10 Eylül
1920'den beri aynı yolda tereddütsüz yürüyenler, Türkiye
Komünist Partisi'nin kurucularını, Karadeniz'de
öldürülmelerinin 87. yıldönümünde Türk Tabipler Birliği'nin
Cağaloğlu'ndaki merkezinde, Sevinç Özgüner Toplantı
Salonu'nda 27 Ocak 2008 Pazar günü "TKP'liler buluşuyor
15'leri Anma Etkinliği" ile andı.
TKP
emektarı Bekir Karayel "Mustafa Suphi ve arkadaşlarının
anıldığı bir etkinlikte açılış konuşması yapıyor olmaktan
gurur duyduğunu" söylerken, "bugün Onbeşler'in yolunda,
onlara layık olarak yürümek gerektiğini" belirtti. "Bu açıdan
Ürün çevresinde toparlanan yoldaşlarımızı tebrik ediyorum"
diyen Karayel, zafere olan inancını vurguladı. "TKP yaşadı,
yaşıyor ve hep yaşayacak" diyerek konuşmasına son verdi.
Yapılan
panelde Ürün Sosyalist Dergi'den Yalçın Vural "Mustafa
Suphiler ve Günümüzde Anayasa Tartışmaları", Sosyalist Emek
Hareketi (SEH) Yürütme Kurulu'ndan Ertuğrul Kürkçü "Savaş,
Barış ve Sınıf Mücadelesi" ve Anayasa Kadın Platformu'ndan
Hülya Gülbahar "Anayasa ve Kadın Hakları" konusunda konuştu.
Açılış
konuşması ile panel konuşmacılarının sunumlarını
yayınlıyoruz.
Açılış
Konuşması
Bekir
Karayel
Hepinize
merhaba çok değerli yoldaşlar!
22 Temmuz
1918 tarihinde Merkezi Müslüman Komiserliğinin Moskova'daki
binasında açılmış olan Türkiye Sosyalistleri Konferansına
başkan seçilmesi dolayısıyla Mustafa Suphi yoldaş konuşmasına
şöyle başlamış:
"Aziz
yoldaşlarım! Beni konferansınıza reis intihabınızdan
[seçmenizden] dolayı büyük teşekkürler ediyorum."
Ben de
onu örnek alarak Mustafa Suphi ve arkadaşlarının
katledilmelerinin yıldönümünde onları anma ve yaşatma
toplantısını organize eden Ürün çevresinde toplanmış
yoldaşlara bu toplantıyı açma konuşmasını yapmak için beni
intihap etmiş olmalarından dolayı
onun deyimiyle büyük teşekkürler ediyor ve saygıyla, sevgiyle
selamlıyorum!
Bu
konferansta Mustafa Suphi başkanlığında 5 kişiden oluşan
Merkezi Komite kurulmuştur. Bu komitenin yaptığı olağanüstü
çalışmalara baktığımda teferruata girmek elbette mümkün
değildir. Ama denilebilir ki, bu çabalar sonucunda 1 Eylül 1920'de
Bakü'de Doğu Halkları Kurultayı toplanabilmiş, 10 gün sonra
da yani 10 Eylül 1920'de Türkiye Komünist Partisinin kurulması
mümkün olmuştur. Hepinizin bildiğini tahmin ettiğim bu bilgileri
tekrarlamam onları örnek almanız, onların ışık tuttuğu yoldan
yürümeniz, onların gösterdiği gayreti gösterebilirsek bizler de
onlar gibi arzuladığımız emele ulaşabiliriz düşüncesini canlı
tutmak içindir. Bizlerin bu yüce hedefiyse hepimizce malum. Ama
gene de tekrarlamakta yarar görüyorum. Onlar yarattıkları eseri
yaşatabilme uğruna canlarından oldular. Bizlerin onlardan kalan bu
büyük eseri, yani TKP'yi yaşatabilmek için ve bizlerden sonra
gelecek kuşaklara devredebilmek için, başka bir deyişle eseri
yaratanlara layık olabilmek için her türlü fedakarlığı göze
alarak çalışmamız gerekmektedir. Bu uğurdaki çalışmalarımızı
yürütebilmek için Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı örnek almamız da
yeterli değil kanaatindeyim. Fazla zaman harcamamak için konuşmamı
uzatmak istemiyorum. Sadece Mustafa Suphi'nin konferanstaki
konuşmasının son cümlesini tekrarlamakla yetiniyorum.
"Yaşasın
kızıl ışıkları insaniyet ufkunda görülmeye başlayan
Enternasyonalizm!"
Tekrar
tekrar saygılar ve sevgiler...
TKP
yaşadı, yaşıyor ve hep yaşayacak!
Mustafa
Suphiler ve Günümüzde Anayasa Tartışmaları
Yalçın
Vural
Ülkemizde
sosyal, siyasal, ekonomik ve hatta coğrafi olarak çürümenin ve
yozlaşmanın alabildiğine arttığı, işçi ve emekçilerin
alabildiğine yoksullaştığı şu günlerde dinci AKP tarafından
bir anayasa tartışması başlatıldı. Türbanın (siyasi islamın
simgesi) merkeze yerleştirildiği bu tartışmalarda ekonomik,
demokratik, siyasal hak ve özgürlükleri daha da kısıtlanacak
olan işçi ve emekçi yığınlar kendi sorunlarından
uzaklaştırılarak sahte bir Laik-Dindar
veya Asker-Sivil
suni tartışmasının figüranı yapılmak isteniyor. İşçi ve
emekçiler adeta kapitalist sömürünün demokratik mi olsun
otokratik mi, laik mi olsun dinci mi, milliyetçi mi olsun yurtsever
mi ikilemlerine zorlanarak bir tercih yapmaya itiliyor. Sermaye
sınıfının çeşitli fraksiyonlarının sömürüden daha fazla
pay almak ve iktidarda daha fazla söz sahibi olmak için her türlü
etikten ve samimiyetten yoksun olarak yürüttüğü bu tartışmalarda
ülkemizdeki sol hareketlerden de sesler yükseliyor. Ne var ki, işçi
ve emekçilerin çıkarlarının ve alternatif bir iktidar
(sosyalizm) anlayışının sahibi olması gereken sol hareketlerin
büyük bir bölümü MilliyetçiliktenYurtseverlik,
TürbandanÖzgürlük, OrdudanDevrimcilik, AKP'den de
Solculuk üreterek katıldığı bu
tartışmalarda sermaye sınıfının laik-dinci veya asker-sivil
başlıklarıyla anayasa üzerinden yürüttüğü suni gündeme
hapsoluyor. Bu sahte taraflaşmaya alet oluyor. Adeta kapitalist
düzenin bekçiliğini ve burjuva cumhuriyeti koruma ve kollama
görevini üstleniyor. Ayrıca sömürünün türbanlı mı yoksa
türbansız mı olması, yoksulluğun ve açlığın askerî mi yoksa
sivil mi olması anlamına gelen bu tartışmalar açlık ve
yoksulluk sınırında yaşayan milyonlarca emekçinin gerçek
gündemini de yansıtmıyor. Oysa genel olarak solun anayasa
tartışmaları üzerinden de olsa sömürüden kurtulmak için nasıl
mücadele edilmesi, mücadelenin daha geniş yığınlara
ulaştırılması için hangi kazanımların elde edilmesi, bu
kazanımların hangi yol ve yöntemlerle toplumsallaştırılması
başlıklarından oluşan gerçek gündemi tartışılan anayasanın
kendisinin değil ama tartışmaların bir tarafı olarak işçi ve
emekçileri gündemine sokması gerekirdi. Ne yazık ki bu
başlıklarda çok cılız ve yetersiz sesler çıktı. Kendine sınıf
partisi diyen kimi sol hareketler ise yaptıkları önermelerde bu
ülkenin sınıf mücadeleleri tarihinden kopuk ve tarihsel arka
planı (Mustafa Suphi ve geleneğini) ya yok sayarak ya da çarpıtarak
günü kurtarmaya çalıştı. Bu nedenle günümüzdeki anayasa
tartışmalarına geleneksel TKP'ye bağlı kalan komünistler
olarak bizler Mustafa Suphi'nin (15'lerin) katledilişinin 87.
yılında, onların ve onların kurucu önderi olduğu tarihsel
Türkiye Komünist Partisi'nin görüşleri doğrultusunda, ışık
tutmaya çalışacağız. Bunu üç nedenle yapacağız; 1) Ortalıkta
komünist adıyla dolaşan ve bu mirasın üzerinden siyaset yapmaya
çalışan tarih çarpıtıcılarının, mirasımızı hovardaca
tüketmeye çalışan miras avcılarının yapmaya çalıştığı
tahribatı önlemek. 2) Günümüzde mücadeleye atılan genç
komünist adaylarının tarihimiz hakkında doğru bilgi sahibi
olmalarını sağlamak. 3) İktidar mücadelesinde günümüz anayasa
tartışmaları üzerinden tarihsel bir perspektifle dünü bugüne,
bugünü de yarına bağlamak.
Anayasaların
tarihsel kökü, içeriği ve biçimi
Anayasa
genel olarak bir devletin yönetim biçimini ve içeriğini
belirleyen temel kanunlardır. Başka bir deyişle devleti elinde
tutan iktidar sınıfının kendisini meşrulaştırma aracıdır.
