Sosyalist Dergi: 21 |  Ali Kinalı |
Cumhurbaşkanınız Lâdinî mi, Yoksa Klerikalizmci mi Olsun?

İçinde yaşadığımız zaman kesitinin Türkiye'deki başlıca gündemi, yaklaşan Cumhurbaşkanlığının devir teslimi konusudur. Cumhurbaşkanlarının lâdinî (dinle alakası olmayan) biri olmasını isteyen ve kendilerini laikler olarak çağıranlarla, teokrasi yanlısı olup klerikalizm (dinci fundamentalist) amacında olan bir cumhurbaşkanını tercih ettikleri sanılan güçler arasında tam bir ağız dalaşı yaşanmaktadır. Medya cephesinde ve Türkiye'nin en küçük yerleşim noktasına değin uzanan her alanda mahalleliye gına getirten tellallar misali, vatan millet sakarya çığlıkları eşliğinde cumhurbaşkanlığı tartışması yapılıyor. Bu ne telaş, diye hayrete düşmeden edemiyor insan. Radikal sağcıdan, Türk milliyetçiliğini arka cebinde eksik etmeden ortada dolaşan solcusuna dek, geniş ilişki ağı biçiminde ve adeta rönesans halinde bulunduklarını ispatlarcasına, son Türk devletini kurtarmak gayretiyle geniş bir kesimin devrede olduğu görülüyor. Akıllara inat edercesine, Türkiye'nin tek baş ağrısının bu olduğu vurgulanarak tüm sorunlar devlet koltuğunun bu noktasında çözümlenebilecekmiş gibi empoze edilmektedir kitlelere. Hayal edilmedik yöntemlerle, akla gelmedik araçlarla ve mümkün olan her yerde aman ha cumhuriyet ve laiklik elden gider ya da laik cumhurbaşkanı olmazsa şu olur veya bu olur gibi hiç de yeni olmayan tekerlemelerle ortalık gümbürdeyen deprem havasındadır adeta.

Cumhurbaşkanlığı sorununun, yine önceki dönemlerde olduğu gibi, işçilerin, emekçi halkların bir sorunu olmamasına özen gösterilerek ve bilinçli biçimde sınıflar üstü bir gündem olarak yansıtılmaktadır. Konu tek başına laiklik yanlılarıyla buna karşıt konumdaki güçler arasında bir sorun olarak kamuoyuna pazarlanmaktadır.

Bu arada laiklik ve milliyetçilik adına bulamaç olmuş biçimde ortalıkta olan uçların birleştikleri ortak noktanın, cumhurbaşkanı olacak kimsenin "milliyetçi, halkçı temayülde" (nasıl bir ucubeyse bu) bir demokrat olması yönündedir. Laiklik yanlılarınca görev süresi dolmakta olan Cumhurbaşkanı Sezer'in bu temayülde olan kişiliği övülerek yansıtılmaktadır. Burjuvazi cephesinde adeta postmodern kavgaya dönüştürülmüş olan bu sorun hakkında söylenecek ve gözlere sokulacak o kadar çelişki yaşanıyor ki, hangisinden başlanıp yazılacak olsa sayfalar yetersiz kalacaktır. Neyse ki, benim amacım da zaten bunu uzun uzadıya yazmak değildir.

