Bu yazıyı Bursa'da bir tekstil fabrikasında gece vardiyası
sırasında çıkan yangında ölen, aralarında biri çocuk yaşta, 5 kadın işçiye
adıyorum. Yılbaşına 2 gün kala, 30 Aralık günü, çalıştıkları atölyedeki
yangından kaçamayarak dumandan zehirlenip ölen Ayşe Denizdalan henüz 15'inde,
Sadife Düdüş ise 18'inde çocuk yaştaydılar. Sevgi Sesli 32 yaşındaydı ve
karnında 3 aylık yavrusunu taşıyordu. Gülden Çiçek 21, Necla Özveren de 27
yaşındaydı. Gencecik insanlardı, henüz ölecek yaşta değillerdi. Can verdiği 30
Aralık günü aynı zamanda Düdüş'ün doğumgünüydü. Sadife ve Ayşe sigortalı
değildiler ve patronları cezadan kurtulmak için, öldükten 4 gün sonra onları bir
aydır çalışıyor gösterip geriye dönük sigortalı yaptı (Milliyet, 2006).
1857'de New York'ta 16 saatlik işgününe, kötü çalışma
koşullarına ve düşük ücretlere karşı grev yapan kadınlar yangında ölmüşlerdi, bu
defa aynı olumsuz koşullar altında çalışan yine kadınlarımızdı. Tıpkı
Klara Zetkin'in 1910 yılında 8 Mart'ı Dünya Emekçi Kadınlar Günü ilan etmesine
vesile olan o olay gibi bu ölümler de unutulmayacak. Kadın ve çocuk emeğinin
istismarının ve sömürünün en katmerlisine örnek olan bu olay, 21. yüzyılda
olduğumuz bu dönemde meydana geldi. Sözümona, insanlığın teknolojik bakımdan en
gelişmiş olduğu, bilimdeki gelişmelerin bütün insanlığa refah içinde yaşama
olanağı sağlayabilecek düzeyde olduğu bir dönemde. Oysa görüldüğü gibi,
insanların ilk defa atölyelerde ve fabrikalarda üretim yaptığı kapitalizmin 150
yıl önceki ilk dönemlerinden hiçbir farkı yok günümüzdeki koşulların.
Kapitalizmin ilk dönemlerinde de kadınlar ve çocuklar zor koşullar altında düşük
ücretler karşılığında ve de güvencesiz çalıştırılıyordu. Kapitalizmin sözümona
günümüzün modern "sosyal devlet"ine evrildiği günümüzde ise hâlâ her türlü
güvenceden yoksun bir çalışma ortamında kadın işçilerin can veriyor olması,
sermayenin mantığının hiç değişmediğini gösteriyor.
"Sosyal Politika" kavramı sıkça gündeme gelen ve üzerinde
tartışılan bir konu. Özellikle son yıllara damgasını vuran ve sosyale ilişkin,
yani toplumsal olana ilişkin politikalarda bir dönüşümün yaşandığı tespiti ile
birlikte bu konu etrafında daha can alıcı tartışmalar yapılıyor. Bu yazıda,
sosyal politika konusunun sosyalist bakış açısından nasıl değerlendirildiği
üzerinde yoğunlaşacağım. Ayrıca, yeni liberal dönüşümün izlerini sürmek üzere,
Avrupa Komisyonu'nun belgelerine başvuracağım.
Sosyal Politika Kavramının Ortaya Çıkışı
Esasında, "sosyal politika" kavramı sosyalist açıdan sorunlu
bir kavramdır. Sosyalist toplumda bütün bireyler eşit temelde ve her bakımdan
güvence altındadır. Dolayısıyla sosyal politika dendiğinde sosyalist politika
farklı bir kulvarı ifade eder. Ancak kapitalizm de dahil, sınıflı toplumlarda,
"sosyal politika" denilen alan, mülkü olanlar ile mülksüzler arasında, yani iki
temel sınıf arasında, zenginler ile yoksullar arasında var olan uzlaşmaz
gerilimi dizginlemeye yönelik gelişen politik alandır. Kapitalist toplumda
sosyal politika, sermayenin politikasıdır.
