“Bütünlük tek tek parçaların toplamından daha fazla şeyi anlatır. Tanımı
gereği bütünlük bir sınırlandırmayı, sınır çizmeyi gerektirir. Tek tek
parçaların bu sınırın dışındakilerle ilişkisi bütünlüğün sınırındaki
biçimlendirmeye tabidir. Sonuç olarak bu ilişkileri tek tek parçalar değil
bütünlüğün kendisi kurar”.(1)
Genlerle ilgili bu yazıma böyle bir alıntıyla başlamamın nedeni, günümüz
bilim insanlarının büyük çoğunluğunun parça-bütün ilişkisini dışlayıp bütünü
parça ile açıklama eğilimleridir. Bütüne, parçaların toplamından daha fazlası
olma özelliğini veren, tek tek parçaların kendi aralarındaki ve bütünün
dışındaki diğer parça ve bütünlerle olan ilişkileri, etkileşimleridir. Bütün
içindeki parçaların kendilerini ifade edişleri, somutlayışları bu ilişkilerle
gerçekleşmektedir. Oysa ki günümüzde, marksizmden birazcık pay almamış bütün
bilim insanlarına hakim olan yaklaşım, parçayı bütünün özü olarak görmedir.
Bütünün bütün özelliklerini üzerinde taşıyan bir parça bulmak, onu açıklamak,
oradan bütüne sıçramak. Bulabildikleri en küçük parçayı “töz” olarak kabul edip,
bu sefer oldu, açıkladık diyorlar. Ama her seferinde daha küçüğüyle
karşılaşıyorlar. Oysa ki, bugün kullandığımız teknolojilerin hemen hemen
tamamının altyapısını oluşturan kuantum fiziği “töz” diye birşeyin olmadığını,
küçüklerin dünyasında birbirleriyle etkileşim halinde olan, tek başına var
olamayan “tözler” olduğuna işaret ediyor. Ama anlayana! (bunun nedeni sanırım
uzmanlaşma denen illet. Adam kimyacıysa gözü kimyadan başka bir şey görmüyor;
sonunda çuvallıyor).
Althusser, bu yanlışlığı şu şekilde ortaya koyuyor ve aşmaya çalışıyor: “Ona
göre (Althusser’e göre), Marks’tan önce felsefede iki ayrı nedensellik kavramı
bulunmaktaydı. Bunlardan birisi, bir öğenin diğerleri üzerindeki etkilerini
açıklayan ama bütünün parçaları üzerindeki etkilerini betimleyemeyen doğrusal
nedensellik, diğeri de parçanın bütün tarafından belirlendiğini açıklarken,
parçayı bütünün özüne indirgeyen açıklayıcı nedensellikti. Yapısal nedensellik
kavramı ise, bu iki tür nedensellikten farklı olarak neden-sonuç ilişkisini, hem
bütünü, onu oluşturan öğelerin etkilerinin dışında tutmadan, hem de onu tamamen
herhangi bir öğesine indirgemeden karşılıklı etkileşim çerçevesinde
açıklamaktadır.”(2)
Özcesi, bir yöntem olarak tümevarım ve tümdengelim, karşılıklı etkileşimler
gözönünde tutularak birlikte kullanılmalıdır. Kolaylık sağlaması açısından,
soyutlama yapılırken de son kertede etkileşimler unutulmamalıdır. Yani,
bütünlüklü bir bakış hiçbir zaman unutulmamalıdır. Daha iyi anlaşılması
açısından birkaç alıntı yapmak yerinde olacaktır. “Bu kuram (Kuantum Kuramı,
y.n.) Dünyayı serbestce parçalara ayrıştıramıyacağımızı, bağımsız ve ayrı olarak
“var olan” en küçük birimlerin mevcut olamayacağını göstermiştir. Eğer Niels
Bohr ile konuşursak, yalıtılmış maddesel parçacıklar yalnızca birer soyutlamadan
ibarettirler. Bu nedenle onların özelliklerini tanımlayamayız, onları ancak
diğer sistemlerle giriştikleri etkileşimler aracılığıyla gözlemleyebiliriz.
