Sosyalist Dergi: 16 |  Fatma Şenden |
Yoksullaşma Diz Boyu

     Türk Tabipler Birliği merkez konseyinin çağrısıyla, doktor, hemşire ve diğer sağlık çalışanlarının 10 ve 11 Mart günlerinde iş bırakması medyada hak ettiği yeri almazken, Sağlık Bakanı Recep Akdağ'ın, bu eylemin "ideolojik" amaçlı bir eylem olduğu doğrultusunda yaptığı konuşmasına medyada bol bol yer verildi. Sağlık Bakanı'nın eylem kırıcı bu sözlerine cevap veren İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Gencay Gürsoy, ''Söyledikleri doğrudur. Eylemlerimiz ideolojiktir. Halktan yana, eşitlikçi bir sağlık hizmetinden yana bir ideolojinin göstergesidir'' diyordu.


     Sağlık emekçileri, daha önce 5 Kasım'da, sonra da 24 Aralık'ta gerçekleştirdikleri iş bırakma eylemleriyle son dönemde seslerini ard arda yükselttiler. Sağlık Emekçileri Sendikası'yla birlikte o tarihlerde yapılan eylemlerin içeriğine bakıldığında, çok önemli taleplerin dile getirildiği görüyoruz. Esasen bakanın sözlerini kaydetmekte yarar var. Çünkü bu sözlerinin içeriği ve onun temsil ettiği ideoloji, sağlık hizmetlerinde uluslar arası boyutta planlanan yeni yapısal dönüşümlerin Türkiye'deki uygulamalarına tekabül ediyor. Bu anlamda sağlık emekçilerinin insanca yaşamaya yetecek maaş artışı, iş güvencesinin yanı sıra temel talep olarak savundukları ve özellikle dikkati çekmek istediğim, "ücretsiz, eşit ve kolay ulaşılabilir sağlık hakkı" talebi sağlık sisteminde özelleştirme, devlete bağlı sağlık hizmetlerinin paralı hale getirilmesi girişimlerine karşı atılan siyasal ve devrimci bir taleptir.
     Tabipler Birliği, hükümetin "aile doktorluğu ve sağlıkta dönüşüm projesi" adı altında sağlık hizmetlerinin tamamının özelleştirilmesini öngördüğü projeye karşı çıkıyor, bu projenin uygulanması halinde koruyucu sağlık hizmetlerinin daha da geri plana itileceğini ve sağlık hizmetlerindeki etik sorunları artıracağı uyarısında bulunuyor. Hastanelerin giderek daha fazla ticarethanelere dönüştürüldüğünü belirten doktorlar, hastalara müşteri gözüyle bakılmasına karşı çıkıyorlar. Hekimlerin, parası olmayan yoksullara sağlık hizmetlerinden yoksun bir hayatı reva gören bu sisteme karşı isyanında, kuşkusuz hastaların da eylemlerle destek vermesi ve sağlık hizmetlerinin ücretsiz olması talebi toplum tarafından da örgütlü bir biçimde savunulması gerekmektedir. Ancak böylesi güçlü bir çıkışla bu devrimci talep yankı bulabilir ve sınıf mücadelesinin önemli bir öğesine dönüşebilir.
     Sağlık hizmeti gibi şimdiye kadar esas olarak kamu hizmeti olarak devlet bünyesinde yürütülen bir hizmet alanı ciddi yapısal dönüşümlere uğruyor. Bu dönüşümlerin günlük hayatımıza yansımalarını görmemek mümkün değil. SSK'ya, Bağ-Kur'a, Emekli Sandığı'na azımsanmayacak primler ödeniyor, bu primler kaba bir hesapla, ayda neredeyse net asgari ücretin yarısına tekabül ediyor. Ama ona rağmen, uygulanan politikalar yüzünden bu kurumlardaki hizmetler, bu kurumlara sigortalı olarak bağlı bulunan çalışanların sağlık ihtiyacını karşılayamıyor. Primlerin haricinde her ameliyatta, atılan her adımda, yapılan her tahlilde üstüne üstlük ilave nakit paralar ödendiği halde, nasıl oluyor da, bu kurumların zarar ettiğinden söz edilebiliyor? Üstelik personel sayısının düşürüldüğü bu kadar ortadayken, nasıl böyle bir iddiada bulunulabiliyor? Hastanedeki kimi birimlerin, temizlik işlerinin, kantin işletmeciliğinin, laboratuvar-tahlil işlerinin taşeronlara devredilmiş olması da cabası. Artık, örneğin bir SSK hastanesinde koskoca bir departmanın doktorsuz kalabildiğini, en kıdemli hemşirenin doktorun yerine geçip doktora telefonla ulaşarak birtakım bilgiler alabildiğini, eğer doktor "uzaktan kumanda" ile olaya hakim olamıyorsa, hastanın kendi kaderine terk edildiğini az çok herkes yaşamıştır. Hastalara böyle bir muamelenin reva görülmesi, hastane personeli ile hastaların ve hasta yakınlarının karşı karşıya getirilmesi, hastanın insan yerine konulmaması sıkça yaşadığımız olaylar.