Kapitalist düzene özgü olan "sosyal güvenlik", "sosyal devlet",
"refah devleti" gibi modern uygulamaların ortaya çıkışından önce de toplumsal
himaye anlayışı vardı. Örneğin, geleneksel toplumlarda ilişki ağları aile veya
meslek, inanç ilişkilerine bağlı olsa da, insanlar toplumsal koruma ağı içinde
yer alır ve toplumsal himayeden yararlanırlardı. Açlık tehdidi altında olanlara
sorgusuz sualsiz yardım edilirdi. Bu durum onaltıncı yüzyıla kadar hemen hemen
bütün toplum düzenleri için geçerliydi (Polanyi, 1986).
Kapitalist piyasa ilişkilerine dayalı liberal topluma
gelindiğinde ise işler kökten değişir. Liberal anlayışa göre, toplumdaki
bireyler kendi çıkarlarının peşinden koşan bireylerdir. Bu anlayışa göre insan
ancak başkasının sırtından zengin olabilirdi. Piyasa ilişkilerinin sonunda kötü
ve yoksul duruma düşen insan ise bundan bütünüyle kendi sorumluydu. Liberal
anlayışa göre, zaten yeterince çalışkan ve akıllı olanlar mülk sahibi olur,
tembel ve akılsız olanlar ise malsız mülksüz, yoksul bir yaşam sürerdi. Liberal
anlayışın önde gelen temsilcilerinden John Locke, bu nedenle mülk sahibi olmayan
emekçi halkın akılcılıktan yoksun olduğunu ileri sürer. İşsizler ve onların
çocuklarına karşı daha da acımasızdır. Ona göre, işsizliğin kaynağı ekonomik
nedenler değil, işsizlerin ahlâksızlığıdır. Onlar en ağır yaptırımlara
müstehaktır. Ayrıca, işsizlerin üç yaşını geçmiş çocukları ulusun sırtında
gereksiz bir yük oluşturuyordu ve masraflarının karşılanması için bu küçük
çocuklar çalışmaya zorlanmalıydı.
Karl Marks ve Friedrich Engels'in 1848'de kaleme aldıkları
"Komünist Manifesto"da temel noktalarını ortaya koydukları ve işçi sınıfının
kurtuluşunun patronlardan beklenemeyeceği, hangi yol ve yöntemlerle mücadele
edilmesi gerektiği yönündeki fikirler işçi sınıfı arasında yankı buldu.
Avrupa'da işçi sınıfı hareketlenmeye başladı. Dokuma tezgahlarından maden
ocaklarına, sanayi bölgelerindeki işçiler sağlığa aykırı uzun çalışma
sürelerine, düşük ücretlere karşı ve hastalık, kaza gibi durumlarda haklarının
güvence altına alınması için seslerini yükseltmeye başladılar.
Avrupa ülkeleri arasından özellikle Almanya'da 1870 ve
1880'lere gelindiğinde sanayileşme düzeyi, öteki diğer Avrupa ülkelerinin çok
üzerine çıkmıştı. İşçi sınıfı belirli kentlerde çok yoğunlaşmıştı. Marksistlerin
fikirleri yaygınlaşmaya ve güçlenmeye başlamıştı. 1877 yılındaki ekonomik
bunalım, işçilerin yaşam koşullarını daha da ağırlaştırmış, bunun sonucunda
sosyalist akımlar daha da güçlenmişti. İktidarın güçlü ismi Alman Şansölyesi
Bismark, sosyalistlerin etkisini kırmak için bir yandan 21 Ekim 1878'de
Anti-Sosyalist Yasa'yı çıkararak sosyalist partileri kapatmış, toplanma hakkını
askıya almıştı. Her türlü dernek ve sendika kurmayı yasaklamış, marksist yayın
organlarını kapatmıştı; bir yandan da "reform" hareketlerine girişerek işçileri
sistemle bütünleştirme çabası içerisine girmişti. 1878'de kabul edilen bu
olağanüstü Anti-Sosyalist Yasa 1890 yılına kadar yürürlükte kaldı. Sosyalistlere
karşı baskı önlemlerini yetersiz bulan Alman yönetimi, sosyalistlerin kitle
tabanını eritmek ve devletin yanına çekmek için bu süre içinde belirli sosyal
güvenlik reformları yapma kararını aldı.