Tarihte ilk anayasalar her ne kadar Babiller tarafından oluşturulmuş
olsa da modern çağın ilk anayasaları feodalizmin bağrında
ortaya çıkan kapitalizmin gelişmesiyle yürürlüğe girmiştir.
Yani ilk anayasalar feodal toplumda kralların ve aristokratların
mutlak egemenliğine karşı burjuvazinin kimi ülkelerde iktidarı
almak, kimi ülkelerde de iktidarı paylaşmak için giriştiği
mücadelelerin sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu mücadeleler
sonucunda sırasıyla 1648'de İngiltere'de, 1776'da ABD'de,
1792'de de Fransa'da yürürlüğe girmiştir. Ülkemizde ise
1876'da Osmanlı döneminde, 1921'de kurtuluş savaşı
sırasında, 1924'te de Cumhuriyet döneminde ilk anayasalar
yürülüğe girmiştir. Buradan da anlaşılacağı gibi feodal
egemenlere karşı burjuvazinin yürüttüğü iktidar mücadelesi
sonucu ortaya çıkan anayasaların sınıfsal bir konumu vardır.
Başka bir deyişle anayasaların içeriğini toplumda egemen olan
üretim araçlarının mülkiyet biçimi belirler. İnsanlığın
tarihinde üretim araçlarının mülkiyet biçimine bağlı olarak
iki tip anayasa oluşmuştur. Bunlar
Kapitalist
(bireyci) anayasa
Sosyalist
(toplumcu) anayasadır.
Kapitalist
anayasa
Hukukunu
üretim araçlarının özel mülkiyetini koruma ve kollama üzerine
oluşturur. Bireyi ve bireyciliği temel alır.
Kendi
sınıf çıkarlarını toplumun tümünün çıkarıymış gibi
göstererek sömürüden kaynaklanan sınıfları ve sınıflar arası
farklılıkları (eşitsizlikleri) yok sayar, üzerini örtmeye
çalışır.
Özgürlükçü
fakat eşitlikçi değildir.
Sosyalist
anayasa ise
Hukukunu
üretim araçlarının kollektif mülkiyetine (kamuculuğu)
yerleştirme, geliştirme ve koruma üzerinden oluşturur. Toplumu ve
toplumculuğu temel alır.
Burjuvazi
dışındaki tüm sınıf ve katmanların aralarındaki
eşitsizlikleri giderecek düzenlemeleri içerir.
Sadece
özgürlükçü değil; eşitlikçi-özgürlükçüdür.
Bu
nedenlerle içinde yaşadığımız kapitalist düzende her başı
sıkıştığında burjuvazi tarafından önümüze getirilen
anayasalara ve anayasa tartışmalarına işçi ve emekçilerin
çıkarını merkeze koyarak bu tarihsel perspektif ışığında
bakmak lazım. Bu perspektif ışığında günümüzde AKP'nin
topluma dayattığı anayasayı ve anayasa tartışmalarını ele
aldığımızda sanırım şu saptamaları yapmak doğru olur. Bu
anayasa (taslağı)
Türkiye
burjuvazisinin emperyalizmin yeni yönelimlerine eklemlenme
çabalarının bir ürünüdür.
Türkiye'deki
sermaye birikiminin ve dolayısıyla da burjuvazinin bileşiminde
yaşanan değişikliğin (yükselen islami sermayenin) yarattığı
ihtiyaçtan doğmuştur.
Genel
olarak da yerli ve yabancı sermayenin ve emperyalist-kapitalist
düzenin çıkarlarını merkeze koyan bir anayasa olacaktır.
Sonuç
olarak da bu eksende yürütülen tartışmalar burjuvazinin çeşitli
fraksiyonları arasında iktidarda kim daha fazla söz sahibi olacak
tartışmalarıdır.
Bu
saptamaların da gösterdiği gibi toplumu emperyalist kapitalizmin
ve sermaye birikiminin ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirmeyi
amaçlayan bu çalışmalarda, işçi sınıfının çıkarlarının
en ödünsüz savunucusu olan komünistler ne bu amacın, ne de bu
amaçla hazırlanan anayasanın doğrudan tarafı olamaz. Liberal ve
ulusal solcuların yaptığı gibi kapitalizmi tahkim eden
burjuvazinin elini güçlendiren öneri ve çağrılar yapamaz. Yani
kapitalist düzende burjuvazinin sınıf egemenliğinin adı olan
demokrasi (demokrasicilik) oyununa alet olamaz. Çünkü kapitalizmin
eskisiyle, yenisiyle yürürlüğe koyduğu tüm anayasalar eninde
sonunda burjuvazinin egemenliğini hukuksal güvence altına alan ve
burjuva demokrasisini mutlaklaştıran temel metinlerdir. Bu
tartışmalara illa taraf olması gerekiyorsa ki gerekiyor
o zaman bu tartışmalara kendi sınıfsal ve tarihsel projesinden
yola çıkarak sınıf mücadelesini ileriye taşıyacak güncel
mücadele başlıklarını (yani anayasada somutlanan demokrasinin
kendisinden çok işçi ve emekçilerin demokratik haklarını)
iktidar perspektifiyle toplumun gündemine sokarak taraf olmalıdır.
Çünkü
anayasa sınıfsal bir metin olduğu kadar sınıf mücadelesinin hem
bir mücadele aracı hem de mücadele alanıdır. O nedenle esas
olarak 1936 Sovyet Anayasası gibi insanlığın bugüne kadar
gördüğü en ileri anayasa örneğine sahip olan komünistler işçi
ve emekçilerin karşısına kendi anayasalarıyla çıkmalıdırlar.
Komünistler
açısından anayasa
Komünistler
açısından tarihsel olarak da güncel olarak da anayasa bir toplum
projesidir. Her toplum projesi gibi anayasa da iktidarda uygulanır.
Ancak iktidara gelene kadar verilecek mücadele ve mücadelenin
içeriği ve biçimi iktidarın olduğu kadar anayasanın da
içeriğini ve biçimini verirler. Bu yüzden kapitalist düzende
verilecek bir mücadelenin örgütlü olması, örgütlü olması
için de örgüt gerekir. Günümüzün komünistler açısından en
önemli başlıklarından biri olan örgütü ise (varolanları
yetersiz bulup yeni arayışlara giren eski ve yeni tüm komünistleri
düşündüğümüzde) uzaklarda aramamak gerekir. Bunun için
geleneğimize bakmak ve geleneğimizi yaşatmak gerekir. Geleneğimizi
yaşatmak için Mustafa Suphi'lere ve onların kurduğu Türkiye
Komünist Partisine sahip çıkmak gerekir. Çünkü
Mustafa
Suphi ülkemizdeki komünist hareketin geleneğinde Ekim Devrimi'nin
içinde yetişmiş ilk ve tek önderidir.
Türkiye
Komünist Partisi de Ekim Devrimi'nin deneyleri ışığında
kurulmuş ve iktidarı hedefleyen ilk ve tek sınıf partisidir.
Gerek
Mustafa Suphi gerekse Türkiye Komünist Partisi işçi ve
emekçilerin çıkarları açısından kapitalizme alternatif ilk ve
tek toplumsal bir projeye (sosyalizme ve sosyalizmin anayasasına)
sahiptir.
İşte bu
nedenlerle bugün komünistler açısından sorun burjuvazinin kısır
anayasa tartışmalarına meze olmak değildir. Bugün sorun
komünistlerin daha 1920'de oluşturdukları bu projeyi işçi ve
emekçilerin gündemine yurtseverlik bayrağıyla değil sosyalizm
bayrağıyla sokmak ve toplumsallaştırmaktır. Bunun için Mustafa
Suphi'ler gibi günümüz komünistlerinin de
İdeolojik olarak düzenden ve düzenin değer yargılarından
kopması gerekir.
Siyasal
olarak sosyalist devrim perspektifine sahip olması gerekir.
Örgütsel
olarak leninist bir örgüt anlayışına ve leninist bir örgüt
işleyişine sahip olması gerekir.
Pratik
olarak da yaşamının merkezine sınıf mücadelesini koyması ve bu
mücadelede kapsayıcı olmasını bilmesi gerekir.
Savaş,
Barış ve Sınıf Mücadelesi
Ertuğrul
Kürkçü
Karadeniz'de
kayıkçı kâhyası Yahya tarafından yok edilmelerinin üzerinden
80'den fazla yıl geçtikten sonra Mustafa Suphi'lerin davasının
her gün yeniden, yeni insanlar tarafından ele alınıp
sürdürülebileceğini görmek hepimiz için umut verici. Benim
açımdan da bu toplantıya katılmak, ortak köklerimizin yeniden
sürgün verişine tanıklık etmeme olanak verdiği için çok
değerli. Davet ettiğiniz için çok teşekkür ederim.
Dostoyevski
modern Rus romanının kaynaklarından söz ederken "biz hepimiz
Gogol'ün paltosunun altından çıktık" dermiş. Doğrusu, ben
de kendimiz için, Türkiye sosyalist hareketi için bunu
söyleyebilirim: Biz hepimiz Türkiye Komünist Partisi'nin
paltosunun altından çıktık! Daha sonra o partinin üyesi olduk
olmadık, programlarını beğendik beğenmedik bunlar bahsi diğer.