Anlaşılan o ki, Ahmet Nejdet Sezer'in farklı olduğu daha uzun zaman ileri sürülmeye devam edilecektir. Geçmiştekilere oranla daha demokrat olduğu konusunda bu görüşün bir yanıyla doğruluk payı da vardır kuşkusuz. Özelleştirmeleri durdurmaya gücü yetmemiş olsa bile, emekçi halkların tepkisine tercüman olarak yer yer karşı durması gibi örnekler de verilebilecektir. Ancak, eğer geçmişten günümüze değin AKP taarruzları karşısında her sıkıştığında militarizme göz kırpan biri olduğu atlanırsa, eğer radikal milliyetçilikle salt devlet değerleri gereği beraberlik içinde olduğu ileri sürülerek hoş karşılanırsa, Kürt bölgelerinde şu meşhur "derin"den beslenmiş olarak karanlık güçlerce işlenmiş olan cinayetlere sessiz kalmışlığı görülmezden gelinirse, eğer ilerici yazar ve yayıncıların faşistlerce katledilişlerinin üzerine örgütler ilişkisinden kalkarak gidilmediğine bakılmazsa, sonuca ve bunlara karşın cumhurbaşkanının yapabilecek şeyi yoktu diyerek geçilirse, sonuç olarak sıralamada Türkiye'nin en iyi cumhurbaşkanıydı denebilir. Ne var ki, bütün sonuçlarıyla bakıldığında, görev süresi dolmakta olan Sezer'in demokratlığına gölge düşürmediğini söylemek tutarsız bir iddia olarak kalmaktadır. Sezer'in başka seçeneği olmadığı, bir başınaydı, çıkmazdaydı ve o sebeple bazı şeylere mecburdu biçiminde görüşler ileri sürüldüğüne de şahit olunmaktadır. Belki bir bölümüyle bu görüş sahiplerinin haklı olduğu da söylenebilir. Ancak, doğrusu tam da bu değildir. Halkı kör ve güdülecek koyun yerine koymadan ve gerçekleri çamurla sıvamaya kalkışmadan bakmak gereklidir. Soruna emekçi halkımızın ve insanlığın ortak çıkarları etrafında bakmak gerekmektedir. Böyle bir doğrultuda bakıldığında, Türkiye gerçeklerini daha berrak biçimde görmek mümkündür. İşin özü kısaca şudur! Türkiye işbirlikçi sermayenin çıkarları doğrultusunda bir patent ve montaj ülkesi biçiminde ve ağırlıklı olarak dış sermayeye bağımlı durumda kaldıkça, işbirlikçi kapitalizmin çıkarları doğrultusunda emperyalizme bekçilik yapmak amacıyla NATO'daki varlığına devam edildikçe, üs ve tesis sahası olarak emperyalizmin emrinde kaldıkça, İMF'ye diyet borçları ödemeyi sürdürdükçe, ABD ve AB bağımlısı politikalar doğrultusunda yönetilmeye devam edildikçe, geçmiş devlet başkanlarının olduğu gibi gelecekte de hiçbir devlet başkanının bağımsızlık yanlısı icraat gösterme şansı olamayacaktır. Dolayısıyla, vatan kurtaran kahramanlar biçiminde dolaşıp çığlık atmakla vatanın kurtarılmasının iki farklı gerçek olduğunu bilmek gerekiyor. Türkiye toprakları üzerinde yaşamakta olan tüm halklarla kardeşlik ve barış temelinde bir arada, demokratik ve bağımsız bir Türkiye için birlikte mücadele edilebilirse, ayrımsız kader ve güç birliği içinde olunabilirse ülkenin geleceğinin garantiye alınmasının olasılığından ancak o zaman söz edilebilecektir. Aksi halde, sömürülen bir toplum olarak kendi toprakları üzerinde emperyalizmin yeni sömürgeci hesapları doğrultusunda ve bu çıkarlara uygun birer köle biçiminde kalmaya devam edilecektir.

Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye de son 30 yılda önemli çalkantılara sahne oldu. Özellikle, 12 Eylül askeri faşist darbeden sonraki süreç boyunca siyasi arenada akılları altüst eden gelişmeler yaşandı. Ecevit hükümeti protokolüyle altı imzalanmış olan ve kemalistlerle, radikal milliyetçiler arasındaki dolaysız işbirliği anlaşmasının ilkelerini oluşturmuş olan anlaşmanın bu cumhurbaşkanlığı gündemiyle de halen yaşatılıyor olduğu izlenmektedir. Bu durumu gördükçe hiçbir devrimcinin ve demokratın kaygılanmadan edebileceğini sanmıyorum. Milliyetçi, faşist güçlerle Türkiye'de sağ sosyal demokratlar olarak bilinen güçler arasındaki bu işbirliğinin özünde emekçi halklarına zarar vermekte olduğundan kuşku yoktur. Kemalizme ve sosyal demokrat olduğunu söyleyenlere ümit besleyen emekçileri sınıfsal mücadele ilişkisinden kopararak milliyetçi, gerici, şovenist temayüller doğrultusunda yönlendirmekte olanlar kuşkusuz kime hizmet ettiklerini iyi bilmekteler. Sözde sol ve radikal sağın işbirliği sayesinde olsa olsa sadece sermaye sınıfının rahatlayıp derin nefes aldığından kuşku yoktur. İlgili kesimlerin Kürt meselesine yaklaşımlarına bakıldığında, başta Cumhurbaşkanı Sezer, CHP, DSP, İP olmak üzere, MHP'nin ve DYP'nin aynı hedeflerde ve ideolojik amaçlar etrafında birleştikleri görülüyor. Yaygın olan bir görüşe göre, ilgili çevrelerin en baştaki ortak kaygısı Kürt sorunudur. Daha çok bu ortak kaygıda uzlaşan kemalistler ve milliyetçi sağ güçlerin çabası işte tam da bu sorunda odaklaşmaktadır. Hiç umulmaz ya, Kürt sorununun çözümü amacıyla belki bir iki adım atacağından şüphelenilen AKP'li birinin Cumhurbaşkanlığını engellemek ortak amaçlarıdır. Tabii bu ortak amaçlarında başarılı olabilmek amacıyla başvurdukları klasik metodlardan biri de laiklik deyimidir. Laiklik elden gider ya da Cumhuriyetin kazanımları yok edilir gibi spekülatif propaganda metodlarıyla kitle desteğini de arkalarına çekmek gayretinde olduklarını belirtmiş olayım.
Genel olarak bir laiklik söylemi yüzyıla yaklaşan bir süredir kullanılmaktadır Türkiye'de. Emperyalizme her alanda bağlı ve işbirlikçi güçlerin yönetimindeyken, kime ne biçimde laiklik sorusu sorulmayacak mıdır? Öncelikle, kitleleri karşı karşıya getirmek amacıyla bazı güçlerce bilinçli olarak kullanılıp yararlanıldığı bir yana, Türkiye'nin resmi laikliğinin ne derece ülkenin ve halkının gerçeklerine tercüman olabildiği, daha tam olarak üzerinde hesaplaşılmış ve açıklama getirilmiş bir konu değildir. Çünkü, laiklik deyimi hep devletin güvenliğiyle eşleştirilmiş ve öyle bakılmış olduğundan, bilinçli biçimde tartışma dışı tutulmuş bir konudur. Konunun bu ayrıcalıklı statüsüne el atmak en başta bilim dalında aktif olan akademisyenlerin ve ülkenin ilerici uzman güçlerinin işi olmalıdır. Bu soruna derinlemesine girmek, barajlarla çevrili sistemden kurtulmak için, süngü tehdidi ve korku geleneğinden kurtulmak için de gereklidir. Eğer sağlanmak isteniyorsa demokratik ve toplumsal anlamda ilerleme, o durumda laiklik deyiminin de Türkiye koşulları içindeki maksadı ve ülkenin gerçeğine uygunluğu tartışılıp belirginleştirilmelidir. Evet, bu hiç de kolay bir adım olmayacaktır. Böyle bir adım atmanın Türkiye gibi bir ülkede birçok riskleri olduğu da ortada. Ama gerçekten artık spekülatif biçimde yaşayan ve önünü göremeyen bir toplumsal yapıya son verilmek isteniyorsa, bu sorgulamayı yapmanın gerekliliği ve kaçınılmazlığı kabul edilecektir. Çünkü, işçi sınıfının ve devrimci demokrasinin ve hatta Kant gibi siyasi ve felsefi liberallerin savunduğu tutarlı laikliğin tersine, resmi laiklik anlayışının Türkiye'de kullanıldığı günden bu yana ülkenin gerçeğine tercüman olmayan bir deyim olarak kaldığı aşikardır. Daha çok içi boş tartışmalara hizmet etmiş olduğu, işçi ve emekçilerin sınıfsal olarak bir arada olmalarına hizmet etmemiş olduğu gibi, batıya layık olmayı öngördüğünden dolayı, kendine güven duymayan, geniş boyutta küçüklük kompleksi ile yaşayan, emperyalizm işbirlikçiliğine uygun insan tipinin biçimlenmesine hizmet etmiş olduğu da gün gibi ortadadır. Dahası, sınıfsal bilinçten yoksun durumdaki emekçi halkların karşı karşıya gelmelerine konu teşkil etmiş olduğundan, sermaye sınıfının işine yarayan bir ayrıştırıcı, parçalayıcı aparata dönüşmüş olduğu da dikkate alınmalıdır.