İlk defa 17 Kasım 1881'de parlamentoya sunulan reform
tasarılarının gerekçesinde devletin yalnızca varolan hakları koruyucu bir işleve
değil, aynı zamanda elverişli kurumları oluşturmak ve sahip olduğu toplumsal
araçları da kullanarak tüm vatandaşların ve özellikle yoksulların yaşamlarını
iyileştirmek yükümlülüğü altında olduğu belirtiliyordu. Parlamento yaklaşık on
yıllık bir süre içinde üç temel yasayı kabul ederek, Alman Sosyal Sigortalar
Sistemi'ni oluşturdu. 1883 tarihli hastalık sigortası, 1884 tarihli iş kazaları
sigortası, 1889 tarihli sakatlık ve yaşlılık sigortalarından oluşan bu sistem
ücreti belirli bir miktarın altında kalan sanayi işçilerini kapsamına alıyordu.
Yürürlüğe konan Alman sosyal güvenlik sistemi yaygın bir uluslar arası etki
yarattı ve birbiri ardından Lüksemburg, Hollanda, Avusturya, Norveç, İsveç,
İtalya ve Belçika gibi ülkelerde de benzer sistemler yürürlüğe girdi.
Ekim Devrimi'nden Sonra Şekillenen Kapitalist Sosyal
Devlet
İkinci dünya savaşı sonrası şekillenen koşullar sonucu dünyada
sosyal politikalara ilişkin değişiklikler gündeme gelir. Bu dönemin belirleyici
özelliği, 1917 Ekim Devrimi'dir. Sovyetler Birliği'nde sosyalist bir devletin
kuruluşu, işçilerin ve emekçilerin sömürüden kurtulduğu, en geniş sosyal haklara
sahip olabildiği bir düzenin en ileri örneğidir. Ardından sosyalist ülkelerin
çoğalıp güçlü bir sisteme dönüşmesi ve buna paralel olarak kapitalist ülkelerde
işçi sınıfının ve toplumsal hareketin güçlenmesi sonucu, gelişmiş ülkelerde
refah devleti veya sosyal devlet adı verilen Keynesyen sistem yaygınlaştı.
1917 Ekim Devrimi, Avrupa'daki işçi sınıfını da
hareketlendirdi. Sermayenin sözcülüğünü yapanlar arasında hep kemer sıkma,
işçilere yönelik baskının arttırılması tartışmaları daha çok yer alıyordu.
Burjuvazinin artık bu politikaları dizginlemesi gereğini savunan Keynes'in amacı
ise, 19. yüzyıl "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" ideolojisine karşı,
devletin siyaset alanı dışında sosyal alana da müdahalesini öngördüğü yeni bir
model inşa etmekti. Bunun sonucunda sosyal devletin ilk kapsamlı uygulaması,
"İngiltere'de 1930'larda ve 1940'larda formüle edilen ve 1945'ten sonra büyük
etkililik kazanan Keynes-Beveridge liberal kollektivizm' felsefesi"ni temel
alarak oluşturuldu (Arın, 1994: 278-279).
Keynes'in yaklaşımı da, tıpkı Bismark'ın Almanya'da uyguladığı
yaklaşımla benzerlik taşıyor. Esas olarak toplumun hareketlenmesi ve sınıf
çatışmasının keskinleşmesi. Burjuvazinin iktidarı kaybetme ve işçi sınıfına
kaptırma korkusu. Öte yandan, yoksulluk, ve kötü çalışma koşulları, güvencesiz
bir yaşam gibi sosyal haklardan yoksunluklar bertaraf edilmeliydi ki, sınıf
çatışmasının keskinleşmesine sebep olan gerilim dizginlensin. Bu anlamda "sosyal
devlet", tarihsel olarak iki sınıfın uzlaşmasıydı. İşçi sınıfını gerçek
kurtuluşuna ulaştıracak, onu iktidar yapacak öncü Batı Avrupa'da
yaratılamamıştı.