Tarihsel bir süreç olarak baktığımızda kökümüz, kaynağımız
olarak bu paltoyu benimsiyoruz. Daha sonra palto bizi sıkmış ya da
dar gelmiş olabilir. Mont ya da parka giymeyi tercih etmiş
olabiliriz, bu da bahsi diğer. Bu, bugünkü tartışmanın konusu
değil, çünkü aktüel değil tarihsel bir tartışma yapıyoruz.
Öte
yandan, bu toplantıyı planlayanların bir menkıbe anlatımının
ötesinde, Mustafa Suphi'lerin davasını güncel meselelerle
bağlayan bir bağlam oluşturmak istemeleri de çok anlamlıydı. O
yüzden, bana da sordukları zaman "sen nasıl bir konu başlığı
seçersin" diye, ben "Savaş, Barış ve Sınıf Mücadelesi"
dedim. Çünkü, sanıyorum bugünle o günü bağlayabilen bir ortak
maddi zemin de, o günden bu yana hep bir savaş zemininde duruyor
olmamız... Yaklaşık seksen, doksan yıldır, bir yandan gizli açık
sürüp giden bir iç savaşın parçası olmamız... Öbür
taraftan, Türkiye'nin sürekli olarak dünyada süre giden çatışma
ve ihtilaflarda aktif bir tavır alıp dünyanın en güçlü savaş
makinalarından birisine sahip olması, bunu her zaman işletmesi,
bir dünya savaşının içinden çıkıp bir başka dünya savaşına
girmese bile dünyadaki temel askerî kutuplaşmada yer alıyor
olması... ve nihayet son 30 yıldır Türkiye'yi kasıp kavuran
Kürt savaşı dolayısıyla çoğu kez bütün bu çatışmalarda ve
savaşlarda sanki çatışan iki homojen kutup varmış ve bu
kutuplar aslında bir sınıf çatışmasında bağımsız milli ya
da ideolojik davalar dolayısıyla karşı karşıya geliyormuş gibi
basma kalıp bir anlayışın bugün çok daha fazla üzerimizi
örttüğünü gözlemliyor olmam... Kendine "komünist",
"sosyalist" ya da "devrimci" diyenlerin çoğu kez, mesela,
Mustafa Suphi'lerin hayatlarına mal olan Kurtuluş Savaşı
içindeki iç savaşı görmezden gelerek kendilerini hâkim gücün
yanına, onun devamcısı gibi koymaları ve böyle koydukları için
açıklanamayan cinayeti o savaşın ana doğrultusundan bir tür
sapma, bir anomali, aslında olmaması gerekirken olmuş bir şey
gibi anmaları ve anımsamaları, aslında sadece pratikte değil
aynı zamanda teoride de savaş, barış ve sınıf mücadelesi
arasında süre giden bir gerilim olduğunu bize yeniden ve yeniden
hatırlatıyor.
Aslını
isterseniz son dönemde kaybettiklerimiz, yani, bizim kuşağımızdan
kaybettiğimiz, hayatlarını dar ağacında kaybeden arkadaşlarımız
bile bugün şu sözünü ettiğimiz hâkim yaklaşım çerçevesinde
kendilerini infaz eden gücün sempatizanıymışçasına bir kere
daha ve bir kere daha ve bir kere daha ve bir kere daha... yeniden
kuruluyorlar. Dolayısıyla, savaş, savaşın tarafları ve bunlar
arasında ve bunlara karşı bir üçüncü kutbun oluşmasıyla
başlayan ve süre giden çatışmanın iyi anlaşılması, bütün
bunları kavrayabilmemiz açısından önemli.
Ben bir
de şu açıdan bu meseleyi Savaş, Barış ve Sınıf
Mücadelesi konusunu- ele almamızın yararlı olabileceğini
düşündüm: İşin doğrusunu isterseniz, dünyada bir savaştan
doğmuş olmayan pek az devrim var. Rus devrimine baktığımız
zaman Birinci Dünya Savaşının yıkıntıları içerisinden
çıktığını görürüz Bolşevik devriminin. Aynı dönemde Doğu
Avrupa'da, Almanya'da ve Macaristan'da baş gösteren bütün
devrimler de, yenilmiş olmalarına karşılık, Birinci Dünya
Savaşına yol açan ve savaşın bu ülkelerin yenilgisiyle
sonuçlanmasıyla patlak veren krizlerin içerisinden doğdular. Çin
devrimi, Japon işgaline karşı savaştan doğdu. Vietnam devrimi
Fransız istilasına ve daha sonra Amerikan işgaline karşı
savaştan doğdu. Bütün ulusal kurtuluş devrimlerine baktığınızda
göreceğiniz bunların Afrika'da olsun, Asya'da olsun, açık ya
da örtük bir istilacı güce karşı savaştan doğduğudur.
Şunu
demek istemiyorum tabii: Bir devrim olması için bir savaşa
ihtiyacımız vardır! Hayır, savaşa ve devrime yol açan bir
ortak, temel bir krizden söz etmemiz lazım. Bu kriz ya bir devrime
yol açar ve devrim savaşı önler. Ya devrime yol açar, devrim
savaşla bastırılmaya çalışılır yeniden bir başka tür savaş
sürecine girersiniz, ya da devrim savaşı önleyemez, savaş -her
neyse ölçeği- dünyayı, küreyi, kıtayı, ülkeyi harap ederken
krizin içerisinden bir başka devrimci dinamik doğar.
Dolayısıyla,
Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Türkiye'ye gelerek mücadeleye
dahil olmaları, dahil olmak için Kurtuluş Savaşı'nın en
hararetli anlarından birini seçmiş olmaları bence tesadüf
değildir ve kendileri açısından da stratejik olarak süreci doğru
okuduklarının bir göstergesidir. Ancak, hayatlarını kaybetmiş
olmaları, bu girişimlerinin bir başarısızlıkla sonuçlanmış
olması kendilerinin yaptıkları taktik hatalar ile mi doğrudan
doğruya ilgilidir, yoksa aslında, Türkiye'nin, o dönem
Türkiyesi'nin maddi ve insani koşullarının, politik
koşullarının bu açıdan onların başlattıkları süreci
sürdüremeyecekleri kadar kısır olmasıyla mı ilgilidir? Ya da
yönetici sınıfın, yönetici elitin aslında bütün bunları
görerek çok önceden manevralarına başlayacak kadar alışılagelmiş
olanın ötesinde bir yönetim kapasitesine sahip olmasıyla mı
ilgilidir?
Ben
kısmen ikincisinin ve üçüncüsünün önemli olduğunu
düşünüyorum. Çünkü Mustafa Kemal, Mustafa Suphi ve
arkadaşlarının öldürülmesinden bir hafta önce Meclis'te
yaptığı bir konuşmada iki önemli şey söylüyor. Bu Meclis
tutanaklarında var, çeşitli yayınlarda ortaya konuldu. Biri şu:
Mustafa Suphi ve arkadaşlarını esas olarak bir sosyal ve ideolojik
davaları olmayan "maceraperestler" olarak suçladıktan sonra
"Rusya'daki prensip sahiplerine yaranmak" maksadıyla,
"karışıklık çıkartmak gayesiyle" Türkiye'ye geldiklerini
söylüyor. Fakat öte yandan ve bunun sonucu olarak ben doğrusu
Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmelerinin hoş
görülmesine ya da planlanmasına ya da bizzat buna yol açılmasına
bu kabulün neden olduğunu ve bu mekanizmayla meşrulaştırıldığını
düşünüyorum. Yani onları ortadan kaldıranlar şöyle
düşündüler, şöyle düşünmelerine en yukarı kattan izin
verildi ve bir örgüt bunun için çalıştı: "Bunlar
memleketimiz için karışıklıktan başka bir şey ifade etmeyen
dış güçlerin unsurlarıdır".
Bu söylem
ta en yukardan kuruldu, mekanizma böyle çalıştı. Ama bunun kadar
önemli olan bir başka şey var. Bu sınıf mücadelesi noktasından
bence bugüne de ışık tutan bir şey ki, bunların izlerini takip
edeceğiz birazdan. "Gene de" diyor Mustafa Kemal bu
konuşmasında, "komünizm bir fikrî cereyandır, modern dünyada
yeri olan bir akımdır, dolayısıyla bu akımı sadece inzibati
önlemlerle ortadan kaldırmak mümkün değildir. Öte yandan, o
akımın anlaşılmasını sağlamak gerekir. Bu nedenle, biz bir
tane kurdurduk" diyor. "Bizim kurdurduğumuz iyi olandır,
komünistlik yapmak isteyen bu partiye gelsin, dışarıdan gelen
partilere gelmesin".
Şimdi,
neredeyse hakikisiyle aynı anda kurulan devletin resmî komünist
partisi örneği herhalde dünyada çok azdır. Bir tek
Türkiye'dedir, diye ben biliyorum, anlayabildiğim,
araştırabildiğim kadarıyla resmî, devlete bağlı bir komünist
partisinin özgür gerçek komünist partisinden sadece 38 gün sonra
ve devlet desteğiyle kurdurulduğu pek az deneyim vardır herhalde,
ben bir tanesini dahi bilmiyorum. Fakat tabii daha sonra cin şişeden
çıkınca şişedeki gibi durmuyor, bir kere "komünizm" lafını
ciddiye alıp onun içerisine girenler de o bakış açısından
rahat durmadıklarından sonunda o parti de kapatılıyor.