     Hatırlanacağı gibi, bu noktalara adım adım gelindi. Kamu sektöründeki özelleştirmelerin halka yansıtılan ilk gerekçeleri, onların hantal yapılarıyla kamunun sırtınta birer yük olduğu, bu kurumların personel fazlasıyla çalıştırıldığı öne sürülüyordu. Bu gerekçelerle "reform" adı altında uygulanan ikiyüzlü politikalarla nereye gelindiği ortada. Özel sektörü palazlandırmak, kamu alanını piyasaya terk etmek adına, bugün devlet ve SSK hastanelerinde sağlık hizmetlerinin yürütülemeyecek konuma gelmesi sağlandı. Son olarak Bakanlığın uyguladığı yanlış yerleştirme politikaları yüzünden Doğu Anadolu'da kamu hastaneleri doktorsuz bırakıldı.
     Bu sorunların dile getirilmesi ise, Türk Tabipler Birliği ve o sağlık çalışanlarının haklarını savunan sendikalara bırakılıyor. Oysa son dönemde bu kurumların yukarıda sözünü ettiğimiz çok ciddi eylemleri oldu. Bu eylemler, yalnızca çalışanların sorunlarıyla, ücret artışı, sosyal hakların istenmesi ile sınırlı değildi.
     Bu kurumlar, sorunların derininde yatan nedenlere de işaret ediyor, kamuoyundan daha duyarlı tepkiler bekliyordu. Ancak sendikalarımızın kendi sorunları içerisine gömülmüş olma halleri, son dönemde tüm bu saldırılara ayrı ayrı kendi sektörlerinde de karşı duramamış olmanın getirdiği yılgınlık, sağlık alanından gelen bu çığlığın yeterince yankı bulamamasına neden oldu.
     Karşımızda ise yukarıdaki Bakanın örneğinde görüldüğü gibi, konuyu çok güzel saptırmasını bilen, daha planlı ve programlı, bunlardan da önemlisi bu yapısal dönüşümleri uygulamaya kararlı bir hükümet var. Bu hükümet ne hikmetse, hem son seçimlerde görüldüğü gibi, bir yandan "emekçiden yana", "oylarını varoşlardan toparlamış" görünebiliyor, ama aynı zamanda emekçi aleyhine uygulanacak programların, uluslararası para ve finans kuruluşlarının Türkiye'den uygulamasını istediği politikaların baş aktörü olabiliyor.

     "Bireysel Emeklilik" Adı Altında Emeklilik Sistemi de Özel Sektöre Devrediliyor
     Sosyal güvenlik sisteminde son üç yıldır yaşanan gerilemeler bu sistemin tasfiyesinde atılan adımlara hız verildiğinin göstergesi. Emeklilik yaşı yükseltildi, neredeyse dulların ve yetimlerin maaşları kesiliyordu. Kısılmamış olsa da, bu kesimin aldığı maaşın ne kadar düşük olduğunu hepimiz kendi çevremizden, ailelerimizden biliriz. Emeklilik yaşı yükseltilirken, Türkiye'nin Avrupa standartlarına uydurulacağı, Türkiye'de emekli olma yaşının düşük olduğu, Türkiye'nin bir genç emekliler cenneti olduğu söyleniyordu. Halbuki ortalama yaşam seviyesi Avrupa'daki ortalamanın gerisinde olduğunu Türkiye'de getirilmek istenen yaşın mezarda emeklilik anlamına geleceğini devrimciler savunuyordu.
