Özellikle sosyalist
ülkelerdeki karşı-devrimlerden sonra sosyalist ve devrimci saflarda kapitalizmin ideolojik üstünlüğünü şu ya da bu ölçüde kabul eden teslimiyetçi eğilimlere karşı Marksist-Leninist kadroların 1990'larda yürüttüğü düşünsel mücadeleyi belgeleyen bir yazıyı okurlarımıza sunuyoruz. Birleşik Sosyalist
Parti programına ilişkin tartışmayı hatırlamanın, kapitalist
sistemin derin kriziyle belirlenen günümüz koşullarında benzer görüşleri hâlâ aynı kalıplarla tekrarlayan eğilimleri değerlendirmekte yararlı olacağını umuyoruz.
Bu yazıda Birleşik
Sosyalist Parti Merkez Yürütme Kurulu'nun tartışmaya açtığı "Program Taslağı"nı ve "Güncel Politik Mücadele Hedefleri"ni kısaca ele alacağız.
Bu programatik belgeleri
eleştirirken BSP'ye kesinlikle yapıcı ve dostça bir anlayışla yaklaştığımızı, eleştirel görüşlerimizin sosyalist
dayanışma duygularının içtenliğiyle kaleme alındığını
vurgulamak istiyoruz. Çünkü ülkemizin legal alanda da tutarlı bir sosyalist partiye ihtiyacı olduğunu, Marksist teoriyi
benimseyen, dolayısıyla da kapitalizme karşı tam boy mücadele
hedefinden taviz vermeyen sosyalist bir partinin devrimci kadrolara ve bir bütün olarak işçi-emekçi kitlelerine önemli katkılarda
bulunacağını biliyoruz. BSP ise, en azından hazırladığı
belgelerde, kendi kimliğini ortaya koyarken "Marksizmi bir eylem
kılavuzu ve bilimsel bir yöntem olarak benimseyen", "amacı
sosyalizm" olan ve "kapitalizmin toplumsal bir devrimle ortadan
kaldırılmasını hedefle[yen]" sosyalist bir parti olduğunu
açıklıkla belirtiyor. Ayrıca, bu programatik belgelerin dikkate
alınması gereken özelliklerini sıralarken bunların "sınıf
mücadelesinin gereklerinden hareketle hazırlanmış" olduğunu
önemle duyuruyor. Biz de eleştirilerimizi, aynı şekilde, sınıf
mücadelesinin gereklerinden hareketle ortaya koyacağız.
Program
Gerekçesi
BSP Program Taslağı'nın
birinci bölümünü oluşturan "Gerekçe" bölümü çok önemli
bir saptamayla başlıyor. Bizim de bütünüyle katıldığımız bu
saptamaya göre:
"Gezegenimiz büyük
bir tehlike altında. Emperyalist kapitalizm, özgürlüğü,
demokrasiyi, barışı, temel insan haklarını, emeği, yoksul
ulusları, kadınları, gençleri, çevreyi, tüm insanlığı ve bir
bütün olarak yerkürenin varlığını ve geleceğini tehdit
ediyor." (BSP Program Taslağı s. 1).
"Gerekçe" bölümünde
yine doğru olarak belirtildiği gibi, emeğin, kültürün ve bir
bütün olarak insanlığın karşısına dikilen emperyalist
kapitalizme karşı tek seçenek ise sosyalizm. (Aynı yerde).
Bu saptamalardan yola
çıkarak, Program Taslağı'nda önemli bir sonuç dile
getiriliyor:
"Paris Komünü ve Ekim
Devrimi'yle açılan çağ devam ediyor. Sosyalizm insanlığın
biricik umudu olmayı sürdürüyor. Ya sosyalizm, ya barbarlık!
Evet, insanlığın ikilemi budur." (s. 6).
Kısacası, doğru olarak
çizilen tabloya göre, bir tarafta barbarlığın temsilcisi olan
emperyalist kapitalizm, bir yanda ise insanlığın biricik umudu
olan sosyalizm var ve kapitalizmin güçleriyle sosyalizmin güçleri
arasında bir ölüm kalım mücadelesi sürüyor. Dolayısıyla,
dünyadaki belli başlı her önemli siyasal-toplumsal olayı
değerlendirirken bu temel etkeni mutlaka dikkate almanın zorunlu
olduğu açıktır. Dünyadaki hiçbir gelişme bu eksenden bağımsız
olarak, kapitalizmin güçleriyle sosyalizmin güçleri arasındaki
ölüm kalım mücadelesinden kopuk olarak ele alınamaz. Daha
doğrusu, olaylar bu eksenden bağımsız olarak ele alındığında
gerçekliğin çarpıtılmış bir tablosuyla karşı karşıya
kalacağımız, yönümüzü kaybedeceğimiz besbellidir.
Yukarıda belirttiğimiz
saptamaları yapan ve özetlediğimiz dünya tablosunu çizen Program
Taslağı'nda da olaylara böyle yaklaşılacağını beklememiz
gayet doğaldır. Ne var ki daha "Gerekçe" bölümü sona
ermeden şaşırtıcı bir tutumun ortaya konduğunu görüyoruz.
Sosyalist sistemin yıkılması gibi çok önemli bir
siyasal-toplumsal gelişme bakınız BSP Program Taslağı'nda
nasıl değerlendiriliyor:
"Ekim Devrimi ile
başlayan sosyalizme geçiş süreçleri; kitlelerin yaratıcı
inisiyatifi ve katılımının sosyalizmin önünü açacak tarzda
gerçekleştirilememiş olması ve sosyalist demokrasinin hayata
geçirilemeyişi gibi nedenlerle bir krize girerek çöktü." (Aynı
yerde).
Nasıl böylesine sığ
bir değerlendirme yapılabilir? Nerede emperyalizm, nerede
kapitalizm? Nerede barbarlığın temsilcileri? Nerede daha Ekim
Devrimi'nin ilk gününden başlayarak sosyalizmi boğmak için
amansız bir haçlı seferine girişen kapitalist dünya? Nerede
Soğuk Savaş? İkinci Dünya Savaşının bitiminden başlayarak
1975 yılındaki Vietnam Zaferine kadar sosyalizm karşısında dünya
çapında adım adım güç kaybeden dünya kapitalizminin,
1970'lerin ikinci yarısından itibaren karşı-devrimci bir atağa
hazırlanışı ve özellikle 1980'ler boyunca Amerikan
emperyalizminin liderliğinde dünya çapında başlattığı
yeni-muhafazakâr saldırı stratejisinin kilit rolü nerede bu
çözümlemede? Ne çabuk unutuldu Yıldız Savaşları girişimiyle
taçlandırılan büyük silahlanma yarışı, ne çabuk unutuldu
ekonomik ambargolar, ne çabuk unutuldu bütün sosyalist ülkelere
karşı girişilen yıkıcı faaliyetler? Ve ne çabuk unutuldu
"insan hakları" bayrağı altında yürütülen ideolojik savaş?
Bin türlü yolla yayılan "Amerikan tarzı hayat"
propagandasıyla sosyalist ülkelerde kitlelerin beyninin
fethedilmesi ve tüketimciliğin pırıltısıyla gözlerinin kör
edilmesi ne çabuk unutuldu?
Açıkçası, sosyalist
ülkelerdeki çöküş emperyalizmin çok yönlü saldırısından
bağımsız olarak ele alınamaz. Soğuk Savaş da bir savaştı ve
bu savaşı şimdilik sosyalistler kaybetti. Her savaş önce
kafalarda kazanılır, her savaş önce kafalarda kaybedilir.
