Çev. Ali Vuslat
Son birkaç yıldır
"küreselleşme" konusunda çok şey yazıldı. Bu yazına
katkıda bulunmak gibi bir niyetim yok, sadece konuyu kapitalizmin
tarihine ilişkin kendi anlayışım bağlamında ele almak
istiyorum.
Küreselleşme bir durum
ya da olgu değildir: çok uzun bir zamandan beri, daha doğrusu dört
beş asır önce kapitalizmin yaşayabilir bir toplum biçimi olarak
dünyaya geldiği andan beri süregelen bir süreçtir; (kapitalizmin
doğuş tarihini belirlemek ilginç bir problemdir, ancak bunun
şimdiki konumuzla ilgisi yoktur). Konumuzu ilgilendiren ve önem
taşıyan nokta, kapitalizmin en asli özüyle hem içsel hem dışsal
olarak yayılan bir sistem olduğunu anlamaktır. Kapitalizm kök
salar salmaz hem büyür hem yayılır. Bu çifte hareketin klasik
tahlilini tabii ki Marks'ın Kapital'inde buluyoruz.
Marks'ın Sormadığı
Soru
Ancak Marks tamamıyla
küreselleşmiş, yani artık yayılabileceği kapitalist-olmayan bir
alan kalmamış bir kapitalizmin yaşayıp yaşayamayacağı sorusunu
hiç sormadı. Tabii ki bunun nedeni, Marks'ın, kapitalizmin
uzamsal sınırlarına ulaşmasından çok önce yıkılacağı ve
yerine başka bir sistemin geçeceği beklentisinde olmasıydı.
Tamamıyla küreselleşmiş bir kapitalizmin bütünüyle içsel
yayılma yoluyla gelişip gelişemeyeceği, hatta ayakta kalıp
kalamayacağı sorusunu Marks işte bu yüzden sormadı ve
dolayısıyla yanıtlamaya da çalışmadı.
Rosa Lüksemburg'un
Yanıtı
Bu soruyla ve bununla
ilişkili diğer sorularla uğraşmak Marks'ın izleyicilerine
kaldı. Bu doğrultudaki en cesurca ve kimi açılardan en ilginç
girişim Rosa Lüksemburg tarafından Sermaye Birikimi (1912) adlı
büyük eserinde yapıldı. Rosa Lüksemburg, kapitalizmin, daha
başlangıcından itibaren, kendisini çevreleyen kapitalist-olmayan
alanlara yayılarak yaşadığı ve ancak bu yolla yaşayabileceği
teorisini ortaya koydu. Dolayısıyla Rosa Lüksemburg bu soruya,
sözü edilen alanların tükenmesiyle hiçbir çıkış yolu
bırakmayacak nihai bir bunalımın meydana geleceği yanıtını
verdi.
Lenin'in Yanıtı
Buna karşılık, Lenin,
dikkatini bir bütün olarak kapitalizm üzerinde değil, daha güçlü
birimlerin geriye kalan kapitalist-olmayan alanlar da dahil olmak
üzere daha zayıf birimlerin kontrolünü ele geçirmek amacıyla
kendi aralarında rekabet ettikleri bir birimler toplamı olarak
kapitalizm üzerinde topladı. Lenin'in, Birinci Dünya Savaşı
sırasında yazılan ve tezini destekleyen zengin ampirik kanıtları
da ortaya koyan Emperyalizm: Kapitalizmin En Son Aşaması adlı
eserinin özü buydu. Önde gelen emperyalist güçler arasındaki bu
mücadele kapitalizmi bir bütün olarak zayıflatmaya vesile oldu ve
kapitalizmin süregiden yaşayabilirliğini tehdit eden aşağıdan
devrimlerin, özellikle Rus Devriminin yolunu açtı. Ne var ki
sistem kendini toparladı ve savaştan kısa bir süre sonra
emperyalist güçler artık kapitalist-olmayan büyük bir gücün
varlığıyla karmaşık bir hale bürünen kendi yıkıcı
mücadelelerine yeniden başladılar. Yeniden başlayan bu mücadele
İkinci Dünya Savaşı, başta Çin Devrimi olmak üzere yeni bir
devrimler dalgası, Amerika Birleşik Devletleri'nin tek süper
devlet olarak ortaya çıkması, dünyanın ABD hakimiyetindeki
kapitalist kısım ve esas olarak Sovyetler Birliği ile Çin Halk
Cumhuriyeti'nden oluşan kapitalist-olmayan kısım olarak iki
kısma ayrılmasıyla doruğa ulaştı. İki kısım arasında ortaya
çıkan, Soğuk Savaş adı verilen ve genellikle iki devletler grubu
arasında geçtiği düşünülen bu çatışma, aslında, büyük
sıcak savaşları, gerilla savaşlarını, devrim girişimlerini ve
başarılı karşı devrimleri içeren çok daha karmaşık bir
olguydu.
Günümüze Bakış
Yirminci yüzyılın
neredeyse ikinci yarısının bütünü boyunca süren Soğuk Savaş,
kapitalizmin gerçekten küresel ölçekte restorasyonu ve zaferiyle
sona erdi. Ancak bu sonuç hiç de sermayenin geleneksel sınırları
içinde veya ötesinde düzgün bir şekilde yayılması süreci
değildi. Bu süreçte çeşitli şiddet biçimleri muazzam bir rol
oynadığı gibi, kapitalizmin ilan edildiği, yasallaştırıldığı
ve bile bile fidelendiği eski kapitalist-olmayan ülkelerden meydana
gelen geniş alanlarda bu kapitalizmin "normal" bir şekilde kök
salıp büyüyeceğinin kesinlikle hiçbir garantisi yoktur. Üstelik
kendi geleneksel kalelerinde (Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa
Birliği, Japonya ve eski sömürge ülkelerde) olgunlaşan
kapitalizmde, Soğuk Savaş sonrası dönemde kapitalizmin sürekli
yayılmasının ne gibi sonuçlar doğuracağı konusunda ciddi
sorulara yol açan değişiklikler meydana geldi.