1942 yılında yayınlanan Beveridge Raporu'nun öngördüğü sosyal
güvenlik sisteminin temel düşüncesine göre, yoksulluk, çağdaş bir toplumun yüz
karası olarak tanımlanıyordu. Bu tanıma göre, toplum, tüm tehlikelerden;
bireyler ise temel gereksinimlerini karşılama endişelerinden arındırılmalıydı.
Bunun, ancak kapsamlı bir sosyal güvenlik sistemi ile gerçekleşebileceği
belirtiliyordu (DİSK, 1997: 37).
Sosyal devlete ilişkin çeşitli tanımlar olmakla birlikte, genel
bir tanımlamaya göre şu şekilde ifade edilebilir:
Sosyal devlet, sosyal yardım vb. yöntemlerle yoksulluğu ve
sefaleti ortadan kaldıran; sağlık, kaza, emeklilik ve işsizlik sigortası
aracılığı ile standart riskleri güvence altına alan; sosyal eşitsizliğin
istenilmeyen biçimlerini ve boyutlarını ortadan kaldıran (vergi düzenlemeleriyle
gelirlerin zenginlerden yoksullara, çocuksuzlardan çok çocuklulara aktarılması
veya aile üyelerinin hastalık sigortasından ücretsiz olarak sigorta kapsamına
alınması aracılığı ile) ve yurttaşların eşit yaşam şartlarını oluşturan
(caddeler, komünikasyon araçları gibi alt yapı; okul, hastane, çocuk bahçeleri,
sağlık hizmetleri vs. gibi sosyal alt yapı aracılığı ile) devlettir (Schaefers,
1995: 316).
Keynes ve Beveridge'in "liberal kollektivizm" felsefesini temel
alan liberal sosyal güvenlik sisteminin ana özellikleri şunlardı:
(1) Sosyal güvenliğin bütün nüfusu kapsaması, ücretlileri ve
kendi işinde çalışanları ve bunlara bağımlı nüfusu da çerçevesine alması;
(2)
Sosyal güvenlik sistemine katılımın zorunlu olması;
(3) Gelir kaybına yol
açan bütün temel riskleri kapsaması;
(4) Sosyal güvenlik sisteminin
katılanların ödediği primlerle finanse edilmesi; katkıların ve prim ödemesinin
yararlanmanın otomatik olmasını sağlaması;
(5) Sosyal güvenliğin sınırlı bir
asgari geçim düzeyi sağlaması;
(6) Katkıların, yani prim ödemelerinin tek
oranlı olması (Arın, 1994: 279).
Gerileme Döneminin Avrupa Sosyal Politikası
Ancak, 1970'li yıllardan itibaren yeni liberal ya da yeni sağ
olarak adlandırılan kapitalist egemen yönelimle benimsenen politikalar, sosyal
politika alanı üzerinde de dönüştürücü etkilerde bulundu. Karşısında artık güçlü
bir sosyalist sistemin kalmamış olmasından da faydalanan sermaye sınıfı, son
yirmi yıldır neo-liberal politikalar dediğimiz politikaları hayata geçirmekte
kararlı görünüyor. Bu politikalar ekonomik, siyasi ve toplumsal açılardan farklı
boyutlarıyla irdelenmeyi gerektiriyor. Politika değişikliğine bağlı ve yapısal
olan bu dönüşümler, kapitalizmin sosyal devlet anlayışını, sosyal güvenlik
sistemlerini, sosyal sigortaları da dönüşüme uğratıyor. Kısacası, tarihsel dönüm
noktalarında uzlaşmayla dahi olsa, işçi sınıfının ve emekçilerin mücadelesinin
sonucu elde edilen toplumsal kazanımlar bir bir yok oluyor.