Sosyalist ülke yönetimleri, bu savaşı önce kafalarda
kaybettiler, emperyalist kapitalizm karşısında yenikçi bir
psikoza girerek iradelerinin felce uğramasına yol açtılar ve
inisiyatifi dünya kapitalizmine kaptırdılar. Çöküş böyle
meydana geldi, Gorbaçov'lar, Yeltsin'ler tarihin en büyük
ihanetini bu koşullarda kotardılar.
Kuşkusuz bu ihanete
karşı liderlerin, kadroların ve emekçi kitlelerin direnemeyişinde
Taslak'ta belirtilen nedenler de rol oynamıştır, ama bu
etkenler, tablonun sadece küçük bir dilimini açıklayabilir,
bütününü değil. Hiç unutmayalım ki, sınıf mücadelesi de
önce kafalarda kazanılır veya kaybedilir; toplumsal düzenler,
toplumsal sistemler de aynı şekilde önce kafalarda kazanılır
veya kaybedilir. Ayrıca, liderler ve kadrolar da hata yapar,
kitleler de yanılır; liderler ve kadrolar da, kitleler de zaman
zaman ölümcül hatalar yaparlar. Dünya çapındaki sınıf
mücadelesinin bütünsel koşullarını bir yana bırakarak
sosyalist ülkelerin çöküşünü "sosyalist demokrasinin hayata
geçirilemeyişi"ne bağlamak gayet yüzeysel bir yaklaşımın
ürünüdür. Reel sosyalist ülkelerdeki bütün eksiklik ve
çarpıklıklara rağmen, en geri durumdaki sosyalist ülkede bile,
demokratik gelişim, hangi ölçütle değerlendirilirse
değerlendirilsin, Yeltsin'lerin, Havel'lerin, Jelev'lerin,
Walesa'ların başında bulunduğu kapitalist restorasyon
düzenlerinden çok daha ilerideydi. Dünyanın her yanından gelen
kapitalist vurguncuların serbestçe at oynattığı, emekçilerin
bütün toplumsal kazanımlarının budandığı, emeklilerin
sokaklarda dilendiği, parlamentonun topa tutulduğu, mafya
kanunsuzluğunun kol gezdiği, kültürün rafa kaldırıldığı,
milliyetçi boğazlaşmaların komşuyu komşunun kurdu hâline
getirdiği, dinin hortladığı, fahişeliğin yayılarak saygın
Nataşa adının kirletildiği, türedi kapitalistlerin restorasyon
düzenlerinde demokrasinin izi mi var?
Sosyalist ülkelerde
meydana gelen toplumsal çöküş, bir bütün olarak kapitalizm ile
sosyalizm arasında dünya, bölge ve ülke çapında süregiden
mücadelenin koşullarından yola çıkılarak, bütün nesnel ve
öznel etkenler hesaba katılarak açıklanabilir; "demokrasi"
etkenini tarihdışı bir yaklaşımla abartarak hiçbir yere
varamayız.
Uluslararası
Durum ve Kapitalizme Karşı Mücadele
BSP Program Taslağı'nın
ikinci bölümü "Uluslararası durum ve kapitalizme karşı
mücadele" başlığını taşıyor. Bu başlık, BSP'nin
uluslararası durumu değerlendirirken kapitalizme karşı mücadele
perspektifinden yola çıktığının bir göstergesi olarak ele
alınabilir. Taslağın bu bölümünde, ilkin, Amerikan emperyalist
ideologlarının Soğuk Savaştan ve Körfez Savaşından zaferle
çıkmanın küstahlığıyla Yeni Dünya Düzeni adını verdikleri
bugünkü dünya düzeni kısaca tanımlanıyor: "Bugünkü
uluslararası durum; başlıca emperyalist devletlerin 1917'den ve
2. Dünya Savaşı'ndan sonra yitirdikleri egemenlik alanlarını
yeniden paylaşmaları ve dünya ölçeğinde egemenlik sistemlerini
yeniden yapılandırma süreçleriyle belirleniyor. Yeni Dünya
Düzeni işte bu stratejinin adı oluyor." (s. 7).
Bu tanımlamanın hemen
ardından ise kapitalizmin nitelendirilmesine geçilerek şöyle
deniliyor:
"Kapitalizm, bir kez
daha teknolojik olarak kendisini yenileme gücüne sahip olduğunu
gösterdi. Kapitalist sistemin krizle yaşayabildiği, hatta bu
krizin yarattığı ortamdan kendisini yeniden üretmek için
yararlandığı ortaya çıktı". (Aynı yerde).
Kapitalizme istikrar,
yaşama gücü ve hatta kendisini yenileme gücü izafe eden bu
tanımlama, sosyalist ideallerini terketmeyen "mücadeleci bir
parti'nin, "devrimci bir parti"nin (bakınız "Partinin
Kimliği" bölümü, s, 13) program taslağında nasıl yer alıyor?
Kapitalizmin teknolojik
olarak kendisini yenilemesi ne anlama gelir? Günümüzdeki
teknolojik yenilenme ile eski dönemlerdeki teknolojik yenilenme
arasında can alıcı önemde bir farklılık var mı? Bu sorulan
irdelemeden genel geçer yargılarda bulunmak anlamsız olur.
Bilindiği gibi, sermaye açısından teknolojik yenilenmeye yol açan
öğeler, kapitalizmin olmazsa olmaz özellikleri olan rekabet ve
üretim sürecinde emeğin rolünü azaltma güdüsüdür. Teknolojik
yenilikler ancak kapitalistlerin kârını arttıracak olduklarında
uygulama alanına konurlar ve kapitalizmin sistemsel özellikleri
çerçevesinde etkide bulunurlar. Hiç bir teknolojik yenilik,
kapitalizmin sistemsel özelliklerini ortadan kaldırmaz ve
dolayısıyla kapitalizmin içkin krizlerini önlemez. Üstelik yeni
teknoloji kendisiyle birlikte sisteme yeni çelişki ve sorunları da
taşır.
Yeni teknolojinin
sonuçları
On dokuzuncu yüzyıldaki
sanayi devriminden bu yana, kapitalizmde köklü teknolojik
yenilikler meydana geldi. Günümüzde en gelişkin kapitalist
ülkelerde, yeniden programlanabilen robotlarıyla "esnek
otomasyon"a geçilmeye başlandığını, bir başka deyişle tam
otomatik fabrikaların kurulmasına başlandığını görüyoruz.
Ama önde gelen bir robot fabrikatörünün dediği gibi, "işçilerin
tek bir vardiyada ürettikleri ürünleri bile satamaz durumdayken,
işçilerin iki katı hızla yirmi dört saat kesintisiz çalışan
bir robotunuzun olması pek de anlamlı olmayabilir". (Bakınız,
Joyce Kolko, Restructuring The World Economy [Dünya
Ekonomisinin Yeniden Yapılandırılması], Pantheon Books, New York,
1988, s, 146). Yani kapitalist düzende her türlü teknolojik
gelişme ister istemez kapitalizmin "kanunlarına" tâbi olur.