     Şimdi bakıyoruz, emeklilik sistemine kapitalistler el atmış, "bireysel emeklilik" sistemi özel sektörde yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. "Genç yaşta emeklililik" reklamlarla pazarlanıyor. Bu tabii ki kapitalistlerin bir "çelişkisi" değil. Düpedüz onların ideolojik saldırısı. Çünkü bir yandan emeklilik yaşı yükseltildi, insanların emekli olma şansı olabildiğince düşürüldü, çünkü iş yaşamının esnek kurallara, daha doğrusu kuralsızlıklara terk edilmesiyle, insanlar istikrarlı iş olanaklarından, dolayısıyla eskisi gibi primlerini düzenli ödeyerek ve işverenine ödeterek, emekli olabilmekten yoksun bırakıldı. Öte yandan özel finans kuruluşlarına ödenen "bireysel emeklilik" primlerinin yalnızca işçinin kendisi tarafından karşılanmasında görüldüğü gibi, hayat sigortasında da özelleştirilme yaşanacak. Bu hizmetler özel finans kuruluşlarının ve bankaların insafına terkedilecek. 2004 sonu itibarıyla hayata geçirilmek istenen programda emeklilik ve hayat sigortası alanlarında da bir dizi güdükleştirme, dul ve yetim maaşlarının artık son bulması gibi, bugünden medyaya yansıyan kimi kısıtlamalar hayata geçirilecek Bu yazının devamında sözünü edeceğimiz konu, bu dönüşüm politikalar kaynağını hangi uluslararası programlardan alıyor, hangi belgelere dayanıyor, Türkiye'nin taahhütleri nelerdir vs. konusu olacaktır.

     Nedir GATS? Önce GATS'ın oluşum sürecini kısaca hatırlayalım. GATS'dan önce GATT, yani "Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması", 30 Ekim 1947'de imzalanmıştı ve dünya para sistemini oluşturan Bretton Woods anlaşmasında yer alan İMF, Dünya Bankasının yanı sıra ticaret alanındaki işleyiş kurallarını ve anlaşmazlıklarda başvurulacak hukukun temelini oluşturuyordu.1986 yılında Uruguay turu olarak anılan 8. Çok Taraflı Ticaret Görüşmelerinde, mallardan sonra hizmetlerin de serbestleştirilmesi öngörülüyordu. GATT ile başlayan süreç, bu Uruguay Turunun ardından bu yapıyı Dünya Ticaret Örgütüne dönüştürmüştür. Bu çalışmalar 1993 yılında tamamlanmış ve Türkiye de dahil, toplam 125 ülkenin katılımcı olduğu müzakereler sonucunda "Ülke Taahhüt ve Muafiyet Listeleri" oluşturulmuştur. Uruguay turunda alınan kararlar 1994 yılında Fas'ın Marakeş kentinde imzalanmış ve 1 Ocak 1995 tarihinde "Hizmet Ticareti Genel Anlaşması" GATS yürürlüğe girmiştir.
     Kamusal faaliyet olarak yürütülen hizmetler, tek tek sınıflandırılmış ve GATS çerçevesinde özel sektöre devredilmesi planlanan toplam 155 hizmet faaliyeti tanımlanmıştır.
     Türkiye'nin "Taahhüt Listesi"ne göz atacak olursak, toplam 155 hizmet faaliyetinden 72'sine onay verdiğini görüyoruz. Bu sayı diğer ülkelerin ortalamasının çok üstündedir ve Türkiye'nin verdiği liste en kapsamlı listelerden birini oluşturuyor. Bu hizmet faaliyetlerinin sektörel dağıtılımına bakacak olursak, Mesleki Hizmetler, Haberleşme Hizmetleri (posta-kurye-telekomünikasyon hizmetleri), Müteahhitlik ve Mühendislik-Mimarlık Hizmetleri, Eğitim Hizmetleri (ilk ve ortaöğretim, yüksek öğretim hizmetleri), Çevre Hizmetleri (kanalizasyon-çöplerin kaldırılması, sağlık-çevre), Mali Hizmetler (sigortacılık, bankacılık hizmetleri), Sağlık ve Sosyal Hizmetler (hastane hizmetleri), Turizm ve Seyahat Hizmetleri, Ulaştırma Hizmetleri (deniz taşımacılığı, hava taşımacılığı, demiryolu taşımacılığı, kara taşımacılığı) gibi sektörleri kapsadığını görüyoruz.