Diyeceğim
şey şudur: Bu öylesine sert bir sınıf mücadelesidir ki, bunun
kitlelere ulaşması, kitlelerin bilincine ulaşması öylesine
risklidir ki, gerçekten komünizmin kitlelere ulaşmasını
engellemek için burjuvaziye ait, devlete ait bir komünist partisi
bile, zaman zaman, gerekebilir. 1920'de gerekmiş ve
kurdurulmuştur. Dolayısıyla, Mustafa Suphi'lerin karşısında
yer alanlar bu açıdan politikanın aygıtlarını, sınıf
mücadelesinin araçlarını, manevra imkânlarını, örgüt ve
teçhizatını kurmak ve kullanmakta son derece mahir kişilerdir,
mahir bir ekipten söz ediyoruz. Bu, aşağı yukarı Osmanlı
seçkinlerinin en kaymak tabakasıdır. Türkiye'de süre giden
mücadele bakımından onlardan daha deneyimli asker-sivil bir ekip
yoktur. Sınıf mücadelesinin işçiler ve emekçiler açısından
çok alt düzeyde süre gittiği bir dönemde savaşın yol açtığı
kriz içerisinde mevzi tutma yönünde atılmış olan adımları,
bütün bu kapasiteyi kullanarak ortadan kaldırabilmişlerdir.
Nitekim, komünistlerin tasfiyesini daha sonra Yeşil Ordu'nun,
Çerkez Ethem kuvvetlerinin, Halk İştirakiyun Fırkasının
tasfiyesi, daha sonra Mustafa Kemal'in diktatörlük yetkilerinin
bütün döneme teşmil edebileceğinin anlaşılması üzerine
harekete geçen liberal "İkinci Grub"un tasfiyesi izlemiş ve
bütün ipler Kurtuluş Savaşı içerisindeki iç savaşın
sonucunda Mustafa Kemal ve Kemalist ekibin eline geçmiştir. Nesnel
durum bu.
Tabii,
bunun işçiler ve komünistler için verdiği sonuç son derece
kötü. Komünist Partisi tasfiye oldu, akım yeraltına inmek
zorunda kaldı, işçi hareketleri başsız kaldı ve devlete
bağlandı vesaire. Ama biz sadece bu açıdan bakmıyoruz. Neticeye
baktığımız zaman şunu da tespit etmemiz gerekir ki, sultanlıktan
cumhuriyete, yarı-feodal rejimden kapitalizme doğru geçişin
yarattığı kimi tarihsel imkânlar vardır ve nitekim bunlar da
Komintern ve dönemin diğer komünist hareketleri, uluslararası
komünist hareket tarafından nesnel olarak değerlendirilmiştir. Bu
bir şeydir, Kemalist rejimin işçilerin de rejimi olduğunu
söylemek, Kemalist rejimin aslında komünizmin akrabası olduğunu
söylemek başka bir şeydir. Bu tıpkı celladına aşık olan
kurban psikolojisidir. Ve Türkiye sosyalist-komünist hareketini
içten içe kısmen etkilemeye devam etmiştir. Dolayısıyla,
kurtuluş savaşı içerisinde süre giden bu iç savaş ve bunun
sonucunda gerçekleşen tasfiyeyle uluslararası sistem
Kemalistler'de, aslında baştan korktukları gibi, Sovyetler
Birliği'yle eklemlenecek, onunla bir blok oluşturacak bir güç
değil, tersine bir burjuva düzeni, modern bir kapitalist rejim
oluşturma arzusu oluşturduğunu görünce, savaştan barışa
geçmek de çok kolay hale geldi. Lozan barışı, aslında Sevr
anlaşmasını dayatanlar ile aynı masada imzalanabildi.
Barış
ve savaş arasında ne oldu diye bakacak olursak, şüphesiz
karşılıksız olarak güçler denendi. Ama şu da görüldü ki,
aslında Türkiye'de doğmakta olan rejim, uluslararası kapitalist
sistemin tamamlayıcı bir parçası olacaktır. Ona karşı
değildir. Ekim Devrimi'nin bir parçası değildir. Ekim Devrimi
dalgasının yarattığı kargaşalık, karışıklık, bu kriz
içerisinde imkân arayan komünistler ve diğer muhalifler tasfiye
edildikten sonra, savaştan barışa, barıştan tek parti
istikrarına ya da başka türlü söylerseniz mezar sessizliğine
böylece geçilebildi. Şimdi o dönem oluşmuş bulunan şu temel
ilişkiler -ben böyle düşünüyorum, hayat da bana bu düşüncemin
doğru olduğunu gösteren pek çok işaret sunuyor- aslında bugüne
kadar sürüp geliyor.
Birincisi,
devletin daima muhaliflerden bir adım önde gidiyor olması, bu
kadar gelişmeye rağmen... Bu bir tek 1970'lerin başında, bir de
80'lere doğru, iki kere sallantıya uğradı Türkiye'de. Fakat
onun dışında hep devletin ve devletin güvenlik aygıtının
muhalefetten ve devrimci hareketten bir adım önde gittiği bir
sürece tanık olduk. Donanım, politik örgütlenme, toplumsal
mühendislik, bunun için gereken toplumsal kontrol mekanizmalarına
hâkimiyet ve muhalefetin iç çelişkilerinin manipülasyonu
noktasında her geçen gün yetkinleşerek gelen bir mekanizmadan söz
edebiliriz.
İkincisi,
devletin o zaman daha zayıf olan ideolojik aygıtlarının
güçlendiğini ve tıpkı Türkiye Komünist Fırkasına eş
koştukları bir resmî cereyanı örgütlemekte gösterdikleri
hünerin sonraki yıllarda, aşağı yukarı aynı biçimlerde ve
çeşitlilikte gerçekleştirildiğini ve süregittiğini
görebiliriz. Eğer bugüne bir gönderme yapacak olursak, aşağı
yukarı şöyle söyleyebilirim: Devletin temel tezleri, üniterlik,
laiklik, tek ulus çerçevesi, bütün bunların benimsendiği
noktada, solculuk ve sosyalistlik yapmak serbesttir. Hatta ve hatta
desteklenir ve övülürsünüz. (Laiklikten kastım devlet laikliği,
varolduğu şekliyle, diyanet işlerinin varlığına dayalı
laiklik. Bunu kastediyorum. Yoksa laik olmayan bir düzenden
yanaymışım gibi düşünülmek istemem.)
Fakat
devlete rakip olunmayacağı düşüncesiyle, Marks'ın dediği
gibi, bu baskı makinasının parçalanması değil, onun ıslahı
projesiyle hareket ediyorsanız, Türkiye'de birden çok ulusal
grup olmadığını iddia ediyorsanız, Türkiye'de esas çıkarların
sınıf çıkarları değil, ulusal çıkarlar olduğunu
söylüyorsanız, böyle bir solculuğa, sadece politik olarak yol
verilmekle kalınmadığını, aynı zamanda devlet kadrolarında
istihdam edilerek, bugün çeşitlenmiş olan pek çok olanaktan
yararlandırıldığını görebilirsiniz. Bugün, Türkiyede,
sosyalistlerin, komünistlerin, Kürt devrimcilerinin, Kürt
muhalefetinin karşısında sadece polis ve jandarmanın olduğunu
düşünmek ya da sadece Milliyetçi Hareket Partisinin bulunduğunu
düşünmek büyük bir saflık olur. Siz bunu zaten gündelik
hayatınızda yaşıyorsunuz. Sendikalarda, üniversitelerde,
hastanelerde, okullarda, taşrada, büyük kentlerde...
İkinci
süreklilik mekanizması daha o zaman kurulmuş olan Teşkilat-ı
Mahsusa denilen, daha sonra resmen Özel Harp Dairesi adını alan,
artıklarının, işe yaramayanlarının, sokağa atılmışların,
bugünlerde yeni tutuklamalara konu olduğu süreçten söz ediyoruz.
Bunlar, aşağı yukarı, devletin çekirdeğini oluşturan
mekanizmalar. Bu süreklilik hemen hemen her yerde kendisini
gösteriyor. Yani eğer hayal ediyorsanız ki, bunların olamadığı
bir devlet mevcut olabilir ve bunun içersinden geçilerek pekâlâ
huzur ve sükûn içerisinde, sulh içerisinde bir komünizme
ilerlenebilir, onlar size bunun bir hayal olduğunu hatırlatmak için
ellerinden geleni yapacaklardır. Topal Osman'ın adamı kayıkçı
kâhyası Yahya'nın örgütü, onların heykellerini Giresun'da
diktiren adamın örgütüyle aynı örgüt. Topal Osman heykelini
Giresun'a Veli Küçük diktirmişti. Veli Küçük JİTEM'i
kurdu. O Veli Küçük'ün işi bitti, sokağa atıldı. Tekrar
devletin içine dönmek ve bir darbeyle dönebilmek için, toplumsal
bir kışkırtma sürecinin içerisine girdi. Şimdi zarı düşeş
gelmedi. Baş aşağı geldi ve içeri girdi. Ama bir emekli askerî
yargıç ve bu konuların analizinde çok sözüne güvenilir birisi
olan Ümit Kardaş'ın da dediği gibi "daha görevi başında
çoook Veli Küçükler var". Dolayısıyla, devleti yer altından
yönetmek, devletin işlerini gizli şiddet ile yönetmesi geleneği
Mustafa Suphi'leri Karadeniz'de boğan kuvvetin sürekliliğinin
bir kanıtı olarak bu güne kadar geliyor. Bu ikisi arasında sonsuz
sayıda imkân ve koşul var. Fakat, savaş söz konusu olduğunda
bütün bu mekanizmaların hızla gerildiğini ve bu imkânların
kullanımının çok sınırlandığını görebiliriz.