Ayrıca, esnek otomasyon, büyük yatırımlar gerektiren, diğer iş
dallarından geniş çapta girdilere gerek gösteren ve böylece
ekonomide genişleyici etkiler doğuran büyük ölçekli
işletmelerden kaçış eğilimini yaratır. Günümüz sanayiinde
belli başlı büyük şirketlerin büyüklükten kaçış eğilimine
girdiklerine, dev işletmelerini küçülttüklerine, "ölçek
ekonomisi" yerine "kapsam ekonomisi" sağlayan daha küçük
ama daha otomatik fabrikalara yöneldiklerine tanık oluyoruz. Paul
Sweezy'nin, Joyce Kolko'nun ve öbür Marksist araştırmacıların
ısrarla vurguladığı gibi, elektronik ve robotik ağırlıklı
yeni bilimsel ve teknolojik gelişmeler, buhar makinesinin ve
demiryollarının, otomobil sanayiinin ve uçak sanayiinin tersine,
ekonomiyi büyük oranda daraltma, istihdamı azaltma etkisine
sahiptirler. Demiryolu, otomobil ve uçak gibi ürünler diğer iş
dallarından hammadde ve ara maddelere (demir ve çelik gibi) yoğun
bir talep yaratır ve ekonominin bütününü kamçılayarak iş
alanlarını genişletirdi. Silikon ürünlerine, yarı iletkenlere,
entegre devrelere, minicik bilgisayar çiplerine dayalı bilgisayar,
telekomünikasyon, elektronik kontrol ve robot sanayileri, daha
önceki teknolojik devrimlerin ürünleriyle karşılaştırılamayacak
ölçüde daha az malzeme girdisine ihtiyaç gösterirler ve diğer
sanayi dallarının ürünlerine pek talep yaratmazlar; sonuçta
ekonominin bütünü küçülür, istihdam seviyesi de büyük ölçüde
geriler. (Aynı kitabın özellikle "New-Technology Industries"
[Yeni Teknolojilere Dayalı Sanayiler] başlıklı 7. Bölümüne
bakınız).
Aynı derecede önemli
diğer bir nokta, günümüz kapitalist dünya ekonomisinde üretken
olmayan yatırımlarının ulaştığı muazzam boyuttur. Herkesin
bildiği gibi, sermaye kâr peşinde koşar; ve 1970'lerin
ortalarından bu yana en büyük kârlar üretim alanında değil,
mali ve ticari spekülasyon alanlarında elde edilmekte olduğu için
sermaye esas olarak bu asalaklık sektörlerine akmaktadır. Toplumda
gerçek büyüme ve gelişme üretimle sağlanır; ama günümüz
kapitalizmi bir borsa kapitalizmine, bir kumarhane kapitalizmine
dönüşmüş bulunuyor; günümüzde üretmek değil, almak satmak,
uluslararası borsalarda oynamak, paranın ve her türlü malın
spekülasyonunu yapmak geçerli; ideal iş adamı tipi de üretimden
"çakmayan" ama her türlü spekülasyon ve ayak oyununun uzmanı
olan "yappi" adlı korsanlar. Tabii kapitalizmin bu eğiliminin
de istihdam seviyesini önemli ölçüde düşürdüğü açıktır.
Uluslararası Çalışma Örgütü'nün rakamlarına göre
dünyadaki toplam işgücünün yaklaşık yüzde 30'u ya işsiz
durumdadır, ya da yetersiz ölçüde istihdam edilmektedir. Yani,
120 milyon insan işsizdir, 700 milyon insan ise yetersiz olarak
istihdam edilmektedir. (8 Şubat 1994 tarihli Wall Street Journal'den aktaran Monthly Review, Aralık 1994, sayı 7,
s. 1, "Unemployment; Achilles' Heel of Capitalism" [İşsizlik:
Kapitalizmin Zayıf Noktası] adlı başyazı).
Kısacası, kapitalizmin
"kanunları" çerçevesinde meydana gelen günümüzdeki bilimsel
ve teknolojik gelişmeler, istihdam yaratmamakta, artan sayıda işçi
ve emekçi gruplarını işsiz bırakmakta, insan gruplarını,
bölgeleri, ülkeleri ve hatta kıtaları "gereksiz" hâle
getirmektedir. Bu tabloya, kapitalizmin en uç noktalara varan
spekülatif yöneliminin iş sahaları açmak, istihdamı arttırmak
açısından son derecede olumsuz sonuçlar yaratmasını ekleyelim.
Çıkarılabilecek tek sonuç şudur: Kapitalizmin mantığını
kırmadan, kâr peşinde koşmayı insan toplumunu yönlendiren ilke
durumundan çıkarmadan, bir başka deyişle kapitalizme son vermeden
bu durumu değiştirmek mümkün değildir. Bunun da ilk şartı,
kafalarımızı değiştirmek, kapitalizmin kader olmadığı
bilincini yaymak, bütün insanların insanca yaşayabileceği
anlayışını benimsemek ve kapitalizme karşı harekete geçmektir.
BSP Program Taslağı'nın teknolojik yeniliklerden yola çıkarak
kapitalizme yaşam gücü izafe eden sözleri, en yumuşak şekilde
söyleyelim, bu anlayışa hizmet etmemektedir.
Kapitalizmin krizleri
Gelelim konunun daha da
vahim olan yanına. Bugüne kadar hiç bir Marksist, kapitalizmin
krizleri nedeniyle kendiliğinden yıkılacağını söylemedi.
Kapitalizmin iç çelişkileri kaçınılmaz olarak krizlere yol
açar. Krizler kapitalizmin zayıf anlarıdırlar. Ama sosyalistler
ve emekçiler kapitalizmin bu zayıf anlarından yararlanarak
iktidarı ele geçirmek üzere harekete geçemez ve iktidarı ele
geçirebilecek örgütlülüğü ve stratejik-taktik ustalığı
gösteremezlerse kapitalizm yoluna devam eder; krizin faturasını
emekçilerin sırtına yükler, halkın yaşam seviyesini ve yaşam
kalitesini düşürür ve kapitalist sınıf ve devlet, günümüzde
olduğu gibi artık refah vaadinde bulunma zahmetine bile katlanmadan
azgın sömürü ve baskı düzenini sürdürür. Kapitalizmi bütün
temelleriyle birlikte ortadan kaldırmaya kararlı örgütlü bir
siyasal hareketin müdahalesi olmadıkça, bir başka deyişle işçi
sınıfının öncülüğünde emekçiler siyasal bir devrimle
iktidarı ele geçirip toplumsal devrimi gerçekleştirmedikçe
kapitalizm düşe kalka egemenliğini sürdürür.
Sorun kapitalizmin
kendini yenileme kapasitesi, kapitalistlerin ve devletin gücü,
yeteneği, becerisi değildir; sorun, kaçınılmaz krizleriyle
zayıflığını ikide bir ortaya koyan kapitalizm karşısında
sosyalistlerin ve emeğin yeterince bilinçli, kararlı, örgütlü
ve mücadeleci olamamasıdır. "Kendini yenileme gücüne sahip
kapitalizm" teorileri üreteceğimize kendimize bakalım, kendi
zayıflık ve kusurlarımızı giderelim ve emekçi halkın her şeye
kadir olduğunu fiilen gösterelim. Sosyalistlere yakışan tutum,
gerçekten mücadeleci ve devrimci olmaktır; Program Taslağı'nda
yapıldığı gibi yılgın horoz bahanelerine sarılmak değildir.
Kürt
Sorunu ve Bölgesel Dayanışma
Program Taslağı'nın
3. Bölümü "Bölge halklarıyla barış, işbirliği ve
dayanışma" başlığını taşıyor. Bu bölümde Balkanlar,
Ortadoğu ve Kafkasya halklarının her zamankinden daha fazla
dostluğa, barışa, işbirliğine ve dayanışmaya ihtiyacı olduğu
vurgulanıyor. Bölgede Kürt ulusal hareketinin önemli bir dinamik
olarak öne çıktığı belirtiliyor. BSP'nin ulusal özgürlük
hareketlerini sosyalist ilkeler temelinde desteklediği ve ulusların
kendi geleceklerini belirleme hakkını önkoşulsuz tanıdığı
ifade edilerek, "Kürt sorununun çözümüne yapılacak en önemli
katkı[nın] bölge düzeyinde etkili ve güçlü bir sosyalist
hareket oluşturmak" olduğu sonucuna varılıyor. (s. 10).
