımca, Sovyetler'in yıkılmasına
yol açan ikinci büyük etken budur. Demokratik eksiklikler, sosyalizmin
amaç ve yöntemlerinin gerektirdiği demokratik yaşam tarzının ihlali ve
buradan türeyen oportünizm olarak adlandırabiliriz bu etkeni.
Sovyetler Birliği'nde iç savaş yaşandı, iç savaştan sonra çok zor
koşullar altında daha önce insanlığın hiç katetmediği bir yola,
sömürüsüz bir toplum inşa etme, sosyalizmi kurma yoluna çıkıldı.
Lenin'den sonra parti içinde çok yoğun tartışmalı dönemler yaşandığını
biliyorsunuz. İşin doğası gereğiydi bu durum, yepyeni bir yolda, çok
olumsuz dünya ve ülke koşullarında, dünya çapında çok güçlü bir egemen
kapitalist sınıfa karşı, bin bir türlü sabotajın ortasında yeni bir
düzen inşa ediyorsunuz çünkü; kimsenin elinde hazır reçeteler yok,
birçok şey, ister istemez el yordamıyla yürüyor. Çok sert tartışmalar
yaşandı, çok çatışmalar yaşandı. Bu tartışma ve çatışmalar sırasında
devrimde adını duyduğumuz, bildiğimiz birçok insan yok oldu. Kanlı
hesaplaşmalar meydana geldi.
Özetleyecek olursak, partide Lenin'in yerine Stalin geçti. Troçki,
Zinovyev, Kamenev, Radek, Buharin gibi birçok kıdemli yönetici görevden
alındı, partiden atıldı ve yaşamını yitirdi. Ve o tamamıyla
sarılmışlık, kuşatılmışlık ortamında yürüyen bu kavgalar sırasında
maalesef kurunun yanında yaş da yandı, demokratik tartışma usullerine
riayet edilmedi, olağanüstü sert idari ve cezai yaptırımlar düşünce
alışverişinin, ideolojik inandırmanın, sabırla mutabakat sağlamanın
yerine geçti.
Burada bir parantez açalım. Sözünü ettiğim kuşatılmışlık, sarılmışlık
ortamı asla paranoya değildi, gerçek durum böyleydi. Gerçekten de bütün
dünya kapitalizmi Sovyetler Birliği'ni yok etmek üzere elinden gelen
her şeyi yapıyordu. Örneğin, faşizm ortaya çıktığında, Sovyetler
Birliği İngiltere'ye, Fransa'ya, Amerika'ya faşizme karşı birleşelim,
bu büyük tehlikeyi birlikte önleyelim teklifinde bulunuyor.
Onlar ise, bu teklifi kabul etmedikleri gibi, faşizmle işbirliği yapıp
onu Sovyetler'in üstüne saldırtma stratejisini izliyor uzun bir dönem
boyunca. Kısa vadeli bir bakışla faşizm kendilerine saldırana kadar
akıllarını başlarına toplamıyorlar.
Böyle bir durumda, bütün bu fırtınalar ortasında parti içinde ideolojik
ve politik hesaplaşmalar yaşanıyor. Bunun ne sonucu oldu? Bunun sonucu,
birincisi, kurunun yanında yaş da yanarken ciddi bir kadro kanaması
ortaya çıktı; ikincisi, kadro kayıplarının boyutunu çok aşan,
sosyalizmle, sosyalizmin öngördüğü demokratik yaşamla bağdaşmayacak
oportünist bir zihniyet kayması meydana geldi kadrolar, üyeler, sınıf
ve halk içinde. Korku ve korkunun beslediği, politikadan, demokratik
tartışmadan, özgürce düşünce alışverişinden uzaklaşma eğilimi yerleşti.
Bizim yöneticilerimiz arasında tartışmalar olur, bu tartışmalara çok
karışmak iyi değildir, tartışırsak, böyle söylersek dilimiz yanar,
kolumuz kırılır, hayatımızı bile kaybedebiliriz, biz bunlardan uzak
duralım, etliye sütlüye karışmayalım, gerçek düşüncelerimizi açıkça
ortaya koymayalım eğilimi tipik davranış koduna dönüştü.