Fakat ben
şunu diyeceğim; savaş, barış ve sınıf mücadelesi arasındaki
ilişkide Lenin ve Bolşeviklerin, ya da zamanında Karl Marks'ın
-Lenin bu geleneği takip etti- tutturdukları yol, son derece doğru
geliyor bana. Bu yol kendi devletinin savaşına ortak olmamaktır.
Bu yol kısa vadede bizi azınlıkta bırakabilir. Eğer hakikaten
barış isteniyor ise. Bu yol sizi yalnız bırakabilir. Lenin ve
Bolşeviklere olduğu gibi. Kautsky ve Alman sosyal demokratlarını
ise büyük bir çoğunluk haline getirebilir. Ama tarihin nasıl
seyrettiğine bakacak olursanız kapitalizmin en vahşi
tezahürlerinden birisi olan savaştan yana yer almanın ömrü,
krizde o kapitalist gücün ömrü kadar olabilir ancak. Onunla
beraber yıkılabilir. Oysa siz eğer tarihe oynuyorsanız, bu ise
iddianız, tarihi yapacak olan güçle ilgiliyseniz, onun
yanılgılarına, onun şuursuzluğuna, onun kendini kaybetmesine
değil, onun aklına, onun bilincine, onun tarihsel çıkarına
oynayacaksınız. Bu sizi azınlıkta bırakabilir. Bütün Birinci
Dünya Savaşı boyunca Lenin ve Bolşeviklerin, Rusya siyasetinde
kapsadıkları yer toplu iğne başı kadardı. On bine düşmüştü
Bolşevik Partisi üye sayısı 1914 yılında. 1917 geldiğinde
bütün cephelerde, bütün siperlerde, bütün fabrikalarda, bütün
limanlarda, bütün tersanelerde Sovyetlerin başında Bolşevikler
vardı. Ama savaştan yana tavır almış olsalar, ya da savaşta
vatanseverlik propagandası yapmış olsa idiler, onlar da Çarlıkla
ya da Kerensky'le beraber giderlerdi. Ötekilerin gittikleri gibi.
Menşeviklerin gittikleri gibi, Sosyal Devrimcilerin gittikleri gibi.
Dolayısıyla, bizim için son derece sancılı bir yola işarettir
bu.
Kürt
savaşı açısından da böyle. Kürt savaşında da problematik
Türkiye tarafında böyle. Kürdistan tarafında, eğer meseleye
sınıf mücadelesi açısından bakmaz isek, Kürt devrimcileri,
eğer Irak'ta kurulmaya başlanan, Kürt Devletinin yani burjuva
Kürt Devletinin baktığı yerden bakmaya devam ederlerse, o Kürt
Devleti, bir gün Kürt proleterleri tarafından sorgulanmaya
başladığında, nerede olacaklarını düşünmeleri icap eder. O
nedenle, ben derim ki; Kürtlerin işine karışmak bizden uzak
olsun, ama bu Türkiye'yi de etkileyen bir mücadele olduğuna
göre, acaba biz, Lenin ve arkadaşlarının, Birinci Dünya
Savaşında her yerde işçileri başarıyla mücadelenin önüne
taşıyan ilkelerin ilkesini, enternasyonalizmi, şimdiden burada
kurmaya başlayamaz mıyız? Yani, biz bir ortak mücadele hattı
oluşturamaz mıyız? Bu ortak mücadele hattını sadece Türkiye'yle
sınırlı olarak tutmaz, tüm Ortadoğu'ya yayamaz mıyız? Eğer
böyle yapabilirsek, eğer bu gerçekleşebilirse, o zaman biz Batıda
Türk milli devletinin, Doğuda Kürt milli güçlerinin bir parçası
olmak değil, her yerde emekçilerin bir parçası olarak, sınıfsız,
sömürüsüz, kimsenin kimseyi baskı altında tutmadığı,
özgürlüklerin herkes için bir hak ve imkân haline geldiği,
bütün bunları gerçekleştirebilmenin maddi koşullarının
doğduğu bir dünya oluşturabiliriz hep birlikte. Ya da biz bunu
oluşturamayız, dalga başka yerden kopar.
Ama şöyle
ya da böyle bir dalga kopacak. Çünkü kapitalizm 2008 yılında,
herkesin kabul ettiği gibi, son derece ağır bir sistem krizine
doğru sürükleniyor. Sadece Amerika Birleşik Devletleri'nde,
sadece bir mortgage kredisi krizi olarak kalmayacağına dair o kadar
çok fazla işaret var ki, bütün bunlar Türkiye'yi, Ortadoğu'yu,
bölgeyi, Avrupa'yı etkisi altına alacak çok esaslı bir sistem
krizinin işaretlerini veriyor. Bu sistem krizi karşımıza birden
çok biçimde çıkabilir. Tayyip Erdoğan karanlıkta ıslık
çalıyor, "bize değmez" diyor. Eğer Avrupa'ya değerse,
Türkiye'ye hemen değecektir. O zaman ortaya çıkacak olan
krizde, biz, bu şimdi durduğumuz, bana göre doğru olan yeri, yani
enternasyonalizmi ve sınıf bakış açısını benimseyebilirsek,
"devletimizin ve milletimizin çıkarı" diye, aslında
sermayenin çıkarı olan şeye kendimizi kaptırmaz isek, belki de
bu krizden Mustafa Suphi'nin 1921'de yapamadığıyla
çıkabiliriz. Diyebilirsiniz ki bana, "şu halimize bak.
Türkiye'de şu kadarcık bir gücüz. Yani, bütün bunlarla ne
yapabileceğini sanıyorsun ki?" Ben derim ki, krizden daha
doğurgan hiçbir şey yoktur. Bu gücümüzün, yüze, bine, on bine
katlanmaması için hiçbir neden yoktur. Türkiye'de aslında yaşı
müsait olanlar, bunun nasıl katlanarak büyüdüğünü gördüler,
denediler. 1965'te ufacık bir hareket olan Türkiye İşçi
Partisi, arkasından Dev Genç'in 1970'ler geldiğinde, son
derece önemli bir politik güce dönüştüğünü, devrimci
hareketin 1970'lerin ikinci yarısında Türkiye'nin neredeyse
tamamını bir devrimci ruh haline soktuğunu, çiftçilerin, "nasıl
olsa devrim olacak", diye bankaya borçlarını ödemekten
vazgeçtiklerini hatırlayacaklardır.
O yüzden,
tarihsel olarak baktığımızda göreceğimiz şey, bizim bugünkü
ömrümüz ve bugünkü aklımızla kavrayamayacağımız pek çok
şeyin, bugün çılgınca görünen şeyin, kriz dönemlerinde
vakayi adiyeden olacağı bilgisini bize verir. Mustafa Suphi denedi,
olmadı. Biz denedik, olmadı. Siz denersiniz, olabilir. Bunun
olmasının önünde hiç bir tarihsel engel yok. Yeter ki, metodu
aklımızda sağlam tutalım. Burjuvaziyle işçinin çıkarı
arasında hiç bir ortaklık olmayacağı konusundaki çok kaba, yani
Kapital'de
yazıldığı kadar kaba olan gerçekliği aklımızdan
çıkartmayalım. Bu durumda siz de yapamazsanız, sonrakiler bir
devrim yapacak.Kesin!
Anayasa
ve Kadın Hakları
Hülya
Gülbahar
Toplantıya
gelmeden önce, "Anayasa
Kadın Platformu'ndan bir kadın olarak ben bu toplantıda ne
anlatabilirim ki..."
diye düşünüyordum. Sayın Yalçın Vural'ın
konuşması, bu
kaygının çok da yersiz olmadığını düşündürttü bana. Yeni
bir anayasa' fikri beni hâlâ
heyecanlandıran bir fikir olduğu için; bir an, yoksa ben de "hâkim
sınıfların meşru ideolojisini takip edenlerden"
biri miyim diye kaygılandım, anayasa tartışmalarında
"bir
çeşni" miyim, diye düşündüm
İşin
esprisi bir yana, anayasaların ya da hukuki hakların, toplumsal
mücadelenin bir alanı olduğunu samimiyetle söylüyorsak, o zaman
bu mücadelenin doğrudan tarafı olmak gerekir bence
"Kendi
sözümüzle, ayrı bir yerlerde, ayrıca bir şeyler yapmalıyız"
mantığından çıkmamız gerek artık. Eğer hukuk, haklar ve
anayasa, bizim bugünkü ve yarınki hayatlarımızı, hatta gelecek
kuşakların hayatlarını belirliyorsa, o zaman doğrudan doğruya
bizzat bu alanın içerisine girip tartışmak gerekir, diye
düşünüyorum. Seyretmek anlamına gelecek bir pozisyon için
gerekçeler yaratmakla uğraşacağımız yerde; sürecin tam da
göbeğinde yer almanın, tartışmanın/tartıştırmanın yollarını
arayıp bulmalıyız.