Bu bölümde, ayrıca,
Türkiye'nin bölgede yayılmacı bir anlayışla "nüfuz alanı"
oluşturmaya çalıştığına işaret ediliyor.
Sosyo-Ekonomik
Yapı ve Toplumsal Dinamikler
Taslağın 4. Bölümü,
Türkiye'nin sosyo-ekonomik yapısını ve toplumsal dinamiklerini
ele alıyor. Bu bölümde ilkin Türkiye'nin emperyalizme bağımlı
orta derecede gelişmiş kapitalist bir ülke olduğu ve Türkiye
kapitalizminin tekelci bir karakter taşıdığı ortaya konuyor.
Türkiye kapitalizminin "oldukça gelişkin" bir işçi sınıfı
yarattığı belirtiliyor ve sistemin, bir yandan emperyalizme
bağımlılığın, öte yandan iç dengesizliklerinin yarattığı
sorunlar nedeniyle sık sık krize sürüklendiği, istikrarsız
olduğu açıklanıyor. Daha sonra, Türkiye Cumhuriyeti devletinin,
kapitalizmin gelişmesinde üstlendiği can alıcı rol ve genel
nitelikleri açısından tanımlanmasına geçiliyor. Bu konuda
yapılan saptamalarda doğru olarak şöyle deniliyor:
"Cumhuriyetin kuruluş
yıllarından itibaren toplumun kaynakları kapitalist özel
mülkiyetin geliştirilmesine, sermaye birikiminin sağlanmasına ve
bunun gerektirdiği altyapının tamamlanmasına aktarılmıştır."
(s. 11).
"Osmanlı
İmparatorluğunun kalıntıları üzerinde kurulan Cumhuriyet, daha
baştan merkeziyetçi, baskıcı, bürokratik ve militarist bir
devlet olarak şekillenmiştir. Bu yapıyla uyum içinde 1950'ye
kadar süren tek parti rejimi' siyasal demokrasinin herhangi bir
biçimde gelişmesine olanak tanımamıştır. Daha sonra
uluslararası koşulların da zorlamasıyla çok partili' rejime
geçiş, devletin bu niteliklerini değiştirmediği gibi, birden
fazla partinin varlığı da burjuva çerçevede bir politik
çoğulculuk anlamına gelmemiştir". (s. 11-12).
Doğrusu, bu tutarlı
değerlendirmelerden sonra insan günümüze ışık tutacak
siyasal-toplumsal çözümlemeler yapılmasını ve aynı şekilde
tutarlı siyasal sonuçlar çıkarılmasını bekliyor. Ancak ne
yazık ki tutarsızlıklar ard arda gelmeye başlıyor. Tutarsız ilk
çıkarım şu:
"Orta sınıfları da
içine alan bir genişlikte bakıldığında burjuvazinin ortak bir
kültüründen söz edilemez. Yine burjuvazinin sektörel bir
geleneği ve bundan kaynaklanan refleksleri yoktur." (s. 11).
Türkiye'de orta
sınıfları da içine alan bir genişlikte bakıldığında
burjuvazinin ortak bir kültüründen söz edilebilir, böyle bir
kültür vardır. Egemen bir sınıf varsa ve bu egemenliğini en
azından 70 yıldır sürdürüyorsa egemen bir kültür de vardır.
Bizzat Program Taslağı'nda yer alan saptamalara göre özel
mülkiyetçi, baskıcı, bürokratik ve militarist bir devleti
şekillendiren, siyasal demokrasinin herhangi bir biçimde
gelişmesine olanak tanımayan, burjuva çerçevede bir siyasal
çoğulculuğa bile kapıları sımsıkı tutan bir egemen kültürdür
bu. Ve bu kültür içinde en ağırlıklı yeri dün de, bugün de
Kemalizm tutmaktadır.
Kemalizm
Kemalizm Türkiye
burjuvazisinin resmî ideolojisidir. Değerli toplum bilimci Taha
Parla'nın açıkladığı gibi, "Kemalizmin/Atatürkçülüğün
çağdaş Türkiye'de ... her konuyu kucaklayan bir kamusal felsefe
olduğunu söylemek herhâlde malumu ilam' olacaktır. Kemalizm
yalnız meşru sayılan siyasete, millî eğitime ve ulusal kültüre
yön veren bir ideoloji/dünya görüşü değildir; toplumsal
yaşamın her alanında, sağduyu eseri ve kamuya yararlı sayılan
tutumların, görüşlerin ve açıklamaların bir parametresi ve
gerekçesi hükmündedir. Bir yandan, resmî siyasetin ve siyasal
iktidarın otoritesini dayandırdığı bir meşruiyet formülü ve
miti; öbür yandan genel olarak kamunun -şu ya da bu bilgi ve
bilinç düzeyiyle- kabul ettiği ve birçok fikir ve fiili
değerlendirmekte kullandığı bir temel meşruiyet normudur. ...
Kısacası, Kemalizm/Atatürkçülük çağdaş Türkiye'de tam bir
resmî ideoloji, tam bir egemen ideoloji, kapsayıcı bir kamu
felsefesi olarak, bunlardan daha geniş bir kategori olan siyasal
kültür' dairesinin içini çok önemli ölçüde dolduran bir
gerçekliktir. Siyasal kültür ve Kemalizm özdeş değildir ve
çakışmaz ama, denebilir ki, bugünkü Türk siyasal kültürünün
en ağırlıklı, en belirleyici kompartımanı, Kemalizm olarak
özetlenebilecek bir bilişsel ve duygusal-normatif yönelişler ve
davranış eğilimleri bütünüdür. Siyasal kültürün toplam
içeriği içinde yer aldığı söylenebilecek başka unsurlar (sol,
liberal, dinci yönelişler gibi alt-kültür ideolojileri) ile
yüksek kültür' hâline gelmiş olan Kemalizmin nüfuz
edemediği ölçüde halk kültürü' ve Osmanlı-İslâm
toplumunun geleneksel uzantıları/tortuları ya marjinaldir, ya da
gayrimeşrudur." (Taha Parla, Türkiye'de
Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları
cilt 1, Atatürk'ün Nutuk'u, 1. baskı,
İstanbul, 1991, s. 15-16).
Türkiye'de din
Türkiye'de
burjuvazinin ortak bir kültüründen söz edilemeyeceği konusunda
Taslak'ta yer alan iddia belki de, Kemalizmin Batıcı olması,
siyasal yaşamda İslâma yer vermeyen bir Türk-Batı sentezi
anlamına gelmesi; buna karşılık, Türkiye'de orta sınıfların
ve burjuvazinin bir kesiminde İslâmın yayılması, dinin yükselen
bir değer hâline gelmesi, kitleselleşen bir İslamcı akımın
siyasal yaşamda ağırlığını duyurması ve sonuçta burjuvazi ve
genel olarak toplum içinde bir Batıcı-İslâmcı ikiliğinin
görülmesinden kaynaklanıyor olabilir. Ama bu konuda görüntüleri
aşmak, süreçleri doğru tahlil etmek, üç unsurun, yani Türk
milliyetçiliğinin, İslâmcılığın ve Batıcılığın
Türkiye'deki egemen kültürün şekillenmesinde nasıl bir rol
oynadığını irdelemek gerekir. Bu konuyu kapsamlı biçimde
inceleyen Taha Parla'ya tekrar kulak verelim:
"Türk yönetici
sınıfının, giderek de Türk toplumunun 250 yıllık kültürel
kimlik arayışında çeşitli sentez'ler ortaya atıldı.