Kimin kime laik olması isteniyor diye sorulması gerekiyor. Türkiye değişik kültürler biçiminde binlerce yıldır var olmuş halkların ortak bileşiminden oluşmaktadır. Daha devlet düzeni olarak toplumsal yaşama geçilmeden çok evvel toplumsal gruplardan oluşmuş halk soyları yaşamaktaydı bugünkü ülkemiz toprakları üstünde. Osmanlı tarihi bunun yanında daha dünkü tarih gibi kalmaktadır. Türkçülüğün daha devlet olarak var olduğundan çok önceleri farklı imparatorlukların egemenliğine sahne olmuştur bu topraklar. Günümüzde ortak bir ülkede birlikte yaşadığımız geniş halkların çoğu bu değişik tarihi dönemlerde egemenlik sürdürmüş olan imparatorluklardan kalma halk gruplarının soyundandır. Bu gerçeklerin ezberci anlamda Türkçülükle perdelenip ortadan kaldırılması mümkün olmadığı gibi, gerici milliyetçi ideolojilerin arkasına sığınarak üstü örtülemeyecek kadar da büyük ve tarihsel olduğu anlaşılmalıdır. Türkiye toprakları üzerinde yaşayan halklar hep ve çoğunlukla ayrı töre ve gelenekler içinde, ama sonuçta birleşik ilişki sistemlerinde, tarihten bu yana bir arada olagelmişlerdir. Bu topraklar üzerinde yaşamakta olan halkların büyük bir kısmının eski incilin ortaya çıkışının öncesine uzanan köklü ortak geçmişleri bulunmaktadır. Daha dinler ideolojisi yayılmadan evvela var olmuş halkların geleneğindendir. Ülkemizin bulunduğu alan insanlığın en eski uygarlıklarına sahne olmuş bir dünya parçası üzerindedir. Böyle bir coğrafyada halkları köklü geleneklerinden kılıçla keser gibi koparmak çabası yanlış bir çabadır. Bir halkın bir diğerinin değerlerini üstlenmesini zorlayıcı biçimde şart koşmak, tarihsel değerlere karşı düşmek olduğu gibi, insanları kültürleri ve inançları ile yargılayıp karşı karşıya getirmek olacaktır. Bu çaba gerçeğin kendisine karşı çıkmak çabasından başka şey değildir.

Mozaik biçiminde oluşmuş toplumların her yönüyle ilerlemeye daha elverişli toplumlar oldukları bilinmelidir. Bilimsel ve kültürel anlamda gelişmesini daha ileri boyutta tamamlamış ülkelerde eksik olan budur. Böylesi bir mozaiklik oluşturulmaya çalışılmaktadır. O doğrultuda büyük oranda projeler geliştirilmekte ve yatırımlar yapılmaktadır.