Biz de
kadınlar olarak, anayasa tartışmasına hemen girmek mecburiyetinde
kaldık. Zaten yapmamız gerekiyordu. Ama AKP'nin altı
akademisyene hazırlattığı anayasa taslağı açıklanır
açıklanmaz, kadınlar için nasıl bir anayasal düzen
öngörüldüğünü gördüğümüz anda, bir gün bile gecikmeden
derhal örgütlenmek zorunda olduğumuzu anladık. Bu anayasa taslağı
ile kadın-erkek eşitliği rafa kaldırılıyor ve (pozitif
ayrımcılık' görüntüsü altında), kadınlar erkeklere
bağımlı, "korunmaya muhtaç" bir cins olarak evlere kapatılıp;
ailedeki erkekler, çocuklar, hastalar ve yaşlıların tek bakıcısı
yapılmak isteniyordu
Kadınlar
olarak, kazanılmış haklarımızın (Örneğin Anayasa'nın
eşitlik ilkesini düzenleyen 10. maddesine 2004 yılında eklenen
"kadınlar
ve erkekler eşittir ve devlet bu eşitliği sağlamakla yükümlüdür"
cümlesinin çıkartılarak) yok edilmesine; onun yerine erkeklerin
bekçiliğinde ücretsiz aile işçiliğine
mahkûm edilmeye kesinlikle
seyirci kalamazdık. Bu nedenle, neredeyse iki-üç gün içinde yüze
yakın kadın örgütü/grubu bir araya gelerek Anayasa
Kadın Platformu'nu
oluşturduk. Geçtiğimiz dönemde Medeni Yasa ve Türk Ceza Yasası
Kadın Platformlarını oluşturan kadın örgütleri olarak, bu
deneyimle hızlı bir şekilde örgütlendik. Ancak bu kez,
"Anayasanın
sadece kadınlarla ilgili olduğu düşünülen maddelerine değil,
ilk maddesinden son maddesine kadar, tümünün tartışılmasına
katılacağız, bu ülkenin kadın yurttaşları olarak buna hakkımız
var",
dedik. Bunu da ilan ettik.
Peki ne
oldu?
Anayasa
taslağı açıklanır açıklanmaz, işveren ve emek örgütleri de
platformlar oluşturmaya başlamıştı ve kadınların tüm çabasına
rağmen bu platformlar, Anayasa Kadın Platformu'nu kendi aralarına
almadılar!
Garip bir
çelişki yaşadık. Eşitlikle ilgili 10. maddeye itirazlarımız,
hükümet cephesinde -belli oranda da olsa- yankı bulmuş;
düzenlemenin yanlış olduğu, düzeltilmesi gerektiği dile
getirilmeye başlanmıştı. İktidar cephesi kadınların
örgütlülüğü karşısında yetersiz de olsa küçük bir geri
adım atarken, işveren ya da emek örgütleri cephesinde işler
zordu!
Anayasa
platformlarında kadınların yeri: herkes durup düşünmeli!
İlk
oluşan platformlardan biri, Özgür
ve Demokratik Anayasa Platformu'ydu.
Bileşenleri DİSK, KESK, TMMOB vd. emek örgütleri
Biz Anayasa
Kadın Platformu olarak hemen, en doğal müttefikimiz ve birlikte
mücadele edeceğimiz kesim olarak gördüğümüz emek örgütleri
platformuna katılma kararı aldık. Çeşitli kentlerde, çeşitli
toplantılarda, bu isteğimizi kendilerine ilettik. Ancak "emek"
örgütleri platformu, kadın örgütlerini kendi içine almadı ve
hâlâ almıyor!
Gösterilen
sadece iki gerekçe var: "Çok
katılmak isteyen var, yeni katılımlara bir kere açarsak, herkese
açmak zorunda kalırız, dengeler' altüst olur, vs."
ile "kadın
platformundan birçok kadın, bizim platformumuzdaki örgütlerin de
doğal üyesi!"
Birinci
gerekçe için, söyleyecek söz bulamıyorum. Herkesin, emek
örgütlerinin bu tür bir gerekçe ile anayasa gibi tüm toplumu
ilgilendiren bir konuda, kendi cephesini bu denli dar tutmasının
nedenleri (ve tabii ki, daha da önemlisi, sonuçları)
konusunda bir durup düşünmesi gerek: Emek
örgütleri, platformları kimleri kapsamalı? Katılımcılık ve
demokrasi nedir? Kim, kimi, nasıl, ne hakla ve ne zaman temsil
hakkı' kazanır? Denge' nedir, kendi yerini emek örgütlerinin
yanı olarak görenlerin, kendi fikirlerini ifade özgürlüğü
nereye kadar olmalı, bunun sınırlarını kim çizmelidir?
Soruları çoğaltmak gereksiz, burada kesiyorum
İkinci
red gerekçesi de ilginç: Anayasa Kadın Platformu, ev kadınları,
işçileri, memurları, avukatları, doktorları, dişçileri,
dekanları, akademisyenleri, öğrencileri, işsizleri, emeklileri
vb. ile tabii ki birçok emek örgütünün üyesi
Onların tek
tek tabip odalarına, DİSK'e, KESK'e üye olmaları; KESK, DİSK
gibi örgütleri otomatik olarak Anayasa Kadın Platformu üyesi
yapıyor mu? Yapabilir mi? Örgütlü ve kurumsal temsil bu mudur!?
Özetleyeyim:
Biz kadınlar olarak hâlâ, DİSK'in, KESK'in, TMMOB'nin
başını çektiği platformda, Anayasa Kadın Platformu kimliğiyle,
örgütlü bir biçimde yer alma talebimizi sürdürüyoruz. Ve
bekliyoruz!
Anayasa
konusunda şu ana dek kurulan diğer iki platformun tavrına da bir
bakalım:
Bunlardan
Barolar Birliği Anayasa Taslağı etrafında örgütlenen "Anayasa
Uzlaşma Platformu", ilk günden itibaren
kadın platformunun da orada olması, hatta kurucu bileşenlerinden
olması için bizzat kendisi büyük bir çaba harcadı. Anayasa
Kadın Platformu olarak biz de, gelişmeler bu gelişmelere
emek platformunun bu tavrı da dahil- karşısında, oraya da katılma
kararı aldık ve doğrudan uzlaşma platformu koordinasyon grubuna
dahil edildik!
Bir diğer
anayasa platformu ise, işveren örgütlerinin başını çektiği,
Türk-İş, Hak-İş gibi kimi emek örgütlerinin de içinde olduğu
"Anayasa
Platformu".
Biz bu platformu daha kurulur kurulmaz "Kadınların
anayasal taleplerine de yer vermesi gereken bir platform olduğu
halde, kadın örgütlerini dışlayarak kurulduğu"
için eleştirmeye başladık. Anında, gazetelerde bizi destekleyen,
kadın örgütlerinin dışlanmasını sorgulayan yazılar yer almaya
başladı. Bu platformun bir toplantısına katılan Adalet Bakanı
Cemil Çiçek, kendisini bu konuda eleştiren yazıların
yayınlandığı sabah telefon açtı: "Ben
bu toplantıya ev sahibi değilim, sadece konuk olarak katıldım.
Ama AKP olarak biz bir toplantı düzenlersek tabii ki kadın
örgütlerini de çağıracağız" sözünü
vermek üzere... Anayasa platformu ise, talebimizi defalarca
ilettikten sonra, kadın örgütleri arasından sadece KAGİDER ve
KA.DER'i kendi platformlarına davet etti! Biz ise, oraya sadece
kendilerinin seçtiği kadın örgütlerini davet edemeyeceklerini,
Anayasa Kadın Platformu olarak davet edilmemiz gerektiğini
hatırlattık. Sonuçta zorlayarak da olsa bu platformun
çalışmalarına da katıldık.
Tekrarında
zarar yoktur sanırım: Özgür
ve Demokratik Anayasa Platformu'na
katılmak için ise, hâlâ bekliyoruz!..
Alternatif
Anayasa yazma yöntemi!
Emek
Platformuna yönelik fazla eleştirel konuşuyorum, farkındayım.
Ama bu platformu çok önemsediğimden ve kadınların bu derdinin ve
eleştirisinin, bu toplantıya katılan sizlerin de derdi olduğunu
düşündüğümden
Ne
yapıyor, nasıl bir alternatif anayasa çalışması yapıyor emek
platformu?
Adalet ve
Kalkınma Partisi'nin yaptığını yapıyor! Kadın örgütlerinin,
demokratik bir anayasa isteyen her kesimden kurum ya da kişilerin
eleştirdiği şeyi yapıyor: Yani hukukçu akademisyenlerden
oluşturduğu komisyona, kendi alternatif anayasal görüşlerini
yazdırıyor.
Yanlış
anlaşılmasın, ne AKP'nin, ne emek platformunun oluşturduğu
komisyonlardaki hukukçuların uzmanlığı konusunda bir itirazımız
yok. İtirazımız, anayasa gibi aşağıdan yukarıya toplumun her
kesiminin, tek tek herkesin katılımının elbirliğiyle
örgütlenmesi gereken bir tartışmayı daha en başından
engelleyip; komisyonlara
havale etme' yöntemine
Şimdi
biz kadın örgütleri olarak, hâlâ emek platformunun bize Anayasa
konusunda ne diyeceğini merakla bekliyoruz.