İçinde din-devlet ilişkisinin ve milliyetçilik sorununun merkezî
bir yer tuttuğu bu sentezler, aynı zamanda toplum içinde zaman
zaman sertleşen, önemli politik-ideolojik boyutları olan bir
kültür savaşının da eksenini oluşturdu. Hiçbiri tam tutarlı
olamayan (arayış sürüyor) bu sentezlerde, çocukların oyun
blokları gibi kullanılan üç öğe benimsendi veya reddedildi:
Türklük, İslâmiyet, Batı(cılık)." (Taha Parla, Türkiye'nin Siyasal Rejimi 1980-1989, 2.
baskı, İstanbul, 1993, s. 200-201).
"İşte 12 Eylül'den
sonra meydana geldiğini düşündüğüm değişiklik, yönetimlerin
ve bürokrasinin klasik Kemalist laik çizgiyi bırakarak Türk-İslâm
Sentezi adı altında (vurgu Türk'te) oluşmaya başlayan dinci
bir milliyetçiliğe (vurgu milliyetçilikte) razı gelişleridir. Bu
sentezde din, bir ahlak sistemi ve toplumsal kurum olmaktan çok,
bürokratik-otoriter devletin elindeki toplumsal denetim araçlarından
biri olarak görülmektedir. 1980'lere kadar neredeyse bir
alt-kültür' statüsünde kalan dinin ortodoks devletçi türü,
artık, resmî ideoloji Kemalizmin yanıbaşında resmî kültür'
olmak yoluna girmiş bulunuyor." (Aynı kitap, s. 202-203).
"Türkiye, 12 Eylül
1980'den sonra laiklik konusunda 1920'lerin gerisine düşmüştür.
Yalnız bir toplumsal ahlak sistemi olarak değil, bireysel ahlak
olarak da çağdaş yaşamda yeri çok küçülmüş olan din,
Türkiye'de tekrar yaygınlaşmakla kalmamış, siyasete de
sokulmuştur. Hem de aşırı dinci gruplar ya da partiler tarafından
değil, bizzat devlet eliyle. 1982 Anayasası'nda aynı zamanda
Kemalizmi resmî ideoloji ilan eden bir devletin eliyle! Din
hortlamamış', hortlatılmıştır." (Aynı kitap, s. 217).
"Kemalizmin yanı sıra
dine de devletin denetimi ve gözetiminde verilen görev ve işlev
çok açıktır. Din, yurttaşların ideolojik olarak
türdeşleştirilmesinde, toplumun depolitize edilmesinde ve çoğulcu
siyasetin önlenmesinde ikinci bir ideolojik araç olarak Kemalizme
yardım edecektir. Teorik-kavramsal planda bağdaşması olanaksız
iki dünya görüşü, Kemalizm ile İslâmiyet, otoriter devletin
çifte dayanağı olarak işlevsel planda yanyana kullanılmak
istenmiştir. (Bu tasarımdaki iç-gerilime ne kadar egemen
olunabileceği ayrı bir sorudur.)" (Aynı kitap, s. 219).
Uzlaşmanın kanıtları
Kemalizm ile İslâmın
Türkiye'de devletin çifte ideolojik dayanağı olarak nasıl
kullanıldığı, bu iki akımın solu ezmek üzere Türkiye
kapitalizminin hizmetine nasıl koşulduğu, Kemalizmle İslâmcılık
arasında karşılıklı tavizlerle nasıl bir uzlaşma sağlandığı
konusunda iki örnek vereceğiz. Bu örneklerin, kültürel ikiliğin
nasıl "tevhid edildiğini" göstermekte, kayıkçı dövüşlerinin
ardında yatan gerçek süreçleri ortaya koymakta yararlı olacağını
sanıyoruz.
Örneklerden birincisi,
Fatih Güllapoğlu'nun Tanksız Topsuz Harekât (Tekin
Yayınları) adlı kitabıdır. Kitap, Milli Güvenlik Kurulu'na
şeriatçı akımların örgütlenmesi konusunda yapılan bir
şikâyetin aşamalarını ayrıntılı olarak vermekte, sonuçta bu
örgütlenmenin bizzat Milli Güvenlik Kurulu'nun denetimi ve
yönlendirmesi altında yapıldığını kavrayan şikâyetçinin
uğradığı şaşkınlığı dile getirmektedir. Toplumla İlişkiler
Başkanlığı'nın (TİB), yani devletin psikolojik savaştan
sorumlu çekirdek kadrosunun en yetkili komutanının odasında bir
duvarın boydan boya Nutuk'la, karşı duvarın ise boydan boya
Kuran'la dolu olması yaşadığımız sürecin anlamlı bir
simgesi olarak kabul edilebilir. Komünist Manifesto'ya karşı bir
elde Nutuk, bir elde Kuran'la çarpışan kontr-gerillacılar; işte
günümüzün gerçeği!
İkinci örnek, Refah
Partisi'nin programıdır. Refah Partisi, programının "Başlangıç"
bölümünde şunları söylemektedir:
"Bu Program: Anayasa ve
Siyasi Partiler Kanununda yer alan, Atatürk ilkeleri doğrultusunda
-Tarih boyunca bağımsız
yaşamış, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü,
ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyet ve Demokrasiyi korumak,
kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak,
kişinin temel hak ve hürriyetlerini sosyal hukuk devleti ve adalet
ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve
sosyal engelleri kaldırmak, insanın maddi ve manevi varlığının
gelişmesi için gerekli şartları hazırlamak amacıyla,
-Türkiye Cumhuriyetinin
herşeyden önce Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, yani bütün,
fertlerinin kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün
hâlinde, diğer bir deyişle millî dayanışma ve adalet anlayışı
içerisinde yaşayan bir toplum olduğu görüşüyle, Türk
Devletinin bağımsızlığına önem veren, temel insan haklarına
saygılı, hukukun üstünlüğü prensibini benimsemiş, kanun
karşısında din, dil, ırk, renk ve mezhep farkı gözetmeksizin
herkesi eşit sayan, toplum huzuruna ağırlık veren bir inançla
hazırlanmıştır." (Refah Partisi Programı, s. 5-6).
Ne Refah taraftarlarının,
ne de Refah karşıtlarının hiç açığa vurmadıkları bu
program, Kemalist devlete ve ardındaki yerli ve yabancı sermayeye
verilen bir taahhütname niteliğindedir. Tavizler karşılıklıdır;
din Kemalizmi, Kemalizm dini tanımaktadır. Ortak çizgi
bulunmuştur.