Bir de, tüm bu tartışmalar sonucunda, ne olursa olsun, bütün
eksikliklere, bütün yanlışlara rağmen, nasılsa bizim ana doğrultumuz
değişmiyor şeklinde pragmatik bir yaklaşım da biraz önce sözünü
ettiğimiz oportünizmi besledi. Tartışma oluyor, o geliyor, bu gidiyor,
yola devam ediyoruz. Stalin'den sonra Malenkov geldi. Malenkov gitti,
Kruşçev geldi. Onun yerini Brejnev aldı. Brejnev'in yerine Andropov
geldi, ardından Çernenko
Bütün bunlar geldiğinde de zaten ana doğrultu
değişmedi. Öyleyse ha Ali olmuş, ha Veli gibi bir düşünceyle insanlar
politikadan, ideolojik tartışmadan uzak durmayı tercih ettiler. Halkın
politikadan uzak durması, toplum sorunlarından, siyasi sorunlardan uzak
durması gibi, sosyalizmin amaç ve yöntemleriyle asla bağdaşmayacak bir
süreç yaşanıyor yani.
O dönemde Sovyetler Birliği'ne gidenlerin gözlemlerini, anılarını filan
okuyorsanız bunları görmüşsünüzdür. Böyle bir olumsuz eğilim, böyle
oportünist bir davranış tarzı gelişti ve egemen oldu Sovyetler'de. Bu
kötü tabii ki. Ama daha kötüsü var. Sovyetler'de bunlar yaşanırken,
Sovyetler dünyadan kopuk bir ada değil, içine kapanık bir yeryüzü
parçası değil. Bütün dünyada sınıf mücadelesi sürüyor. CİA'nın
faaliyetleri var, sabotajlar var, casusluk var, sinsi oyunlar var.
Sonradan açıklanan şeyler var. Mesela KGB o dönemde Gorbaçov'a rapor
vermiş. Demiş ki: Sizin danışmanınız ve politbüro üyeliğine
getirdiğiniz Aleksandr Yakovlev, Kanada elçiliği sırasında CİA
tarafından satın alınmış, bu kişiyi görevden almak lazım. O diyor ki,
yok canım, siz uyduruyorsunuz, iftira atıyorsunuz. Siz çok muhafazakâr
olduğunuz için reformcuları karalıyorsunuz.
Özetle, kapitalist sistem harıl harıl Sovyetler'i yıkma çalışmalarını
sürdürüyor. Anti-komünistler, milliyetçi-sağcı gruplar var, çeşitli
yolsuzluklarla kayıt dışı ekonomide sermaye biriktirmeye başlayan küçük
patronlar var, piyasa reformlarıyla, özelleştirmelerle sömürünün kanlı
tadını alan girişimciler var ve Sovyet yönetiminde kafaların en karışık
olduğu, ideolojik dağılmanın, yön kaybının hüküm sürdüğü, devrimci
iradenin felce uğradığı koşullarda, hatta bu yöneticilerin önemli bir
kısmının açık açık kapitalizmi benimsediği ve sosyalizme düşman bütün
unsurlarla işbirliği yaptığı bir dönemde, onlar alabildiğine çalışıyor.
Buna karşılık, tam devrimci düşünceleri, tutarlı anti-kapitalizmi,
sömürüsüz eşitlikçi bir dünyayı, komünizmi dobra dobra savunacak
kadrolar ortalıkta yok veya yeterince hareketli değil. Ve halkta da
büyük bir sessizlik, kayıtsızlık var; daha önceki örneklerde olduğu
gibi, ana doğrultunun değişmeyeceğine dair safça, çocukça bir güven var.
O sıralarda bir referandum yapılıyor mesela, 17 Mart 1991'de. Soruluyor
halka, Sovyetler Birliği yaşasın mı, dağılsın mı? Bunu referanduma
sunuyorlar. Referandumda çok büyük bir farkla Sovyetler Birliği yaşasın
kararı çıktı, biliyorsunuz. Tam rakamını vereyim, seçmenlerin yüzde
76,4'ü Sovyetler Birliği yaşasın diye oy kullandı. Yani halkta böyle
bir güven var. Sosyalizmi istiyor, Ekim Devrimi'ni istiyor.