Bu dönüşümlerin izini bugün en gelişmiş sosyal devletlere sahip
Avrupa'nın önüne koyduğu kimi programlarda sürebiliriz. Brüksel'de 2000 yılının
Haziran ayında toplanan Avrupa Birliği Komisyonu, Avrupa'nın sosyal
politikasında 2010 yılına kadar uygulanması planlanan bir dizi değişiklik
öngörüyordu. Bir deklarasyon hazırlayan Komisyon, ayrıca kısa süre önce
Lizbon'da toplanan Avrupa Konseyi'nin kararlarına atıf yapıyor, bu kararlarda da
belirtildiği üzere, Avrupa'yı "dünyanın rekabet gücü en yüksek ve en dinamik
bilgi toplumuna sahip ekonomik bölgesi" haline getirebilmek için önüne yeni
kararlar koyuyordu.
"Sosyopolitik Gündem" başlığını taşıyan bu Komisyon
Deklarasyonu yeni stratejik hedef olarak tanımladığı ekonomik ve sosyal
yenilenme hedefi doğrultusunda alınacak bir dizi önlemi açımlıyordu. Buna göre,
ekonomik politikada, istihdam politikasında ve sosyal politikada siyasi birlik
sağlanarak stratejik hedefler doğrultusunda aktörler harekete geçirilmeliydi.
Deklarasyonun ana hedefi olarak, "Avrupa sosyal modelinin modernize edilmesi ve
Lizbon'da verilen siyasi taahhütlerin somut önlemlere dönüştürülmesi" yer
alıyordu.
Avrupa Birliği Komisyonu, ayrıca, 2010 yılına kadar konulan
hedeflerin ne ölçüde yerine getirildiğini incelediği ve aynı başlığı taşıyan
ikinci bir deklarasyonu daha 2005 yılında hazırladı. Bu deklarasyonların konumuz
açısından önemi, sosyal politikada yapısal dönüşüme işaret eden değişimlere
ilişkin temel belgeler niteliğinde oluşlarıdır.
Geleceğinin sosyal politikasına ulusal ve uluslarüstü ölçekte
yeni bir biçim vermekte olan Avrupa etrafında yapılan tartışmalarda, özellikle
Türkiye'nin Avrupa ile müzakere sürecinde farklı tartışmalar yaşanıyor. Bu
çerçevede, "emeğin Avrupası"sı, kendini tanımladığı biçimiyle bir model olarak
"sosyal Avrupa"nın savunulup savunulmayacağı tartışmalarını izleyebiliyoruz. Tüm
bu tartışmaların takip edilmesi gereği ile birlikte, uluslararası emperyalist ve
kapitalist bir güç olarak Avrupa Birliği'ndeki sosyal politikaların seyrini
objektif bir şekilde değerlendirebilmek için bir analiz yöntemine de ihtiyaç
bulunuyor. Yöntemlerden biri olarak, Avrupa Birliği bünyesinde yayınlanan
metinlerin, bu metinlerde sosyal politikaya ilişkin hedeflerin incelenmesi ve bu
hedeflerin uygulanmasıyla belli başlı ülkelerde elde edilen sonuçların
irdelenmesi benimsenecektir.