Ancak ne ki, az gelişmiş ya da gelişmesini sosyal, kültürel olarak tamamlamamış devletler halen bunu bir korku olarak yaşamaktalar. Çünkü, böylesi ülkelerdeki rejimler halklarına gerekli yatırımı yapmamış olmanın suçluluğunu, baskı ve şiddet politikalarıyla gizleyip geçiştirmek gayretindedirler. Korku ve saldırganla erki ayakta tutmanın gayreti güdülmektedir. Sosyal ve kültürel olarak gerekli imkânlara kavuşmamış ve mahrum kalmış halklara mensup fertler mistisizmciliği bir kültürel teselli ilişkisi olarak görmektedir. Ya da buradan daha ileriye bir arayışa geçtiğinde ilk ulaşabildiği geri geleneklere bağlı olarak gelişme imkânı olan klerikalizmdir (fundamental dinciliktir). Ama sonuçta temel etmeni devlettir. Bu gerçek atlanarak, tek başına ve çıplak olarak dincilik sorununa bakıldığında, demokratik ve kültürel olarak gelişmesini tamamlamış kitleleri bulmak mümkün olamayacaktır.
Türkiye halkları bilinçli biçimde dincilik ve laiklik gibi kısır bir sürtüşme ortamına çekilmektedir. Oysa, sermaye sınıfları arasında ulusal ve uluslararası düzeyde yapılan işbirliğinin önüne bu gibi sorunların konmadığı görmezden geliniyor. Hıristiyan ya da müslüman işadamı ayırımıyla kapitalizmin hareket etmediği bilinmezlikten geliniyor. Sermaye sınıfının çıkarları için milliyetçilik ya da dincilik gibi konuları dikkate almadan işbirliğine girdiği anlamazlıktan geliniyor. Bütün ayrımcılık ve boş sürtüşmelere emekçi halkları bilinçli olarak alet edilmektedir. Halbuki, emeklerinden ve iş güçlerinden başka kaybedecekleri hiçbir şeyleri olmayan bu masum kitlelerin birbirlerine kötü bakacak sebepleri bulunmamaktadır. Emekçilerin birlik içinde karşı çıkmaları gereken ortak düşmanları, onların üretimleriyle yaratmakta oldukları artı değerlerine el koyan dünya ve ülkemiz kapitalistleridir. Bu durum sınıfsaldır ve en gerçekçi olanıdır. Türkiye burjuva siyasetçilerinin ve partilerinin bilinçli olarak sakladıkları ve anlatmaktan kaçındıkları bu gerçektir. Bunu kitlelerin bilincine çıkarmak gerekiyor.

Topluma ve bireylere dayatılmadıkça din sorunu kişinin kendisine ait olan bir kişisel inanç sorunudur. Bunun devlet yönetimi ile özdeşleştirilerek yararlanılmaya çalışılması yanlıştır. Kendi ruh hali içinde yaşayan kitleleri laiklik dışı ve devlet karşıtı gibi göstermek de yanlıştır. Bu sürtüşme olarak yaşandığında, bundan yararlanacak olan emekçi halkları değildir, kuşkusuz ve kesin olarak bir tek işbirlikçi burjuvazi yararlanmaktadır.

Emekçi halkların ortak sorunu ülkenin tam bağımsız biçimde, demokratik, sosyalist bir toplumsal yapıya dönüştürülmesi olmalıdır. Kollektif olarak, hak ve hukuk düzeni içinde eşit şartlarda bir arada yaşamak için savaşım olmalıdır.

Bu doğrultuda emekçi halkları uyaracak, bilinçlendirip aydınlatacak olan demokratik toplumsal, siyasal odaklarda ve meslek dallarında faaliyet gösteren örgütler ve bireyler olacaktır.