Yani şimdi kapitalist medyanın, anti-komünist çevrelerin, faşistlerin,
liberallerin, burjuva ideologlarının göstermek istediği gibi, orada çok
zulüm vardı, baskı vardı, insanlar sosyalizmden nefret ediyordu,
insanlar illallah edip artık kurtulalım diye sokağa çıkmışlardı diye
bir durum asla yoktu. Emekçi kitleler çok büyük oranla sosyalizme
taraftardılar ama aktif değil pasiftiler, biz oyumuzu kullandık,
sonrasını nasılsa yöneticilerimiz kendi aralarında halleder
havasındaydılar.
Ama bu sırada karşı devrim artık son hazırlıklarını yapıyordu. Rusya
Federasyonu'nun cumhurbaşkanı, Amerika'yla en sıkı fıkı dönek Boris
Yeltsin, yanına Ukrayna cumhurbaşkanı Leonid Kravçuk ile Belarus
cumhurbaşkanı Stanislav Şuşkeviç'i alarak 8 Aralık 1991'de, yani
sosyalizme büyük destek veren referandumdan yaklaşık 9 ay sonra
Sovyetler Birliği'ni dağıttığını ilan etti. Biz dağıtıyoruz Sovyetler'i
dediğinde hiç kimse aldırmadı ve sokağa çıkmadı.
Sovyetler Birliği işte böyle çöktü. Ve çöktüğünde insanlar neyi
düşündüler? Emin olun, oradaki insanların çoğu, telaşa gerek yok, bu da
yöneticiler arasında bir çatışmadır, bunun sonucunda bir şey olmaz
dediler. Fakat bu kez, oldu. Çünkü bu kez, tartışma başka bir
boyuttaydı. Komünist kadrolar arasında bir fikir ayrılığı, yol, yöntem
mücadelesi değildi söz konusu olan. Bu çatışma, doğrudan doğruya, en
keskin boyutlarıyla, devrim-karşı devrim çatışmasıydı,
sosyalizm-kapitalizm savaşıydı.
Ve böylece eski Sovyet ülkelerinin hepsi emperyalizmin, kapitalizmin av
alanı haline geldi. Sovyetler Birliği yıkıldı. 7 Kasım 1917 devrimiyle
kurulan yapı, 8 Aralık 1991'de resmen yıkıldı. Sosyalist sistem 74 yıl
yaşadı, bütün dünyada büyük etkileri oldu. Yeltsinlerin darbesiyle de
bitti; tabii, şimdilik. Yeltsin hemen o gün, zamanın Amerikan başkanı
George Bush'a (bugünkü Bush'un babasına) telefon ediyor, biz Sovyetleri
dağıttık diye. Bush inanamıyor, bunun altından komünistlerin başka bir
numarası çıkacak, biz uyanık olalım diye emir veriyor ABD Ulusal
Güvenlik Kurulu'na. Maalesef, komünistlerin numarası filan yok, tarihin
en büyük karşı devrimi gerçekleşiyor, kapitalizm ve emperyalizm
ummadığı kadar büyük bir zafer kazanıyor, proletarya ve emekçi halklar,
biz hepimiz, çok kolay bir şekilde bozguna uğruyoruz.
Ekim Devrimi'nin
yokluğunda
Ekim Devrimi'nin ve bu devrimle kurulan Sovyetler Birliği'nin
varlığıyla insanlığın neler kazandığını konuşmanın ilk bölümünde
değerlendirdik. Sonra, bu kadar olumlu, bu kadar faydalı sonuçlara yol
açan devrimin nasıl yenildiğini, Sovyetler Birliği'nin niçin
yıkıldığını anlamaya çalıştık. Şimdi de, Ekim Devrimi'ni daha derin bir
şekilde anlayabilmek için olaya tersten bakalım, Ekim Devrimi'nin,
Sovyetler Birliği'nin yokluğuyla insanlığın neler kaybettiğini görelim.
Yani, konuşmanın bu bölümünde, Ekim Devrimi'nin ve ürünü Sovyetler
Birliği'nin yokluğundan yola çıkarak bu devrimin anlam ve önemini
değerlendirelim.
Sovyetler'in yıkılmasından sonra neler oldu dünyada, buna bakalım,
isterseniz. Tabii öncelikle kapitalizmin kesin zaferi ilan edildi.