Sözünü ettiğim değişiklikler, kapitalizmin yakın tarihinin, 1974-75 resesyonuyla
başlayan dönemin temelinde yer alan şu üç en önemli eğilimdir: (1) genel büyüme hızının yavaşlaması, (2) tekelci (veya
oligopolcü) çokuluslu şirketlerin dünya çapında yaygınlaşması, ve (3) sermaye birikimi sürecinin finansallaşması. Bu dönem tabii
ki gelişmiş iletişim ve ulaşım araçlarının teşvik ettiği gittikçe hızlanan bir küreselleşme dönemi olmuştur, ama sözü
edilen üç eğilimin küreselleşmenin sonucu veya ürünü olmadığı kesindir. Aksine, bu üç eğilimin de kökleri, sermaye birikimi
sürecinin içsel değişikliklerinde, başlangıcı yaklaşık yüz yıl öncesine kadar uzanıp on dokuzuncu yüzyılın sonlarıyla
yirminci yüzyılın başlarına damgasını vuran ve erken (rekabetçi) kapitalizmden geç (tekelci) kapitalizme geçişi
imleyen yoğunlaşma ve merkezileşme hareketlerinde bulunabilir. Birinci Dünya Savaşı ve sonuçlarıyla kesintiye uğrayan bu
geçişin etkileri, yerini kendiliğinden bir canlanmaya bırakmayan ve süregen bir durgunluk ve gerileme döneminin başlangıcı
olduğunu gösteren güçlü kanıtlar sunan 1930'ların Büyük Bunalımında bütün gücüyle ortaya çıktı. Ne var ki, dünya
savaşı bir kez daha imdada yetişti; İkinci Dünya Savaşı, yol açtığı sonuçlar ve Soğuk Savaşla birlikte, kapitalizmin "altın
çağı" (1950-70) diye adlandırılan dönemi yarattı. Bu dönem 1974-75 resesyonuyla son buldu. Ardından da, kökleri yirminci
yüzyılın başlangıcına uzanan eğilimlerin, yani büyümenin yavaşlaması, tekelleşmenin hızlanması ve birikim sürecinin
finansallaşması eğilimlerinin kendilerini yeniden güçlü biçimde ortaya koyup şiddetlenmesine tanık olduk.
Tekelleşmenin Çelişik Sonuçları
Bu üç eğilim iç içe geçmiştir. Tekelleşmenin çelişik sonuçları vardır: bir yandan gitgide artan bir kâr akışı sağlar, öte yandan da gitgide sıkılaşan bir kontrol altında tutulan piyasalarda ek yatırım
talebini azaltır; kârlar gitgide artarken kârlı yatırım fırsatları gitgide azalır. Yani sermaye birikimini yavaşlatan,
dolayısıyla da, gücünü sermaye birikiminden alan ekonomik büyümeyi yavaşlatan bir durum meydana gelir.
Yukarıda söylenenler 1920'lerde ne olduğunu ortaya koyuyor. 1920'ler birbiri ardından
her işkolunda üretim kapasitesinin eksik kullanımının 1929-33 yıllarındaki çöküşle doruğa ulaşıncaya kadar ısrarlı
biçimde yükselmesiyle ayırdedilen bir dönemdi. Gerçek sermaye oluşumunda kendisine kârlı mahreçler bulamayan kârların tamamen
mali ve çoğu kez spekülatif kanallara kayması yönünde gittikçe
güçlenen bir eğilim daha o sıralarda ortaya çıkmıştı. 1920'lerin sonlarında borsadaki olağanüstü yükseliş ve
çöküşün nedeni buydu. Aynı ikili süreç, yani gerçek yatırımların duraklaması ve finansallaşmanın artışı, İkinci
Dünya Savaşı sonrasındaki "altın çağ"da yeniden ortaya çıkmış ve günümüze kadar da gitgide artan bir şiddetle devam etmiştir.1
Küreselleşmenin Özü
Bütün bunlar tabii ki çeşitli süreçlerin kendilerini ortaya koyma biçimine damgasını vuran süregiden küreselleşme bağlamında meydana geliyor. Ancak
küreselleşmenin kendisi bir itici güç değildir. Adına modern tarih dediğimiz dönem boyunca ne idiyse günümüzde de odur: hep
yayılmaya devam eden ve sık sık patlamalara yol açan sermaye birikimi süreci.
[Monthly Review dergisi, cilt 49, sayı 4, Eylül 1997'den çevrilmiştir]
NOTLAR
1. Gerçek ve finansal iki yatırım biçimi, standart iktisatın kabul ettiği yalınkat (ve
çoğunlukla yanlış) şekliyle olmasa bile, tabii ki birbirleriyle
ilişkilidir. Bu süreçlerin daha ayrıntılı biçimde ele alındığı bir kaynak için, bkz. Harry Magdoff ve Paul Sweezy, Stagnation and
the Financial Explosion [Durgunluk ve Mali Patlama], Monthly Review Press, 1987.