Amerika'nın yeniden
gelenekselleştirme programı
Yine Taha Parla'nın
işaret ettiği gibi, dine verilen bu rol sadece Türkiye'ye özgü
değildir. Bu gelişme, Amerikan emperyalizminin geliştirdiği
"re-traditionalization" (yeniden gelenekselleştirme)
politikasının Türkiye koşullarındaki uygulamasıdır:
"Devlet kontrolünde
dinci milliyetçilik, 1980'ler Türkiye'sine özgü bir şey
değildir. Müttefik Üçüncü Dünya ülkelerinde vesayetçi
demokrasilerle modernleşme' tezleri ve politikalarının tutmadığı
görülünce geliştirilen bürokratik-otoriter yönetimlerle
yeniden gelenekselleşme' tezleri ile uyum, belki de irtibat
içinde. İkinci sınıf Amerikan akademisyenlerince sosyal
bilimsel' dayanak kazandırılan bu tezler, ABD'li ve yerli
uygulamacılar tarafından yalnızca sola değil, genel olarak
demokrasiye karşı kullanılan devlet politikalarına
dönüştürülüyor. Din kutusunun içi, örneğin Endonezya ve
Pakistan'da İslâmiyet'le, Brezilya ve Şili'de ise
Hıristiyanlıkla doluyor." (Taha Parla, Türkiye'nin Siyasal Rejimi 1980-1989,
"Dinci Milliyetçilik", s. 204).
"Amerikan sosyal
bilimlerinde üretilen yeniden gelenekselleşme' tezleri,
daha doğrusu yeniden gelenekselleştirme' ideolojisi, ABD
güdümündeki Batı emperyalizminin nüfuz bölgesindeki Üçüncü
Dünya ülkelerinde yürütülen politikaların rehberi olmuştur.
Allah bilir popülarize edilerek örtülü operasyon'
talimnamelerine ve üst düzeydeki askerî danışmanların sözlü
telkinlerine kadar girmiştir." (Aynı kitap, "Laiklik ve
Türk-İslâm-Nato Sentezi", s. 220).
Türkiye'de egemen
kültür
Bütün bu söylenenler
ışığında Türkiye'de burjuvazinin ortak bir kültürünün var
olmadığını iddia etmenin temelsiz olduğunu gösterebildiğimizi
sanıyoruz. Türkiye burjuvazisinin kültürü emek düşmanlığına,
mülkiyetçiliğe, tüketimciliğe, şovenizme, bürokratizme ve
militarizme dayalı olan ve dinle takviye edilmiş Kemalist
kültürdür. Burada çok ilginç bir noktaya da işaret edelim: BSP
Program Taslağı'nda Kemalizmin adı hiç geçmemektedir. Sanki bu
taslak Türkiye'de değil de ayda yazılmıştır ve taslağın
yazarları toplumun bütün gözeneklerine kadar sinmiş olan ve
insanlarımızı daha çocukluktan sakatlayan her yerde hazır ve
nazır bu gerçekliği hiç görmemiş ve hiç duymamışlardır. Bu
tutumu gerçekten anlaşılmaz ve gayriahlaki buluyoruz. Hitler'in
ülkesinde Nazizm'den, Mussolini'nin ülkesinde Faşizm'den,
Franko'nun ülkesinde Falanjizm'den, İbni Suud'un ülkesinde
Vahabilik'ten, Humeyni'nin ülkesinde Humeynizm'den söz
etmeden siyasi tahlil yapmaya kalkan insanlara, hele hele bu insanlar
devrimci ve sosyalist olma iddiasındaysalar, ne denirdi, bir
düşünelim. Siyasal taktik, gerçekçilik, yanlış anlamalara yol
açmamak gibisinden şu ya da bu gerekçeyi özür olarak
gösterenlere, özürlerinin kabahatlerinden büyük olacağını
hatırlatmak isteriz. Çünkü Taslak çok doğru olarak Türkiye
Cumhuriyeti'nin daha baştan özel sektörcü, baskıcı,
bürokratik ve militarist bir devlet olarak şekillendiğini, bugüne
kadar da siyasal çoğulculuğa olanak tanımadığını söylüyor.
Bu şekillenme sırasındaki rehber ideolojinin adı neydi peki?
Rejime bizzat rejim yöneticileri tarafından ve genel olarak sosyal
ve siyasal bilimciler tarafından hangi ad veriliyordu? Anayasa'da,
Siyasal Partiler Yasası'nda hangi ideolojiye bağlılık zorunlu
kılınıyor? Türkiye'nin bütün okullarında daha körpecik
çocukların beyni neyle yıkanıyor?
Gelelim burjuvazinin
sektörel bir geleneği ve bundan kaynaklanan refleksleri olmadığı
iddiasına. Bu bulanık iddia ne anlama geliyor ve taslakta ne
arıyor? Rekabetin kapitalizmin ayrılmaz bir özelliği olduğunu
biliyoruz. Çıkar ayrılıklarının çeşitli sektörlerin
burjuvaları arasında farklı tutumlara yol açtığını hiç
görmüyor muyuz? Bunun en yeni örneği, tekstilcilerle
otomobilciler arasında gümrük birliğine giriş konusunda yaşanan
farklılık değil mi? İhracatçılarla ithalatçılar arasında,
bankalarla sanayiciler arasında çeşitli ekonomik ve siyasal
kararlar konusunda çekişmeler meydana gelmiyor mu? Belirli
sektörlerin yararına veya belirli sektörlerin zararına olan her
karar çeşitli sektörler ve gruplar arasında kimi zaman açık,
kimi zaman örtülü bir mücadeleye konu olmuyor mu? Ama bu bulanık
iddia, burjuvazinin hiçbir kesiminin demokratik bir çizgiyi
savunmadığı, emeğe ve özgürlüklere karşı bütün temel
konularda bütün burjuva kesimlerinin bir ve bütün davrandıkları
anlamına geliyorsa, bu olgunun, kapitalizmin en temel özelliğinin,
yani sermaye ile emek arasındaki sınıf karşıtlığının ve
sınıf mücadelesinin zorunlu sonucu olduğunu hatırlatırız.
Devletin çelik
çekirdeği
BSP Program Taslağı
günümüzdeki siyasal tabloyu tanımlarken şöyle yazıyor:
"Bu koşullarda rejimi
sürdürmeye çalışan güçlerin yanı sıra, bir yandan faşist
hareket yükselirken, diğer yandan da şeriatçı hareket toplumu
teslim almaya çalışıyor.
"Burjuvazinin başka
bir siyasal eğilimi ise, yeniden yapılanma' öneriyor. Bu
proje ile sistemin krizinden liberal-batıcı çıkış yolları
aranıyor." (s. 12).
"Rejimi sürdürmeye
çalışan güçler"le faşist hareket ve şeriatçı hareket
arasındaki binbir bağı siyasal tahlilimizin merkezine
yerleştirmeden Türkiye'de bırakın sosyalist politikayı,
herhangi bir politikayı bile yürütmek imkânsızdır. Bir defa
adını koyalım. Rejimi sürdürmeye çalışan güçlerin odağında
devletin çelik çekirdeği yer alıyor. Bir başka deyişle iç ve
dış sermaye çevreleriyle içli dışlı olan ve Türkiye
kapitalizmi adına siyasetin çerçevesini çizen, siyaset
planlamasını yapan askerî ve sivil yüksek bürokrasi yer alıyor.
Türkiye'deki bütün burjuva partilerinin devletin çelik
çekirdeğinin güdümünde hareket ettiklerini ağır bedeller
ödeyerek edindiğimiz bu kadar yıllık tecrübeden sonra artık
biliyoruz. Şeriatçı hareketin devletle olan ilişkisini yukarıda
açıkladık. Türkeş'in Milliyetçi Hareket Partisi'nin
devletin çelik çekirdeğinin legal uzantısı olduğunu bilmeyen
kimse kaldığını sanmıyoruz. Devletin çelik çekirdeğiyle,
rejimin ana bekçileriyle doğrudan bağlantısı olmayan, "bağımsız"
ya da "özerk" faşist veya şeriatçı çevrelerin ancak
marjinal güçler olduğunu da kabul etmeliyiz.