Avrupa Birliği Komisyonu'nun 2000 yılındaki deklarasyonunda,
mevcut sosyal konum tanımlanarak, şu ifadelere yer veriliyor:
Her ne kadar toplumsal bağları güçlü bir toplumun
yaratılmasında üye ülkelerin sosyal güvenlik sistemlerinin belirleyici bir rol
taşıdığının kabul edilmesi gerekirse de; bu sistemler şimdi örneğin iş
dünyasının ve aynı zamanda yeni aile yapılarının, cinsiyet temelli ayrılıklar ve
değişimler ile demografik değişimlere uyum sağlamak ve ayrıca bilgiye dayalı
ekonominin gereklerini yerine getirme gerekliliği gibi bir dizi ortak
zorluklarla karşı karşı bulunuyor. Demografik değişimler uzun vadede işgücü
piyasasının yapısı ve işgücü arzı üzerinde güçlü bir etki yaratacak ve emeklilik
ile sağlık sistemleri üzerinde baskı oluşturacaktır (2000:
12)
Eğer sosyal güvenlik sistemleri modernize edilmezse, işsizlik,
yoksulluk ve sosyal dışlanma riskinin artabileceğine işaret edilerek, sosyal
koruma sistemlerinin modernize edilmesinin yeni toplumsal ihtiyacın karşılanması
ve bilgiye dayalı ekonomiye geçiş için belirleyici olduğu belirtiliyor (2000:
13). Herşeyden önce Avrupa Birliği ülkeleri genelinde oluşturulan politikaya
ulusal entegrasyonları sağlayıcı stratejiler de geliştiriliyor. Bu stratejilerin
başında ise istihdam alanı ile sağlık ve sosyal güvenlik alanlarındaki
modernizasyon için gerekli ulusal önlemlerin alınması ve bu konuların sürekli
propagandayla ulusal kamuoylarının gündeminde tutulması bulunuyor. Ayrıca bu
sistemlerin artık "üretken" hale getirilmesi gereği vurgulanıyor (2005: 2).
Bundan kasıt, kapitalist sistemin mantığına uygun ama geçmişteki "sosyal
devlet" anlayışına aykırı biçimde- sağlık ve sosyal güvenlikte de kâr getirici
mekanizmaları devreye sokmak, bu alanları ticarete açmak ve kamu alanından özel
sektöre devrini sağlamak.
Komisyon deklarasyonunun dikkat çekici özelliklerinden birini,
Avrupa Birliği'nin gerek ekonomik politikada ve istihdam politikasında, gerek
sosyal politikada erişilen hedeflerin sürekli olarak ABD'deki durumla
karşılaştırılması oluşturuyor. Avrupa istihdam politikasının en önemli
karakteristik özellikleri arasında ise-ABD ile karşılaştırılarak- şu özellikler
sayılıyor:
Hizmet sektöründe boşluk: Avrupa Birliği'nde hizmet
sektöründeki istihdam seviyesi ABD'dekinden çok daha düşük;
Cinsiyet temelli
ayrılık: Avrupa Birliği'nde kadınların yalnızca yarısı işgücüne katılıyor-ABD
ile karşılaştırıldığında bu oran üçte iki.
Yaş yapısında eşitsiz denge: 55-65
yaş arası yaş grubunun istihdam oranı çok düşük (2000:
9-10).
Yukarıda ikinci paragrafta yer alan kadınlara yönelik tespit
özellikle şu şekilde vurgulanıyor: "Avrupa Birliği'nde özellikle her yaş
grubundan kadınlarda belirgin derecede yüksek bir istihdam potansiyeli
bulunuyor" Ayrıca, "ileri yaştaki erkeklerde de bu potansiyelin mevcut olduğu"
belirtiliyor (2000: 10).
"İleri yaştaki erkekler"i yeniden değinilmek üzere bir kenara
koyalım, "her yaş grubundan kadınlar"daki istihdam potansiyelinin "yüksek"
olduğuna yapılan bu vurgunun, Avrupa Birliği'nin sosyal politikasında yeni ve
ayrı bir öneme sahip bir istihdam stratejisine işaret ettiğini söylemek mümkün.
"Sosyal ve ekonomik ilerlemenin önemli bir önkoşulu" olarak, kadının ekonomik
hayata katılımının teşvik edilmesi gereğine yapılan vurgu (25), özellikle,
Komisyon'un yukarıdaki birinci paragrafta açıklanan, hizmet sektöründeki
istihdamın düşüklüğü ile birlikte ele alındığında, ortaya ilginç bir tablo
çıkıyor. Kadın-erkek eşitliğine yapılan atıfta pozitif değil, negatif anlamda
bir dönüşümün işaretleri algılanmalıdır. Çalışma koşulları kötü olduktan sonra
eşitlik vurgusu inandırıcı olmasa gerek. Vurgulamak istediğim, bu metinlerde
olumlu görünen hedeflerin, daha ayrıntılı incelendiğinde, sermaye yanlısı,
emekçilerin aleyhine düzenlemeler getirecek olmasıdır.