     Daha önce kamusal bir faaliyet olarak devletin kontrolü altında yürütülen hizmet faaliyetlerinin ticaretinin yapılmasıyla, özel sektöre kar payı çok yüksek koca bir pasta aktarılabileceği keşfedildi. Türkiye hükümetlerinin politikaları, altına imza atılan bu taahhütlerin birer birer yerine getirilmesi politikasından ibaret oldu.

     Dünyada Durum Farklı Değil
     Türkiye'deki sosyal politikaların, gerekse sağlık hizmetlerinin ve diğer tüm hizmet alanlarındaki tasfiyelere bakmadan önce, diğer ülkelerde de durumun hiç de iç açıcı olmadığını belirtmek gerekir. Özellikle güçlü birer "sosyal devlet" olduklarını iddia eden Avrupa ülkelerinde de kapitalist liberal politikalar, sosyal politikalarda tasfiyeye yol açmış, kamuoyu yanlış bilgilendirilmiştir. Kapalı kapılar ardında gizli bir şekilde yürütülen GATS görüşmeleri Türkiye'de olduğu gibi, diğer ülkelerde de ülke kamuoylarından gizlenmiş, hiçbir bilgilendirme yapma gereği duyulmaksızın halkların geleceğini etkileyecek kararların altına imza atılmıştır. Bu kararlar ülke parlamentolarında gündeme gelmemiş, hatta medyada bile yankı bulmamıştır. GATS, sermaye sınıfının gizli kapaklı yürüttüğü, emek cephesinden hiçbir direnişin gelmemesi için olabildiğince dikkatli adımlar atarak halklara inceden inceye "gemisini kurtaran kaptan" liberal anlayışını empoze ettiği bir topyekun saldırıdır.
     Parasız sağlanan sosyal hizmetlerin, örneğin işsizlik parasının, örneğin bedava sağlanan sağlık hizmetlerinin, bedava verilen ilaçların kamuoyunun sırtında "yük" olduğu iddia edilmiş ve temel kimi hakların adım adım kaldırılması gündeme gelmiştir. Bunun en son örneğini, sırasıyla önce Fransa'da daha sonra Almanya'da uygulamaya konulan ve sağlık sigortası kapsamında bulunanların özel muayenehanelerden de bedava yararlanma hakkının kaldırılarak, muayenehanelerden hizmet almak isteyenlerin bundan böyle "ayakbastı" parası ödeme zorunluluğu oluşturuyor. Türkiye'de zaten özel muayenehanelere gidildiğinde bir bedel ödeniyor. O konuda Türkiye'de zaten özel sektörün bir tahakkümü söz konusu Ancak hatırlayacaksınız, SSK ve Bağ-Kur'lular bir zamanlar hiç bir şekilde ilacın belirli bir yüzdesini ödemezdi. Daha sonra adım adım ilaçların yüzde yirmisinin hastalara ödetilmesi gündeme geldi. Bunu protez, gözlük ve diş tedavilerinde malzemelerin belirli kısmının hastaya ödetilmesi takip etti.

     GATS Anlaşmasından Dönüş Olmayacak
     GATS anlaşmasının altına imza atmış olan hükümetler, hizmet sektörü pastasından en büyük payı kapmak için yarışan ulusötesi şirketlere kapılarını sonuna kadar açmak zorunda kalacak. Bir defa özelleştirilmiş olan sektörler yeniden devlet leştirilemeyecek. Özelleştirme gerçekleştiği takdirde, hizmet sektöründe işten atılmalar daha da artacak. Çalışanlara, özel sektörde düşük ücretler, sosyal güvenlikten yoksun, sigortasız ve iş güvencesiz çalışma koşulları dayatılacak. Bu ise, kalitenin düşmesine neden olacak. Hizmet faaliyetlerinden yararlanan yurttaşlara artık birer "müşteri" olacak. Özellikle daha önce alışık olmadığımız sağlık, eğitim gibi alanlarda hastalar da, öğrenciler de "müşteri" muamelesi görecek. Özel hastanelerde kalitenin yıllardır düşmekte olduğu artık bilinen bir gerçek. Aynı şey diğer sektörler için de geçerli.