Aslında insan klasik görüşte yer alan ve dünyayı bağımsız ve aynı olarak var
olabilen bölümlere ayrıştırarak analiz edebileceğimizi savunan yaklaşımı terk
edip, kesintisiz birlik ve bütünlük yaklaşımına ister istemez eğilim
gösteriyor.”(3)
Ne yazık ki bugün hâlâ klasik görüş hakim bilim dünyasına. Sosyal bilimciler,
hâlâ toplumu bireylerin toplamı olarak düşünüyor, homo economicus’tan yola çıkıp
bütün bir toplumu açıklamaya çalışıyor. Eh, indirgemeci, insan merkezli bakışın
insanı da gen merkezli, tek tek genlerin toplamı olarak açıklaması da kaçınılmaz
oluyor bu durumda. Ve bu sağlıksızlığın kökeni, ta burjuvazinin bugünkü
uygarlığının temeline, Antik Yunan’a dayanıyor. “...Çin felsefesinin bu bakışı,
insanı doğadan ayrı bir yere koyan Yunan düşüncesiyle tam bir karşıtlık
oluşturur. Aslında Yunanlılardan etkilenmemiş olan bütün inanç sistemlerinde
insanın doğanın ayrılmaz bir parçası olarak düşünülmesi neredeyse evrensel bir
olgudur”.(4)
İnsansoyu, bilhassa batı, bu bütünlüğü kavrayamamış olmaktan dolayı başını
sürekli belaya sokuyor. Hemen aklıma gelen bir örnek, veba salgınıdır. Tarlasına
dadanan yılanlara karşı toplu kıyım gerçekleştiren Avrupa köylüsü, bunun
sonucunda artan fare nüfusu nedeniyle veba illetiyle uğraşmak zorunda kalmıştır.
Bütünü parçalayarak açıklayan insan merkezli bakışın amacı, doğaya hakim
olmaktı, teknolojileri de buna hizmet etmekteydi. İnsan merkezli bakış açısı
insanı da gen merkezli açıklamaya çalışmaktadır bugün. Bunun nedeni yine hakim
olmaktır, ama bu sefer insana. Evet bugün gen teknolojilerine bu kadar yatırım
yapılmasının nedeni, iki emperyalist ülkenin başkanlarını bir araya getirip
onlara ortak basın toplantısı yaptıran şey, insan soyuna hakim olma isteğidir.
Bu noktada, burjuvazi zaten iktisadi ve toplumsal olarak hegemonyasını kabul
ettirmiştir denilebilir.
Evet, ancak bu hegemonyanın sürekli yeniden üretilmesi gerekmektedir. Kaldı
ki bazen yeniden üretim gerçekleştirilememekte, kırılmalara uğramakta, bazen de
hegemonya ilişkisi tersine dönebilmektedir. Onların isteği ise, yeniden
üretilmesine gerek kalmadan sonsuza kadar sürecek bir hükümdarlıktır. İşte
genler bu iş için inanılmaz olanaklar sunmaktadır.