"Yaşlı Avrupa" imgesi en çok kullanılan imge ve sosyal
güvenlikte "maliyet" yüksekliğinin çok bariz bir gerekçesi yeni programda yer
alıyor. Genç neslin bu yük altında ezildiği propagandası yapılıyor. Onun
ardından işsizler diğer gerekçeyi oluşturuyor. İşsizlik sigortasında kesintilere
giden Almanya'nın sisteminde olduğu gibi, "daha çok çalışma" yeniden gelişme
için bir gereklilik olarak sunuluyor. Bu söylem değişikliği gözlendiğinde, güçlü
toplumsal koruma sistemini temsil eden "refah" (welfare) toplumu anlayışından,
toplumsal korumadan çıkılıp bireyselliğin pompalandığı, her "koyun kendi
bacağından asılır" liberal görüşünün kazandırılmaya çalışıldığı, "çalışma"nın
yüceltildiği toplum anlayışına (workfare) geçişin izlerini sürmek mümkün (Wölfle
ve Schöller, 2004: 348).
ABD'deki birikim modeline öykünerek, ücretleri ve ücret
paylarını baskılama çabalarının AB'deki öncüllerinin 1980'lere kadar gittiği
bilinmektedir (Bağımsız Sosyal Bilimciler, 2005: 6). Şimdiki süreçte sosyal
politika uygulamalarında da daha çok ABD'nin politikalarına atıfta bulunulması,
ABD'nin sosyal güvenlik sisteminin, dünyadaki diğer örneklerle karşılaştırmalı
olarak ele alındığında en liberal sistemlerden biri olduğu gözönünde
bulundurulursa, çok daha farklı bir anlam taşıyor. "Yaşlı" Avrupa, Amerikan
tarzı liberalizme öykünerek yükünü dökmek istiyor.
Kapitalizmde "sosyal" politikanın özünde sermayenin çıkarına
hizmet eden bir politika olduğunu vurgulamaya çalıştığım bu yazıda, "sosyal
devlet" modelini ancak sosyal demokrat seviyeye getirebilmiş olan Avrupa'nın
artık bu modelden de vazgeçmek eğiliminde olduğunu söylemek istiyorum. "Reform"
adıyla yürütülen yeni liberal dönüşümler toplumsal kazanımları aşındırmaya devam
edecek.
Arın, Tülay (1994). "Türkiye'de Sosyal Güvenlik Fonlarının
Açıkları: Liberal Sosyal Güvenlik Rejiminin Çelişkileri ve İflası." X.
Türkiye Maliye Sempozyumu 6-8 Mayıs 1993, Kamu Kesimi Finansman Açıkları.
Adana: Çukurova Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü Yayını.
Avrupa Birliği
Komisyonu (2000). Komisyonun Avrupa Parlamentosu'na, Avrupa Birliği
Konseyi'ne, Ekonomik ve Sosyal Konsey'e ve Bölgeler Konseyi'ne
Deklarasyonu-Sosyopolitik Gündem. Brüksel.
Avrupa Birliği Komisyonu
(2005). Komisyonun Avrupa Parlamentosu'na, Birliği Konseyi'ne, Ekonomik ve
Sosyal Konsey'e ve Bölgeler Konseyi'ne Deklarasyonu-Sosyopolitik Gündem.
Brüksel.
Bağımsız Sosyal Bilimciler (2005). 2005 Başında Türkiye'nin
Ekonomik ve Siyasal Yaşamı Üzerine Değerlendirmeler.
Ankara.
DİSK-Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (1997). 10. Genel
Kurul Çalışma Raporu. İstanbul.
Polanyi, Karl (1986). Büyük Dönüşüm.
Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri. İstanbul: Alan.
Schaefers,
Bernhard (1995). Gesellschaftlicher Wandel in Deutschland. Stuttgart:
Ferdinand Enke Verlag.
Wölfle, Tobias ve Oliver Schöller (2004). "Soziale
Disziplinierung im flexiblen Kapitalismus" Prokla 136 Zeitschrift für
kritische Sozialwissenschaft.