Bu tabii
ki, bu tür bir bekleyiş, sadece kadınlar için değil, emek
platformunun üyesi ya da bu platforma umut bağlayan, bugününü ve
yarınını, burada simgelenen örgütlülüğe bağlayan kadın/erkek
herkes için acı bir şey! Beni çok inciten bir gerçeği ifade
edeyim: İşverenlerin başını çektiği Anayasa Platformu'nun
Ankara toplantısına katılıp, orada hemen her konuda/hemen
herkesle yoğun tartışmalar yürütüp döndüğümüzde, çıkacak
sonuç bildirgesini daha büyük heyecanla bekledik! Kadınlar
olarak, gergindik, tedirgindik, boşa nefes tüketmiş
olabileceğimizi ve üstlüne üstlük işveren örgütleriyle,
hükümet yanlısı STK'larla işbirliği
içinde olmakla' suçlanıp,
damgalanacağımızı düşünerek kaygılıydık. Yine de sonuçlar
açıklandığında (tabii ki, ana hatları itibarıyla tatmin edici
olmasa da) en azından kimi taleplerimizin orada yer aldığını
gördük. Boşuna gitmiş, boşuna nefes tüketmiş olmadık.
* * *
Ben emek
platformu üyesi farklı sendikaların üyeleriyle, yöneticileriyle
her karşılaştığımda, "Anayasa
konusunda ne tartışıyorsunuz, nasıl talepler oluşturdunuz?"
diye soruyorum. Çünkü platform üyesi örgütler, tam da
anayasanın konusunu oluşturan alanlarda çalışan insanlar. Sağlık
hakkı, sosyal güvenlik hakkı, çalışma hakkı, kentsel planlama,
şehircilik, adalet sisteminin işleyişi vb. alanlarda gündelik
hayat ve politikaların bilgisine sahip, değişim politikalarının
anahtarlarını sunabilecek örgütlü kesimler. "Bizim
başkan, koordinasyona yazılı bir şeyler vermişti, bekliyoruz"
deyip, konuyu kapatıyorlar.
Bugün
AKP'nin gerçekten "sivil, demokratik, özgürlükçü ve
eşitlikçi" bir anayasa yapıp yapmayacağı bir yana; yeni bir
anayasa yapıp yapamayacağı bile tartışmalı. Cumhurbaşkanlığı
için anayasa referandumu, AKP anayasa taslağı açıklanır
açıklanmaz türban sorununun gündeme getirilmesi, hazırladığı
istihdam ve sosyal güvenlik paketleri ile anayasayı kendi gündemi
çerçevesinde parça parça ve kendi politikalarına göre
biçimlendiriyor olması önemli bir sorun. Kaldı ki, AKP'nin
taslak metni, 1982 Anayasası'ndan ciddi, radikal bir kopuşu
yansıtmıyor. Tam tersine, 1982 Anayasası'nı temel alıp, onu
yeniden kurguluyor.
Buna
rağmen, ben yeni bir anayasa tartışmasının Türkiye açısından
önemli bir fırsat sunduğunu düşünüyorum. Ülkenin üzerine
kabus gibi çökmüş bulunan 12 Eylül darbesinin 1982 anayasasından
kurtulma fırsatı
İktidara samimi bir anayasa yapma yönteminin,
kendi izlediği yöntem olmadığını gösterebilmek için, kendi
anayasal taleplerimiz için, birlikte ve güçlü bir çıkış yapma
fırsatı
Çünkü
anayasalar, sanıldığının aksine devletle bireyler arasında bir
pazarlık metni değildir. Toplumdaki tüm birey ve kesimlerin kendi
aralarında tartışarak, bugün ve yarınları için "birlikte
yaşama zeminini" belirleyecekleri ve devletin bu konuda vatandaşa
karşı görevlerini netleştirecleri metinlerdir.
Bu
nedenle çağdaş anayasalar, önce yurttaşlar arasında geniş bir
biçimde tartışılmakta; anayasa hukukçuları ve (kurucu ya da
olağan) meclisler tarafından, bu tartışmadan çıkan uzlaşma
çerçevesinde son hali verilmektedir.
Bunun
dışındaki yöntemlerin, askeri ya da sivil, halka dayatılan
yöntemler olduğunu düşünüyorum. Uzmanların kendi aralarında
tartışıp belirlediği bir anayasa süreci, meseleyi halktan kopuk
teknik bir iç tartışmaya, çıkacak anayasayı da kimsenin
sahiplenmeyeceği teknik bir metine dönüştürür. Oysa bugün,
alternatifi gösterecek yerde, yanlışı tekrar pozisyonuna düşmüş
durumdayız.
Belki de
demokrasi ve hak mücadelesinden ne anladığımızı yeniden
tartışmalıyız. Belki de bir "kaybetmişlik", "yenilmişlik"
psikolojisi içindeyiz hâlâ. 12 Eylül'ün yarattığı bu
psikolojiden bunca yıldır çıkamadık bir türlü
Bu nedenle
klişeleri tekrar eden tartışmalar dışında fikri açılımlar,
zenginlikler getirecek özgür bir tartışma ortamı yaratamıyoruz.
Yeni fikirler üretemedikçe eskilere daha fazla yapışıyoruz. Yeni
politik açılımlar, yeni politik eylemlilikler yaratamayınca da,
heyecanımızı, enerjimizi ve giderek de umudumuzu iyice
kaybediyoruz.
Şu anda
son derece sert bir tartışma yürüyor anayasa konusunda. Anayasa
Platformu'nun Ankara'daki Anayasa Çalıştayı'nda, Bakkallar
Federasyonlarından, Anadolu Kaplanlarına dek değişik sivil toplum
örgütlerinden yaklaşık dört yüz erkeğe karşılık topu topu
beş-altı kadındık. (Türkiye'deki sivil
toplum'un da sadece erkeklerden oluştuğunu
daha da net bir biçimde görmüş olduk böylece). İlber
Ortaylı'nın üzerimize terbiyesiz diye yürüdüğü bir
toplantıydı. Beş-altı kadın o kadar zor durumda kalmıştık.
Kadınların taleplerinin yanı sıra, aynı zamanda anayasanın altı
temel ilkesinden birinin serbest piyasa ekonomisi olup olmayacağını
tartıştık orada. Aslında Türk-İş de o platformun üyesiydi,
ama genel kurulu nedeniyle, görebildiğim kadarıyla kimse yoktu.
Bizim katıldığımız oturumlarda Hak-İş'ten temsilci de yoktu.
TÜSİAD, TİSK, TOBB gibi işveren örgütleri en azından kadrolu
uzmanlarını göndermişti. Beş kadın, katıldığımız tüm
oturumlarda, serbest piyasa ekonomisinin anayasanın altı temel
ilkesinden biri olması önerisine karşı çıktık; onun yerine
"sosyal devlet" ilkesinin olması gerektiğini anlatmaya
çalıştık. Bu itirazlar üzerine bu kez, Görüldüğü
gibi, eşit haklara sahip olma ilkesini devletin kontrolünden ve
yükümlülükleri arasından kaldırırsanız; onun yerine
getireceğiniz "koruyucu"
önlemler; kadınları korumak yerine, tam tersine kadınlara karşı
yapılan negatif ayrımcılığı daha da körükleyebilecek önlemler
olabilir. Bizim pozitif ayrımcılık dediğimiz şey, kadınları
koruma adına, onları çalışma hakkından, eğitim hakkından ya
da miras hakkından ya da mülkiyet edinme hakkından yoksun
bırakacak düzenlemeler değil; tam tersine, binlerce yıldır
kadınlar ve erkekler arasında tüm bu alanlarda yapılan negatif
ayrımcılık sonucunda oluşmuş olan uçurumun kapatılması için,
bu uçurum kapatılıncaya, eşitlik sağlanıncaya kadar, geçici
bir süre ile kadınların özel olarak desteklenmesidir.
"Koruma"
mantığı ile alınacak önlemler, bu uçurumun daha da
derinleşmesi, kadınların hayatının çok daha fazla erkek
egemenliği altında ezilmesi, sömürülmesi daha fazla baskı
altında bulunması sonucunu doğuracaktır.
"Kısa
ve öz!" Anayasa diyerek tırpanlanan sosyal haklar
Anayasanın
sosyal haklarla ilgili maddelerinin doğrudan doğruya kadınları
ilgilendirdiğini ve kadınlar için vazgeçilmez önemde olduğunu
düşünüyoruz. Sosyal devlet ve sosyal haklar kadınlar için
öncelikli bir konu. Bu nedenle, platformumuzun bu konuda da çok net
talepleri var. Ne yazık ki şu anda, herkesin diline
"kısa
ve öz bir anayasa yapalım" sözü
yapışmış görünüyor. Herhangi bir konuda, herhangi bir sosyal
haktan bahsettiğimiz zaman, derhal "Anayasa
temenniler listesi değildir, anayasada temennilere yer
verilmemelidir" yanıtı yapıştırılıp,
konu kapatılmaya çalışılıyor. Bunu hiç ummayacağımız
kesimlerden de duymaya başladık son günlerde.