İnsan soyunun genler yoluyla “mükemmelleştirilmesi” olarak adlandırılan
Eugenics (öjeni) Fransız “bilim adamı” Francis Galton”un çalışmalarıyla
başlamış, bunu Alman soyunun “mükemmelleştirilmesi” olarak algılayan Naziler,
II. paylaşım savaşı ile 38 milyon insanın ölümüne neden olmuşlardır. Bugün her
ne kadar insan sağlığı için yapıldığı söylense de, bu alandaki çalışmaların
pratikteki yansıması hiç öyle olmamıştır. Kendilerine göre yaptıkları “hasta”
tanımının içine girenler, genler yoluyla sağaltılacaktır. Peki nedir hasta ya da
kimdir? Örneğin, son yılların en iyi fizikçilerinden birisi olan, ama genetik
bir hastalığı (motor nörön) nedeniyle konuşamayan, yürüyemeyen, vücuduna hakim
olamayan Stephan Hawking, bu teknoloji iyice hayatımıza girdikten sonra doğsaydı
yaşamasına izin verilecek miydi, ya da doğumuna izin verilecek miydi, ya da
genlerine yapılacak müdahale ile “normal” bir insan haline mi getirilecekti? Bu
“normal”leştirmenin sınırları nedir? Bu tektipleştirme değil midir? Ve en
önemlisi, tektipleştirmeye kimler, neden ihtiyaç duyarlar? Cevabı basit: Egemen
olmak isteyenler (bununla ilgili çok güzel bir yazı Bilim-Ütopya’nın Ağustos
2000 sayısında yer alıyor). Egemenliğin sağlanmasının en önemli şartlarından
birisi tekleştirmedir, diğeri de tektipleştirme. Bunu gerçekleştirirken
insanları düşünmekten, sorgulamaktan uzak tutmaları gerekir. Bu, düşünmelerini
sağlayacak bilgileri ondan saklayarak yapılabileceği gibi (son yıllara kadar
yapıldığı gibi), anlayamayacakları bilgilerle bombardıman edilmeleri yoluyla da
yapılabilmektedir. Son yıllarda yapılan da budur. Son üç-dört ayda önce ışık
hızının üç yüz kat aşıldığı bilgi sunumu, ardından genom projesinin tamamlanmak
üzere olduğu yolundaki sunum insanların kafasını karıştırmaktan başka bir işe
yaramamış, solun aktif olarak taraf olamaması nedeniyle de gerek ilk deneyin
sonucu olarak sunulan zamanda yolculuk, başka galaksilere ziyaret söylemlerine
gerekse de genom projesinin ardından söylenen “hastalık diye bir şey kalmayacak,
1200 yıl yaşayacağız” safsatalarına inanmıştır insanlar.
Oysa ki bunlar birer safsatadan başka bir şey değildir. Parasızlık nedeniyle
İstanbul’un bir ucundan diğerine gidemeyen insanlar başka galaksilere yolculuk
hayali kurmaya başlamışlardır. Hem nasıl olsa ömrü de 1200 yıla uzayacak,
hastalık diye bir şey de olmayacak, parası olmadığı için hastane kapısında
ölenleri, çöpten ekmek toplayanları unutup uzun ve sağlıklı bir ömürde
yapacağımız ziyaretleri düşünüyoruz. Ne diyelim, hayırlı yolculuklar!
Sırası gelmişken, şu ömrümüzün 1200 yıla uzayacağı hikâyesi hakkında da bir
şeyler söyleyelim. Bizler buna benzer hikâyeleri daha önce de duyduk 20.
yüzyılda ölüm oranlarının azaldığını, bunun da geliştirilen ilaçlar ve tıp
biliminin atılımı ile gerçekleştiğini söylüyorlardı. Ama yapılan araştırmalar,
ölüm oranlarının azalmasında belirleyici olanın 20. yüzyıl ile birlikte ekonomik
koşulların düzelmesinin olduğunu ortaya koymuştur. Milli gelirdeki, evet yanlış
duymadınız, milli gelirdeki küçük bir artışın, ortalama ömür süresine olumlu
etki yaptığı ortaya konmuştur.