Burjuvazinin yeniden
yapılanma' önerdiği belirtilen eğiliminin, bununla galiba Cem
Boyner'in Yeni Demokrasi Hareketi kastediliyor, batıcı olduğu
kesin ama liberal olduğu çok su götürür. YDH'nin ne
programıyla, ne politikasıyla, ne de kadrolarıyla siyasal ve
felsefi anlamda liberal olduğunu gösteren herhangi bir kanıt yok.
Özelleştirme şampiyonluğu yapmasıyla belki iktisadi anlamda
liberal olduğu söylenebilir ama bu kadarlığını zaten liberal
olarak nitelendirilemeyecek diğer sağ partiler de yapıyorlar.
Özne ve Dinamikler
Taslağın 4. bölümünün
en sonunda Türkiye'deki toplumsal kurtuluş mücadelesinin
dinamikleri sıralanıyor. Toplumsal dinamiklerle ilgili paragraf
şöyle:
"Kapitalizme karşı
mücadelenin öznesi mavi ve beyaz yakalı işçiler ve onun etkin
bir parçası olan kamu çalışanları; geniş kent yoksulları
kitlesi; küçük üreticiler; yoksul köylüler ve kapitalizmin
sömürü düzenini sürdürmesini sağlayan baskı biçimlerine
karşı yürüttükleri mücadeleden dolayı Kürt dinamiği, kadın,
çevre, ve barış hareketleri toplumsal kurtuluş mücadelesinin
başlıca dinamiklerini oluşturuyor." (s. 12).
Öncelikle özne ve
dinamik ayırımının ne anlama geldiğini çıkaramıyoruz. Her
özne dinamiktir, her dinamik de öznedir. İkincisi, yukarıda
sıralanan bütün dinamiklerin şu ya da bu şekilde toplumsal
kurtuluş mücadelesinde yer aldıkları kesindir ama bu durum, bu
dinamikleri birbirinin eşdeğeri sayma sonucunu doğurmamalıdır.
Kapitalizme ve emperyalizme karşı toplumsal kurtuluş mücadelesinin
öncü ve temel gücü işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının
toplumsal devrim mücadelesinin öncüsü ve omurgası olduğu ve
ancak işçi sınıfı çevresinde sözü edilen diğer güçlerin
toparlanabileceği gerçeğinin vurgulanmamasını önemli bir
eksiklik sayıyoruz. Üçüncüsü, başta işçi sınıfı olmak
üzere sözü geçen dinamiklerin bölümün sonunda sıralanması
yerine, öne çıkarılarak Cumhuriyet tarihi boyunca ne ölçüde ve
nasıl etkili olduklarının verilmesinin, yani Cumhuriyet tarihinin
emek ile sermaye arasındaki sınıf mücadelesi tarihi olarak
sunulmasının, sınıf mücadelesi öğretisini benimseyen sosyalist
bir parti için çok daha uygun olacağını düşünüyoruz.
Önemli bir noktayı daha
belirtelim. Kürt ulusal hareketinin, toplumsal kurtuluş
mücadelesinde yer alan dinamiklerden biri olduğu doğru olarak
ortaya konurken, Türkiye'de Kürtlerin dışındaki ulusal
toplulukların ve inanç gruplarının eşitlik mücadelesinin de bu
dinamikler arasında sayılmaması ciddi bir eksikliktir. Türkiye
gerçek bir milletler ve inanç grupları hapishanesidir. Arapların,
Lazların, Çerkezlerin, Gürcülerin, Boşnakların, Süryanilerin,
Ermenilerin, Elenlerin, Yahudilerin ve diğer ulusal grupların
dillerini, kültürlerini korumak, ulusal haklarına kavuşmak ve
hatta bu topraklardan yok olmamak için yürüttükleri mücadelenin
boyutları bugün küçük olabilir, ama zorunlu olarak büyüyecektir.
Aynı şekilde, Alevilerin ve diğer dinsel, mezhepsel azınlıkların
eşitlik mücadelesi de Türkiye'de toplumsal kurtuluş yolunda
önemli bir dinamiktir. Çok-uluslu, çok-kültürlü ve çok-dilli
eşit bir toplumu gerçek bir zenginlik sayıyorsak, bütün ulusal
topluluklara ve inanç gruplarına gerekli özeni öncelikle bizim
göstermemiz şarttır.
Partinin
Kimliği
Taslağın 5. Bölümü
iki kısımdan oluşuyor. İlk kısımda BSP'nin kimliği üzerinde
duruluyor. Buna göre BSP, daha önce de işaret edildiği gibi,
Marksizmi benimseyen, sınıf karakterli, birleşik, çoğulcu,
mücadeleci, devrimci, enternasyonalist bir kitle partisidir. (s.
12-13).
Bu kısımda iki noktaya
değinmek istiyoruz. Birincisi, Partinin toplumsal devrim
mücadelesini örgütlemek, yaymak ve yönetmek amacıyla çalışan
öncü örgüt olduğu belirtilmiyor. Öncülük iddiasından
vazgeçmek pratikte devrim iddiasından vazgeçmek demektir. İkincisi
Leninizm'den koparılmış bir Marksizm, Marksizm olmaktan çıkar.
Marksizm-Leninizm bir bütündür. Dünya proletaryasının on
dokuzuncu yüzyıldaki mücadele deneyimi ile yirminci yüzyıldaki
sosyalist devrim ve iktidar dönemlerini de içeren uluslararası
deneyimi, emperyalizm çağının uluslararası deneyimi keyfî
biçimde birbirinden ayrılamaz, işçi sınıfının bilimsel
teorisi dondurulamaz. Türkiye işçi sınıfının devrimci öncüsü,
mücadelelerini Marksizm-Leninizm'le Türkiye komünist ve işçi
hareketinin ülkenin özgül koşulları içinde edindiği deneyimi
birleştirerek yürütür.
Partinin
Amacı
5. Bölümün ikinci
kısmında "Partinin Amacı" işleniyor. Buna göre "BSP'nin
amacı sosyalizmdir. Kapitalizmin toplumsal bir devrimle ortadan
kaldırılmasını amaçlar." (s. 13). Bu kısımda BSP'nin
herkesin eşit ve özgür olduğu, sınıfsız, sömürüsüz,
savaşsız ve insanla doğa arasındaki uyumun sağlandığı bir
dünyayı amaçladığı, devlet ve toplum ikiliğinin aşıldığı
bir özyönetim düzenini savunduğu anlatılıyor.
Bütün bunlar kuşkusuz
çok yerinde ama can alıcı bir eksiklik var. Böyle bir dünyaya
nasıl varılacağı, cennetlerini kaybetmek istemeyen
kapitalistlerin ve uşaklarının iktidarına nasıl son verileceği
ve kurulacak sosyalist iktidarın, dünya kapitalist sınıfının
bir parçası olan Türkiye kapitalist sınıfının uluslararası
destekli saldırılarına karşı nasıl korunacağı ve savunulacağı
konusunda en ufak bir ipucu yok. Kısacası, proletarya
diktatörlüğünün gereği üzerinde, devrimci kazanımların
uluslararası sermayenin ne kadar kanlı olabildiğini gördüğümüz
saldırılarına karşı fiilen korunabilmesinin tek yolu üzerinde
hiç durulmamış. Burada belki Türkiye'nin bilinen koşullarında
legal bir partinin programında konuya bu açıklıkla
değinilemeyeceği şeklinde bir itirazda bulunulabilir. Ama
Taslak'ta, devrimin korunması ve savunulmasının gerektireceği
önlemler konusunda en küçücük bir imada bile bulunulmamış,
anti-demokratik yasal sınırlamaları kuş diliyle aşmak, "arif
olanın anlayacağı" şekilde meram anlatmak için hiç çaba
gösterilmemiş.