Bütün kapitalistler, çokbilmiş profesörler, medya papağanları,
"liberalizm kesin olarak kazandı, sosyalizm kesin olarak yenildi,
Marksizm-Leninizm öldü, ütopyalar sona erdi" diye bayram ettiler. ABD
devlet görevlisi Fukuyama, kapitalizmin kesin zaferi ve karşısında
rakip bir ideolojik-politik akımın kalmaması nedeniyle tarihin sona
erdiğini iddia eden Tarihin Sonu diye bir kitap yazdı ve bu beş para
etmez kitap, bütün dünyada üniversite sosyal bilim programlarının baş
tacı edildi.
Artık bütün dünyada barış çağı olacak denildi. En yoğun savaşların
yaşandığı dönem oldu. Huntington, medeniyetler çatışması tezini ortaya
attı. Yeni sömürge savaşlarını, işgal ve istilaları, emperyalist ve
militarist politikaları meşrulaştırdı. Önce Körfez savaşı başladı.
Irak'ın eli kolu bağlandı, sürekli bombalamalar ve gıda-ilaç ambargosu
yoluyla herkesin gözü önünde soykırım uygulanmaya başlandı. Ardından
Yugoslavya paramparça edildi. Ruanda'da soykırım yapıldı. Bosna,
Çeçenistan katliamları yaşandı. Kosova manda yönetimine devredildi. 11
Eylül 2001 olayları bahane edilerek Afganistan işgal edildi. Filistin
tekrar tekrar boğazlandı. Irak istila edildi. Lübnan saldırıya uğradı.
Amerika İran'a nükleer saldırı hazırlığı yaptığına dair sürekli
haberler yayıyor. Barış seraba dönüştü. Savaş egemen oldu. Irkçılık,
şovenizm, faşizm, dinci gericilik, cehalet aldı yürüdü. Temel hak ve
özgürlükler, yerleşik hukuk normları ayaklar altına alındı. Kadın
hakları, laiklik, bilimsel düşünce iyice geriletildi.
Sosyal haklar, emekçilerin kazanımları ne oldu peki? Eskiden devrim
yapmasın diye gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfına verilen
sosyal haklar bir bir geri alınmaya başlandı. Sovyetler Birliği
yıkıldıktan sonra, hangi Avrupa ülkesine veya Amerika'ya gidersek
gidelim, temel bir değişiklikle karşılaşmaya başladık. Artık yeni
kuşaklar, sosyo-ekonomik haklar açısından, annelerinden babalarından
daha kötü şartlarda yaşamaya başladılar. 20'nci yüzyılda, özellikle de,
II. Dünya Savaşı'ndan sonra kapitalizmin altın çağı adı verilen
1945-1970 yıllarında, her kuşak bir önceki kuşağa göre daha refah
içinde yaşardı. Çocuklar anne babalarından daha varlıklı olurlardı. Bu
süreç tersine döndü.
Sosyal ve ekonomik hakların geri alınmasının ne boyutlarda olduğunu
zaten işçi arkadaşlarım, öğretmen arkadaşlarım bilirler. Artık devlet
bile kendi kamu hukukuna karşı sahtekârlık yapıyor, devlet bile
sigortasız ve güvencesiz insan çalıştırıyor. Sitenizde okudum. Yani bir
yandan Kardelen Elif öğretmen oldu falan diye reklam yaptıkları halde,
onu 300 YTL'ye çalıştırıyorlar. Sözleşmeli statü, geçici statü, şu bu.
Ve bir kuşak artık daha öncekinden daha kötü yaşar hale geldi.
Peki Sovyetler Birliği'nin kendi halkları açısından ne oldu? Ruslardan
veya Sovyetler Birliğini oluşturan halklardan ne kadar çok insanın
çalışmak için Türkiye'ye geldiğini zaten biliyorsunuz, görüyorsunuz.
Ben kendi okul çevremde karşılaşıyorum. Bebek bakıcılığı yapan
insanlarla, hizmetçilik yapan insanlarla, köpek bakıcılığı yapan
insanlarla konuşuyorsun, sonra mesleğini falan soruyorsun, doktor
çıkıyor, mühendis çıkıyor, teknik eleman çıkıyor, öğretmen çıkıyor.
Yani işsiz kalmış insanlar, bütün dünyaya yayılmak zorunda kalmışlar.
Durumun vahametini göstermek için başka bir olguya değineyim. Sadece
büyük savaş dönemlerinde olan bir şey geldi eski Sovyetler Birliği
halklarının başına. Ortalama yaşam süresi düştü.