Bu kadar para bağladıkları bir projenin sonucunu da yine ilk elden para
olarak almak isteyeceklerdir. Çünkü bu insanların verimlilik anlayışları,
harcanan ve kazanılan paralar arasındaki oranla sınırlıdır. Genleriyle oynanmış
tohumları çiftçilere satıyorlar, hem de satışı sürekli hale getirebilmek için
tohumların üreme kabiliyetlerinin üzerine ambargo koyuyorlar. Buldukları
genlerin patentlerini alıyorlar. Biyologlar! Bir gen üzerine araştırma yaparken
dikkatli olun, çünkü genin patentli olması nedeniyle, patentli gene tecavüz
suçundan mahkemeye verilebilirsiniz! Bizden uyarması. Velhasılı kelam, bu
araştırmaların sonuçlarından herkes yararlanamaz, yararlandırtmazlar,
yedirmezler.
Böyle tehlikeli fikirlerin peşinde koşarlarken gülünç duruma düştükleri de
oluyor tabii. Mesela, İsviçreli bilim insanları, komünistliğin nedenini
bulmuşlar. Neden, beynin ön lobuymuş. O alınınca komünistlik filan kalmıyormuş.
Kendilerine, bence tam Marks’a Lenin’e yakışan tarzda, ince bir cevap
meslektaşlarından, Kübalı doktorlardan geliyor: “bir insanın beyni alınınca
kapitalist olmasına şaşırmadık”. Bence, ayda 20 dolar maaş alan Kübalı
doktorların, nasıl olup da onlardan daha başarılı olduklarını araştırsınlar.
Çünkü, “Kübalı doktorlar mütevazi laboratuvarlarında menenjit, hepatit ve
akciğer, meme ve boyun kanserlerine karşı geliştirdikleri aşı ve ilaçlarla,
batılı meslektaşlarını yaya bırakıyorlar. Kübalılar, menenjite karşı dünyadaki
ilk ve tek aşıyı geliştirirken, kanserli hastaların ömrünü iki katına
çıkarabiliyorlar. Bunun nedenini bilimsel olarak olmasa bile siyasal olarak
bulmuşlar. Bu başarının ardında Castro’nun siyasi başarı sağlama isteği
var[mış]. Castro bu yüzden son 10 yılda sadece kanser araştırmalarına 1 milyar
dolar ayırıyor”.(5) Tabii bu durumda da “Castro neden diğer dünya liderlerinin
aksine, siyasette bu şekilde başarılı olma yolunu seçmiş?” sorusu beliriyor. O
da diğerleri gibi silah üretimine ağırlık verip güçlü nükleer silahlara sahip
bir ülke olma yolunu seçebilirdi.
Son günlerde ülkemizde F tipi cezaevleri tartışılıyor. Resmi makamlar,
konforlu, rahat olduğunu söylüyorlar. Ama asıl amaç izolasyon. Bunu kendileri de
dile getiriyorlar, “teröristler birbirleriyle haberleşmemelidir. Çünkü terörist
haberleşmediği zaman sudan çıkmış balık gibi olur. Başka bir ifadeyle, teröristi
ruhen ve fikren besleyen kaynaklar kesilip kurutulunca, onun devrimci, yıkıcı
yanı ölür. İşte bu ihtiyaçtandır ki teröristler çevreleri ile, dünya ile,
yandaşı örgütlerle haberleşmek için bütün dünyada çırpınıp duruyorlar” (Cezaevi
İdaresi Elkitabı). Sayın Türk, boşuna uğraşmayın. Sizin bilim insanlarınız,
onların beyinlerinin ön lobu nedeniyle, genleri nedeniyle devrimci olduklarını
“bilimsel” olarak kanıtlamış durumdalar. Değil F tipi, Z tipi de yapsanız, onlar
devrimci olarak kalacaklardır, çünkü onları devrimci yapan genler olduğu yerde
durmaktadır. Bunu ben söylemiyorum, bilim insanlarınız söylüyor, sayın Türk.
Peki, genom projesinin hiç mi yararı olmayacak insansoyuna? Tabii ki olacak.