Bir başka can alıcı
eksiklik, sömürüye son vermek, sermayenin emek üzerindeki
tahakkümüne son vermek için mutlaka atılması gereken vazgeçilmez
nitelikteki sosyal, ekonomik ve askerî-diplomatik adımlar konusunda
taslak yazarların kaleminden tek bir satır bile çıkmaması. Belki
inanmayacaksınız, daha doğrusu inanamayacaksınız ama BSP'nin
Program Taslağı'nda büyük sermaye şirketlerinin
kamulaştırılması, dış ticaretin kontrol altına alınması, İMF
boyunduruğunun kırılması, NATO'dan çıkılması, Amerikan
üslerine el konulması, büyük medya kuruluşlarının sermayenin
ve devletin güdümünden çıkarılması gibi bir tek önlem bile
yok. Peki ama sermayenin tahakkümü denen şey nasıl kırılacak,
emekçiler sömürüden nasıl kurtulacak, yeni dünya nasıl
kurulacak? Sihirle büyüyle mi, yoksa dua ederek mi?
Son bir umutla, BSPnin
"Güncel Politik Mücadele Hedefleri"ne bakıyoruz, belki asıl
programda her nasılsa unutulan bu kilit önlemler burada yer
alıyordur diye düşünerek... Güncel politik mücadele hedefleri
16 maddeden oluşuyor ve özelleştirmeye karşı mücadele için;
Kürt sorununun çözümü için; işçilerin, emekçilerin ve tüm
ezilenlerin politik yaşama etkin katılımı için; 12 Eylül
anayasasını ve hukukunu aşmak için; düşünce, eylem ve
örgütlenme özgürlüğü için; yeterli ücret ve maaş için;
adil bir vergi düzeni için; işsizliğe karşı emekçi halkın
korunması için; yoksul köylülüğün desteklenmesi için; düzenin
çevreyi tahrip etmesini önlemek için; kadınların eşitliği ve
özgürlüğü için; tutarlı ve demokratik bir laiklik için;
herkese parasız, eşit eğitim ve sağlık hizmetlerinin sağlanması
için; gençliğe güvenli bir gelecek, gelişme ve özgürlük için;
emeklilerin korunması için; son olarak da, özürlülerin hakları
için alınacak önlemleri sıralıyor. (s. 16-23). Holdingleri
kamulaştırma, NATO'dan çıkış ve benzeri önlemler burada da
yok.
Ne demeli? Galiba bu bir
unutkanlık değil, sistemli bir yaklaşımın ürünü; Marksizme
bağlılık, mücadelecilik, devrimcilik konusunda söylenen bütün
güzel sözlere rağmen gerçekte Avrupalı eski komünistlerin
birbiri ardından benimsedikleri yeni sosyal demokratik platforma
kayma eğiliminin somut bir göstergesi. BSPnin çeşidi grup ve
çevrelerin ortaklığını temsil ettiğini kuşkusuz biliyoruz. Ama
bu grup ve çevrelerin ortak paydasının sermayeyi kamulaştırmaktan
vazgeçme, NATO'da kalma, İMF'de kalma, Amerikan emperyalizminin
üslerine dokunmama, kısacası bağımsızlık ve sosyalizmden
vazgeçme gibi geri ve gerici bir platform anlamına geldiğini hiç
düşünmemiştik ve hâlâ da düşünmek istemiyoruz. Ama bu konuda
derhâl bir açıklama ve düzeltme yapılmasının zorunlu olduğu
da ortada.
TİKP ve TBKP dışında
Türkiye'de bugüne kadar sosyalizm adına ortaya çıkan hiçbir
parti bu konularda taviz vermedi. Aydınlıkçılar "Sovyet
sosyal-emperyalizmi"ne karşı Türkiye'nin NATO'da kalmasının
gerekli olduğunu savundular. Haydar Kutlu'lar ve Zülfü
Dicleli'ler ise hazırladıkları programda NATO'nun siyasi
kanadında kalınmasını, ama askerî kanadından çıkılmasını
önerdiler. BSP'yi oluşturan çevre ve grupların bu iki olumsuz
örneği izlemek isteyeceklerine inanmak istemiyoruz.
Sonuç
BSP Program Taslağı'nda
sosyalist bir partinin programına yakışmayan çeşitli ifade ve
yazım bozuklukları var. Bunlar titiz bir redaksiyon çalışmasıyla
düzeltilebilir. Burada onlar üzerinde durmayacağız. Ancak,
yukarıda işaret ettiğimiz, partiyi sosyalist bir parti kimliğinden
uzaklaştıracak çok önemli ilkesel yanlışların düzeltilmesinin
ve eksikliklerin giderilmesinin zorunlu olduğu kanısındayız.
BSP'nin işçi
sınıfının toplumsal devrim mücadelesinde olumlu bir rol
oynayabilmesi için Program Taslağı'nda en azından aşağıdaki
ilkesel düzeltme ve eklemeler yapılmalıdır:
1. Burjuvazinin
siyasi-askerî tahakkümünü kırmak ve devrimin kazanımlarını
korumak için işçilerin ve emekçilerin özgücüne dayanan bir
meşru savunma teşkilatının gerekli olduğu bir şekilde ifade
edilmelidir.
2. Türkiye
burjuvazisinin resmî ideolojisi olan Kemalizme karşı kararlı
olarak mücadele edileceği belirtilmelidir.
3. Sosyalist devrimin
öncü ve temel gücünün işçi sınıfı olduğu ifade
edilmelidir.
4. Tüm toplumun eşitlik
ve refah içinde yaşaması, maddi ve kültürel düzeyinin her geçen
gün yükseltilmesi için emperyalistlere ve yedi holdinglere ait
bankaların, sigorta şirketlerinin, sanayi, ticaret ve tarım
işletmelerinin kamulaştırılacağı; dış ticaret şirketlerinin kamulaştırılacağı; büyük toprak sahiplerinin mülkiyetine el
konulacağı, bu topraklarm tarım işçilerinin, topraksız ve az
topraklı köylülerin üretim kooperatiflerine devredileceği
belirtilmelidir.
5. Dünya kapitalist
ekonomisinden bağımsız planlı bir ekonominin kurulabilmesi için
İMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist mali kuruluşlardan
çıkılacağı; dış borçların iptal edileceği; eşit olmayan
ikili anlaşmaların geçersiz sayılacağı; Avrupa Topluluğu ile
ortaklık anlaşmasının ve gümrük birliği anlaşmasının iptal
edileceği açıklanmalıdır.
6. Bağımsızlığımızı
korumak ve dünya banşına ve halklar arasındaki dostluk ve dayanışmaya katkıda bulunmak için NATO'dan çıkacağımız;
NATO ve Amerikan üslerine el koyacağımız; gizli diplomasiye son vereceğimiz ilan edilmelidir.
7. Yazılı, sözlü ve görüntülü basın ve yayın kurumlarını kapitalist grupların ve devlet bürokrasisinin elinde halkı aptallaştırma ve gütme silahı
olmaktan çıkarmak için kamulaştıracağımız ve bu kurumlan işçi
ve emekçi kollektiflerinin yönettiği özerk kurumlar hâline getireceğimiz açıklanmalıdır.