1989 yılında Rusya'da ortalama yaşam süresi erkeklerde 64, kadınlarda
74,4'tü. 1994'te erkeklerde 57,7'ye, kadınlarda 71,2'ye düştü. Düşüş
eğilimi devam ediyor.
Bu ne anlama geliyor? İşsizlik yaygınlaştı. Yoksulluk arttı. İnsanlar
yeterince beslenemiyor, yeterince sağlık hizmetlerinden yararlanamıyor
ve dolayısıyla daha kötü koşullarda yaşıyor. İşyerlerinde de güvenlik
geriledi, iş kazaları arttı. Bu oranlar, eski Sovyet topraklarında
ekonomik bir soykırım uygulandığını gösteriyor.
Dünya halkları açısından baktığımızda, eskiden bağımsızlık isteyen,
eşitlik isteyen, ayağa kalkan, devrim yapmak isteyen her halkın mutlaka
destek göreceği bir Sovyetler Birliği vardı. Şimdi yok.
Bugünün devrim savaşçıları, bağımsızlık hareketleri, direnişçileri
emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı çok daha zor koşullar altında
mücadele ediyorlar. Herhangi bir devletten fiili destek alamıyorlar,
kendi göbeklerini kendileri kesmek zorunda kalıyorlar.
Filistin'e bakın, Irak'a bakın, Afganistan'a bakın, vicdanları isyan
ettiren soykırımlar, katliamlar, işgaller, saldırılar karşısında bütün
devletler sus pus. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Amerika, Avrupa
ve İsrail'in saldırganlığını meşrulaştırma işlevi görüyor sadece.
Sonuç olarak, şunu söyleyebiliriz. En zor koşullarda kapitalizme karşı
bir yarma harekâtını başlatan ve kendi halkları için, sömürge ve
bağımlı ülkeler halkları için, gelişmiş kapitalist ülke halkları için,
kısacası hepimiz için bu kadar büyük işler yapan Ekim Devrimi'nin
yokluğu da, en az varlığı ölçüsünde, ne kadar önemli ve anlamlı
olduğunu kanıtlıyor.
Yeni devrimlere doğru
Peki Ekim Devrimi'nin yokluğu, bu gericilik ve karşı devrim dönemi hep
böyle sürecek mi? Hayır, asla. Sürmeyecek.
Tarihe bakalım. 1789'da Fransız Devrimi oldu, 1792-93'te çok daha köklü
bir atılım gerçekleşti devrimin kendi içinde, cumhuriyet ilan edildi.
Fakat 1804'te cumhuriyet yerini Napolyon'un imparatorluğuna bıraktı.
İngiltere, Avusturya, Prusya ve Rusya ittifakından oluşan Avrupa
gericiliğinin Napolyon'u alt etmesiyle 1814-1815 Viyana Kongresi'nden
sonra Bourbon hanedanı tekrar iktidara geçti. 1830 Devrimi'ne kadar
süren karşı devrim döneminde Avrupa'da neredeyse yaprak kımıldamadı
Yunanistan'ın bağımsızlık savaşı dışında. Daha sonra 1848 Devrimleri
geliyor. 1871 Paris Komünü, Lenin'in deyişiyle Ekim Devrimi'nin ilk
provası olan 1905 Rus Devrimi, 1908 Jöntürk Devrimi, derken 1917 Şubat
Devrimi ve nihayet 1917 Ekim Devrimi ve Ekim Devrimi'nin ardından
gelen, başta Çin Devrimi olmak üzere birçok devrim. Yani dünyada geri
dönüşler, çalkantılar, karşı devrimler olur. Ama tarih durmaz. Gün
döner, devran değişir. Yeniden devrim ister insanlar. Devrim olur.
Bilirsiniz, hepimiz hata yaparız. İnsanlar hata yapar. Partiler hata
yapar. Sınıflar da, halklar da hata yapar. Ama hatalardan ders de
çıkarılır. Biz de hatalarımızdan ders çıkarabiliriz, çıkarmalıyız da.
Çıkarmazsak, hepimiz, bütün insanlık kapitalizme yem olacağız.
Kapitalizmin kâr güdümlü koca makinesi hepimizi yok oluşun eşiğine
sürüklüyor. En basit örneğini vereyim, iklim değişikliği tartışmalarını
hatırlayalım, İran'a karşı nükleer silahların kullanılması tehditlerini
hatırlayalım.