     Bunlardan da öte, eşitsizlik ve adaletsizlik artacak. "Parası olanın" hizmet görebileceği böyle bir sistemde, parasız olanlar, hiç geliri olmayanlar ya da düşük gelirliler ile her türlü hizmeti "parayı bastırıp" sağlayabilenler arasındaki eşitsizlik uçurumu daha da derinleşecek. Zaten devlet hastanelerinden, Sosyal Sigorta Kurumu'na bağlı hastanelerden kaliteli hizmet alamayan vatandaşlar, bu hizmetlerden hiç yararlanamaz duruma gelecekler. En kötüsü de, bu saldırıların halk arasında "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" anlayışını körüklemesi, daha kötü koşullar karşısında dayanışmanın arttırılması yerine, toplumsal duyarlılığın yok edilmesine yol açmasıdır. Bu olumsuz gelişmeler, insanların olanaksızlıklar karşısında kendi kabuğuna çekilmesine yol açıyor ve kendi sorunuyla boğuşan bir insan, bu sorunların nedenini sağlıklı bir şekilde araştırmak, bunlara çözüm üretmek için örgütlenmek yerine, kendi sorunlarına da, diğerlerinin sorunlarına da duyarsızlaşıyor ve yabancılaşıyor.
     Bu yazıda sağlık alanında görülmeye başlanan sonuçları çerçevesinde Hizmet Ticareti Genel Anlaşması GATS'ın yol açacağı dönüşümlere değinildi. Ancak kamu sektöründeki özelleştirmelerin bir boyutunu oluşturan bu dönüşümleri yalnızca uluslararası bir sözleşmeye bağlamak yeterli değildir. Bu ve benzer sözleşmelerin hükümleri, ülkeler düzeyinde gerekli iş kanunlarına, sosyal sigortalar kanunlarına vs. zaten işleniyor. Daha önce de bu değişiklikler yapılırken gerek ilgili kanunlara, gerekse neo-liberal saldırılara işaret etmiştik Bu bağlamda "yeni iş kanununa hayır", "neo-liberal politikalara hayır", "GATS'a hayır" şeklindeki talepler dile getirilmeye devam edilecek elbette. Ancak bunlar dile getirilirken, asıl önemlisi, yani bu tasfiyelerin sermaye sınıfının tarihsel olarak bir zamanlar işçi sınıfının mücadelelerine karşı kendi eliyle kurmuş olduğu "sosyal devlet"i, bugün tasfiye etmekte ve geri almakta olduğu, yani bu durumun sermayenin tarihsel hesaplaşması olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Ancak bilindiği gibi, kapitalizm kaçınılmaz sonunu kendi bağrında taşımaktadır. Kapitalizme karşı ise ancak örgütlü bir şekilde son verilebilir.
 
Yazarın Diğer Yazıları
 Tarih Zülfü Dicleli'yi Nasıl Yazacak?
 Sosyal Politikada Dönüşümler
 Sosyal Güvenlikte Yıkıma İzin Vermeyelim!
 Görünmeyen Fabrikanın Görünmeyen İşçileri
 8 Mart Niçin Emekçi Kadınlar Günüdür?
 Almanya'da İşçi Sınıfı Sosyal Kazanımlarına Sahip Çıkabilecek mi?
 Yoksullaşma Diz Boyu
 Neo-Liberal "Yükselen Değerler"
 İş Kanunu Kıskacında Kadın
 HÜRRİYET'TEN ALINTILAR
 MALUMU İLAMIN ÖTESİNE GEÇEBİLMEK
 Sosyal güvenlik reformu
 8 MART VE KADINLAR
 BOZ MEHMET’İ ANLAMAK
 11 EYLÜL'ÜN ARDINDAN