12 Eylül
Anayasa'sının kapsamlı yasaklar listesi getirmesine, hakları
bir cümleyle sıralayıp, altında beş cümleyle geri alınmasına
tepki olarak başlayan bu "uzun" anayasa eleştirisi; şimdi
dönüp dolaşıp bizim karşımıza ikinci kuşak tüm hakların
(çalışma, dinlenme, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik vb. sosyal
haklar) anayasadan çıkartılması ya da budanması için kullanılan
bir argümana dönüştü. Kendi sözümüz, bize karşı silah oldu!
Sosyal
hakların "temenni"
olarak algılanması, bunları talep edenlerin "bedavacı"
olarak damgalanması, gerçekten çok korkunç. Neredeyse iki yüz
yıldır, aralarında 8 Mart'ı yaratan kadınların da olduğu
kadın-erkek milyonlarca emekçinin mücadelesiyle kazanılan
haklardan, birçoğunun hayatına mal olmuş haklardan bahsediyoruz.
Çalışma hakkı, insanca sürelerde, insanca bir ücret alarak
çalışma hakkı gibi, eşit ve parasız eğitim hakkı gibi, öyle
bir çırpıda anayasalardan silinemeyecek haklardan; bugün bile
dünyanın dört bir köşesinde yeraltlarında, yerüstlerinde
milyonlarca emekçinin her bir kelimesi için mücadele ettiği
haklardan
Ben
burada yine 12 Eylül'ün etkilerini görüyorum. Örneğin, insan
hakları örgütlerinin yıllık raporları, hâlâ ve ağırlıkla
birinci kuşak temel kişi hakları üzerinde duruyor. 12 Eylül'den
beri hepimiz doğal olarak, yaşam hakkı, işkence görmeme hakkı,
ifade özgürlüğü gibi birinci kuşak dediğimiz temel haklara çok
fazla konsantre olduk. Yaşam hakkının kaybedildiği bir noktada,
tabii ki diğer haklara sıra bir türlü gelemedi. Ama artık otuz
yıl geçti. İnsan hakları örgütleri ve emek örgütlerinin
gündelik ajandalarında ya da yıllık raporlarında sosyal haklarla
ilgili bölümlere daha fazla yer verilmesinin zamanı geldi de geçti
bile
Katıldığım anayasa dahil çeşitli toplantılarda,
değişik kesimlerden "mücadele arkadaşlarımızın" hâlâ ve
sadece temel haklar üzerinde durduğunu ve sosyal haklardan hemen
hemen çok az söz ettiğini düşünüyorum. Birinci kuşak kişi
haklarına çok fazla yoğunlaşıyoruz, 2. kuşak olan sosyal
hakları fazla ihmal ediyoruz, 3. kuşak olan çevre, konut, insanlık
mirası ve benzeri haklara sıra gelmiyor bile...
Bu da, 12
Eylül'ün yarattığı bir psikoloji bence. Öncelikle var olan
haklarımızı korumak için çalışıyoruz. Çünkü onlar sürekli
ve sürekli tehdit altında. Var olan hakları korumaya çalışırken
aslında yeni haklar üretemiyoruz. Yani hakkımız olan yeni
alanlara bir türlü geçemiyoruz. Yani sadece bir koruma
psikolojisiyle varolan hakları korumaya kilitlenmişiz. Fakat
zihnimizde de giderek, bizim gerçekten "konut hakkı"na,
sağlıklı bir ortamda barınma hakkına sahip olduğumuz;
yaşamımızı sağlıklı sürdürecek biçimde beslenme ve gıdaya
erişme hakkına (bunu sadaka olarak verilen haliyle değil, bir
temel insan hakkı olarak) sahip olduğumuzu kendimiz bile unutuyoruz
ki, talep edelim, savunalım. Ben bunun çok önemli bir eksikliğimiz
olduğunu düşünüyorum. Yeni hakları üretmek, bunları
tartışmak, bunlar üzerine kafa yormak, burada ortaklıklar aramak
Bir başka
sorun da, kendi alanlarımıza kapanmamız. Sendikalaşma hakkı,
sendikaların alanına hapsoluyor; kadın hakları kadınların
Örneğin Yörsan'da 400 işçinin birden sendikalaşma nedeniyle
işten çıkartılmış olması hepimizin ortak sorunu, Novamed grevi
de
Kendi
alanının dışındaki alanlara kayıtsızlık konusunda, özellikle
kadınların durumu çok çarpıcı ve de çok yakıcı
Bu ülkede
artık herkes görüyor ki, neredeyse her hafta en az bir kadın
öldürülüyor. Şu ya da bu nedenle, beyaz tayt giydiği için, dar
kot pantolon giydiği için, göbeğine ya da bir yerine piercing
taktığı için... Ama "kadınların
yaşam hakkına dair bu sistematik ihlaller",
hâlâ insan hakları raporlarında yeterli yeri bulmuyor. Toplumun
diğer örgütlü kesimlerinin bir bölümünün gündeminde 8
Mart'ta ya da biraz daha bilinçli bir örgütse 25 Kasım'da
bildiri yayınlamak düzeyinde yer alıyor; çoğunluğun gündemine
ise hiç girmiyor bile
Üstelik,
esnaf odaları, bakkallar federasyonlarını vb. bir yana bırakırsak,
bu örgütlerin üyelerinin önemli bir bölümü kadınlar! Emek
örgütleri bile, kendi "erkek" üyeleri ve kendileri için
çalışmaya devam ediyor. Değilse, kadınların yoğunlukta olduğu
tekstil gibi işkollarında bile yıllardır ve hâlâ tüm
yöneticilerin erkek olmasını nasıl açıklayacağız? Örneğin,
sendikacıların hâlâ kadın emekçileri, evlerde ve hatta kendi
evlerinde "aile hizmetçileri" olarak oturmak yerine; iş
piyasasında erkeklerin ekmeğine ve kendi egemen/yönetici
statülerine rakip çıkan kesim olarak görmeye devam etmelerini?
Kadınları ve kadın örgütlerini emekçi dayanışmasının, emek
platformlarının dışında tutmalarını?...
Mücadele
alanlarımızı ve yöntemlerimizi yeniden düşünmeye ihtiyacımız
var. Kadınlar örneğinde bakarsak, kadınların mücadelesini soyut
olarak destekliyoruz demek yetmiyor. Bu mücadeleyi kendi mücadelenin
asli bir parçası olarak görmen gerek. Tek bir örnek: eğitim
alanında çalışıyor ve konuşuyorsan, Türkiye'de Doğu Anadolu
bölgesinde yetişkin her beş kadından üçünün, Türkiye
genelinde her beş yetişkin kadından birinin okuma yazma bilmiyor
olduğu gerçeğini her daim aklında ve gündeminde tutman gerek.
Erkek egemen saldırıların ve ayrımcılığın, sadece kadınlara
değil, demokrasiye ve bir bütün olarak emeğe yönelik saldırının
bir parçası olduğunu görmek gerek.
Yalçın
Vural yeniden söz alarak şunları söyledi:
Yanlış
anlaşıldığımı düşünüyorum. Şimdi bu anayasa tartışmalarına
katılınmamalı değil bizim söylediğimiz. Ertuğrul Hocam iyi bir
şeye işaret etti. Türkiye'de devlet solculuğu yapmak serbest,
önü çok açılıyor. Yani onun söylediğinden ben devlet
solculuğunu anladım.
Dolayısıyla
da o tür özgürlüktü vs. kavramlar, yani burjuvazinin sınıfsal
çıkarına dokunmayan her türlü şeyler rahatlıkla yapılabiliyor,
zaten emperyalizmin yeni yönelimi dediğimiz de, uluslararası
alanda yapmaya çalıştığı da, burjuvazinin eklemlenmeye
çalıştığı da bu. Eşitlikten yoksun bir özgürlük ortamı.
Sanal bir ortam yaratmak. Özgürlük, ama eşitliksiz bir özgürlük.
Kimin işine yarar, burjuvazinin işine yarar. Bizim hiçbir işimize
yaramaz.
Oradan
yola çıkarak bizim yaklaşımımızın ne olması gerektiğini
söyledim ben. Bu konuda da küçük bir örnek vereceğim.
Söylediklerinin hepsine katılıyorum Hülya Hanımın. Ama yaklaşım
tarzı olarak benim söylemiş olduğum şeyi yanlış anladığını
düşünerek düzeltmek istiyorum.
Örneğin
61 Anayasasında çok ileri haklar vardır. Yani çok ileri haklar
vardı. Ama 61 anayasasının üzerinden elde edilen hakların ve
bugün geldiğimiz noktanın arasındaki açıya bakarsanız. Bu
aradaki dönemde suçlu filan aramak için söylemiyorum ama somut
duruma geldiğimizde bir gecede elimizden alındı. Ve karanlık bir
anayasa dayatıldı. Yani sınıf perspektifiyle doğrudan müdahil
olunarak yapılacak bir anayasa, söylenen bütün hakları içerir,
biraz evvel söylediği bütün hakları içerir. Kapsamak lazım, o
alanlara dönük bir şey söylemek lazım.
Benim
sınıf perspektifinden kastım şu. Onu, o haklar uğrunda mücadele
eden kitleyi, bu hakların bir gecede elimizden alınmaması için,
korumaya doğru yönlendirmek.
Benim
vurgulamak istediğim nokta buydu.
Avukat,
Anayasa Kadın Platformu