Kapitalizmin insanlığı yok etmesini engellemek istiyorsak, biz mutlaka
Ekim Devrimi'nin ışığında, Ekim Devrimi'nin bütün kazanımlarına sahip
çıkarak, olanlardan ders çıkarmalıyız. Ekim Devrimi ilkeleri
doğrultusunda yola çıkmış parti nasıl olur da bu kadar büyük bir
sapmaya düşmüş, içinden nasıl bu kadar gerici ve karşı devrimci
çıkarmış ve kapitalizme yem olmuş, bütün bunları açık yürekle
değerlendirmeliyiz.
Öyleyse dersimize iyi çalışacağız. Derin düşüneceğiz, araştıracağız,
inceleyeceğiz ve mücadele edeceğiz. Ekim'den ders alarak, daha iyi,
daha başarılı, daha eksiksiz Ekimler yaratacağız. Ekim Devrimi'nin yeni
sürümlerini, Ekim Devrimi'nin çok daha gelişmiş örneklerini tek tek
kendi ülkelerimizde ve bütün dünyada gerçekleştirmek zorundayız.
Kapitalizmin ne olduğunu günlük hayatta yaşıyoruz zaten. İşsizlikle,
sömürüyle, kötü beslenmeyle, sağlıksızlıkla, despotik eğitim
sistemiyle, insan haysiyetinin ayaklar altına alınmasıyla, halkların
ezilmesiyle, farklı tercihlerinden dolayı insanların yok edilmesiyle,
linç kültürünün yayılmasıyla, yaşasın savaş diye Nişantaşı'nda
koşturulan çocuklarla görebiliriz. Çocukları bağırtıyorlar, savaş
isteriz, sınır ötesine gidelim diye. Bütün bunlardan kurtulmak
istiyorsak eğer, Ekim Devrimi bize yol gösterecek fenerdir.
Biliyorsunuz, ülkemizde devrimci ideallerine sahip çıkan kadrolar, SBKP
adına Gorbaçovcu tezler ortaya atıldığında bunları sistemli olarak
eleştirmişlerdi. Tartışmalar yapılırken daha Sovyetler Birliği
yıkılmamıştı, ama bu tezler yıkıma götürür, bu tezler yanlıştır,
kötüdür demişlerdi. Maalesef 10 Eylül dergisinde, benzeri yayınlarda
yazılan her şey gerçek çıktı. Geliyorum diyen felaket gerçekleşti. Ama
yakınmaya gerek yok. Geçmişe ağlamak fayda etmez. Toplantı
Enternasyonalle başladı. Orada denildiği gibi, bizi kurtaracak olan
kendi kollarımızdır. Kendi aklımız bilincimiz, kendi kültürümüzdür.
Kendi dayanışmamız, kendi birliğimizdir, ortak aklımızdır.
Proletaryanın, partinin, derneğin, devrimci ve ilerici kuruluşların,
bütün devrimcilerin, kapitalizme ve emperyalizme karşı yapılacak
devrimden çıkarı olduğunu düşünen, bunu bir görev sayan herkesin ortak
aklıyla yeni Ekimler yaratacağız. Aramızda ihtiyar yok, ümit ediyorum
ki, 10 yıl sonra, büyük bir terslik olmaz yaşarsak, Ekim Devrimi'nin
anlamını daha iyi irdelemiş olarak Ekim Devrimi'nin 100'üncü yılını
kutladığımızda herhalde Türkiye'de ve dünyada çok daha iyi koşullarda
olabiliriz.
Biliyorsunuz, Berlin duvarı 9 Kasım 1989'da yıkılmıştı.
Televizyonlarda, gazetelerde görmüşsünüzdür. Bu yıldönümünde bir sürü
anket yapılmış. Bütün Almanya'da nüfusun yüzde 20'si duvar keşke tekrar
kurulsa demiş. Bütün Almanya'nın yüzde 20'si bunu isterken, Doğu
Almanya'da yaşayanların çok önemli bir bölümü eski düzende, sosyalizm
döneminde sosyal haklarının, kadın haklarının çok daha ileride olduğu
görüşündeymiş. Ama bu, tabii geç kalmış bir pişmanlıktır. Geç kaldılar.
Bu hakları tekrar elde etmek için çok mücadele etm
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.