Esas itibariyle böylesi sınıfsal ilkeler doğrultusunda yığınları birleştirmesi gereken güçler uyanık olmalıdır. Ortamın sinsice oynanan oyunlarına alet olmaktan kesinlikle kaçınılmalıdır. Halkımız dinle ilgilendiğinden dolayı suçlu olarak görülmemeli. Gerçekçi olarak bakmak en başta devrimcilerin ilkesel tutumu gereğidir.

Bizim ülkemizin insanı gerici değildir. Doğrusu geride bırakılmıştır. 70 milyon nüfuslu bir ülke olarak 21.yüzyılda iken halen daha 7 bin sağlık ocağına karşın 77 bin camiye ve sadece 300 kütüphaneye sahip olan bir ülke insanından nasıl tüm sonuçlarıyla çağdaş ve demokrat olması beklenebilir ki? Halkımızda değildir kabahat. Emekçi halkımızı hor gören, üvey evlat muamelesine tabi tutan, sosyal alanlara yatırım yapmayan ve esas suçlu olarak görülmesi gereken 25 varlıklı ailenin elindeki devlettir.
Emekçi yığınlarını uyarmak devrimci, demokratik güçlerin başlıca çabası olmalıdır. Sosyalist bir sistemle kesin olarak kurtuluşun mümkün olacağı, sekterliğe düşmeden ve bıkmadan en uyumlu olacak yöntem ve araçlarla anlatılmalıdır kitlelere. İşçiler fabrikalarda aynı kaderi paylaşırken, köylüler kendi kısıtlı olanaklarıyla aynı çileyi ortaklaşa paylaşırken, birbirine düşman olması tersliktir, yanlışlıktır. Ortak düşman duruyorken emekçiler kendi gerçeklerini yansıtmayan ve zorlamayla önlerine çıkarılmış olumsuzluklar sebebiyle karşı karşıya gelmemelidirler.

Komünistlere, sosyalistlere ve ezilen halklara her alanda engeller çıkaran, anti-demokratik olduğunda hiçbir şüphenin bulunmadığı bir seçim sistemiyle oluşturulmuş bir Meclisin seçeceği cumhurbaşkanı da bu Meclisin kendisine benzeyecektir. İster üzerinde mutabakat sağlanmış olarak, ister tek başına AKP'nin çoğunluğuyla seçilmiş olsun, seçilenin seçenlerden daha farklı olacağını sanmak hayalciliktir.

Tüm bu ortadaki gerçekler bir şeyler öğretebiliyor olmalı bence. Vaziyet elbette iç açıcı değildir. Ama bir kurtuluş imkânımızın daha olduğu da unutulmasın.

İşçiler, emekçiler, vefakâr, yurtsever halkımız, dünyanın ilerlemiş, bilinçli toplumları gibi gelişebilmek sizlerin de en doğal ve en kaçınılmaz olan hakkınızdır. Birleşin!

Güç ve eylem birliğiyle kapitalist sömürüye son vererek kendi ellerinizle yaratacağınız sosyalist düzenle kurtulmuş olacaksınız. Bugünün esiri olan sizler, yarının yöneticisi olmak için savaşmalısınız!
Yaşasın işçilerin birlik ve dayanışması, yaşasın halkların kurtuluş ve barış mücadelesi!
 
Yazarın Diğer Yazıları
 İsveç Dersleri – I
 İkinci Dünya Savaşı'nın 60. Yıldönümü
 Küreselleşme Emekçi Halkları Köleleştiriyor ve Irkçılığı Geliştiriyor - İsveç Dersleri - II
 Cumhurbaşkanınız Lâdinî mi, Yoksa Klerikalizmci mi Olsun?
 Tabela Biçiminde Bir İşsizlik Sigortası Kalıcı Sosyal Kazanımdan Sayılamaz
 “Örgü”ye Katkı"
 Euro Emekçilere Yoksulluk Getirir
 Euro'ya Kaçış