Gen haritamızın çıkarılması, diğer canlılarla benzerlik ve farkılıklarımızı
ortaya koyacak, genetik hastalıkların (tabii insansoyuna ve doğaya uygun bir
hastalık tanımı yapıldıktan sonra) sağaltımı yapılacaktır. Bu insansoyu için
gerçekten ciddi bir amaçtır. Ancak, kuantum fiziğinin bir diğer sonucu da
insanın bir özne olduğunu ortaya koymuş olmasıdır. Sorun da bu bilgilerin
kimlerin elinde toplanacağıdır, yani kim, neyin öznesi olacak? Eğer bu bilgiler
bu insanların elinde kalacaksa, şimdiden endişelenmeye başlamalıyız. Çekirdek
reaksiyonundan atom bombası yapan zihniyet, genom projesinden neler çıkarır
bilinmez ama, bizim hayrımıza bir şey çıkarmayacağı tecrübeyle sabit.
İnsan, sadece genleri nedeniyle insan değildir. Onbinlerce yıldır insan
genlerinde bir değişiklik olmamış, fakat yaşantısında büyük değişimler geçirmiş,
hâlâ da geçirmeye devam ediyor. İnsanı genlere indirgemek bu binlerce yıllık
tarihi de genler tarihine indirgemek anlamına gelir ki, bu durumda değişimden
değil statükodan bahsetmek gerekir. Değişime karşı olan, statükoyu savunan,
egemenliğinin sonsuza dek sürmesi yolunda çalışmalar yapan burjuvaziye inat,
değişimi savunmak, istemek, onun için mücadele etmek ve zafere ulaşmak; işte
özelde genetik biliminin, genelde tüm bilimsel disiplinlerin, insanın evrenle
olan uyumunu en üst noktaya çıkarmak için yapılacak çalışmalar olarak tezahür
edilmesini sağlayacak olan budur.
Zafere ulaşmak için her alanda burjuvaziyle hesaplaşmak zorunda olan işçi
sınıfının, sosyalistlerin, öncelikli olarak bağımsızlığını ilan etmesi gerekir.
Ne yazık ki bugün bu kopuş, özellikle bilimsel disiplinlerde sağlanamamıştır.
Sol, emperyalizmden kopmalı, gelecek projesini bilimsel temel üzerine
oturtmalıdır. Bu alandaki mücadelenin başka birçok şeyde olduğu gibi devrimden
sonraya ertelenmesi, solun kopuşu hiçbir zaman gerçekleştirememesi anlamına
gelir ki bizler onlarca yıldır bunun bedelini ödüyoruz. Artık basit bir
teknoloji düşmanlığıyla burjuvaziyle bilimsel arenada hesaplaşamayacağımızı
görmemiz gerekir. Yeni bilimsel bulguları marksizmin kılavuzluğu ile ele alıp
yorumlamalıyız. Bunun yapılmaması, dünyanın birçok yerinde marjinal topluluklar
olarak görülen solun, bu ülkede de marjinal bir topluluk olmasına neden
olacaktır. Reflektif olarak herşeye hayır diyen, yaşanacak güzel bir gelecek
olan, bilimsellikten bahseden, ama ne yazık ki kendisine ait bir evren anlayışı
olmayan bir marjinal topluluk. Sahi, evrenin oluşumu konusunda bizim düşüncemiz
nedir? Tanrı mı yaratmıştır, yoksa “Big Bang” (büyük patlama) ile mi oluşmuştur?
İkisine de hayır diyorsak ne, nasıl oluşmuştur? Bunun cevabını veremeyen ya da
en azından aramayan bir solcunun bence devrim yolunda yürürken ihtiyacı olan
malzemelerinin eksik kalacağını bilmesi gerekir.
NOTLAR
(1) Gelenek 86-91 Yazıları, Harun Koçak
(2) Bilim Felsefesi, Ömer Demir
(3) Fiziğin Taosu, Fritjof Capra
(4) Bilimin Doğal Olmayan Doğası,
Lewis Wolpert
(5) Radikal, 28 Temmuz 2000