Yabancı Düşmanlığının Kaynağı
Beri yandan, kötülüğün temel sebebini göremeyen tek tek insanlar ya da guruplarda yanlış yönelimler ortaya çıkıyor. Bu tür insanlar kötülüğün sorumlusu olarak en kolay empoze edilmiş biçimiyle yabancıyı görüyor. Ortamın bu derece yozlaşıp, bulandırılmasının başlıca sebebi, insanların yarınlarının önüne kâr düşüncesi ve hırsını koymuş olan egemen sermaye sınıfı ve devlet yönetimlerindeki sermaye yanlısı yöneticiler olduğunu akla getiremiyorlar. Hırçın ve de saldırgan olarak bireyselliğe yönelebilmektedirler. Son verilere göre, 50 milyon insan AB'de yoksulluk sınırı altında yaşamaktadır. Bu gerçekler sebebiyledir ki, biz komünistler AB'yi işçi sınıfına karşı bir güçlü kapitalist saldırı olarak görmekteyiz.
Salt genel durumu anlamada bir ölçü olması için, İsveç bazında duruma bakmamız yeterli olacaktır. Özellikle son yirmi yıllık politikaların hedefi, zaten başlı başına işçi sınıfının ve de dar gelirli halk yığınlarının kazanılmış haklarını kırpmak ya da budamak girişimleri oluşturmuştur. Bu da yetmediği gibi, ekonomik olarak iyiye gidilmediğinden yakınarak, İsveç sosyal sisteminde daha da köklü kısıtlamalara gidilmesini savunan sermaye yanlısı, emekçi halk karşıtı çevreler, en başta sağcı partileri, artık geleneksel olarak yaşandığı gibi, sosyal güvence içinde yaşama olanağının kalmadığını iddia ederek sosyal haklardan eksiltilmelere gidilmesi önerisinde bulunmaktalar. Son olarak dört sağcı partinin ortaklaşa açıkladıkları alternatif politikaları da, İsveç halkının gelecek dönemlerinin daha da çetin olacağına işaret etmektedir. İşsizlik kasası ödentisi daha da düşürülerek, giderek bir güvence olmaktan çıkarılır konuma çekilmektedir. Çocuk bakımına mecbur olan anne ya da baba yardım görme yerine, alacağı ödeme düşürülerek adeta cezalandırılmaya çalışılmaktadır. Hasta olmanın da artık nerdeyse suç olarak görüleceği günleri neredeyse yaşayacak duruma geldiğimiz İsveç'te, hasta olduğu için işine devam edemeyecek özürlünün de ödemesinden kesintiye gidilmesi önerilip planlanmaktadır.
Oysa aynı anda şirketler bazında ve de yüksek devlet memurları bazında yapılan araştırma sonuçları karşımıza tam tersi bir durum çıkarmaktadır. Şu son dört yılda şirketlerin kârlarının giderek artmış olduğu ve yüksek katlardaki yönetici ve planlamacıların da maaşlarının üçe, dörde katlanarak artmış olduğuna bakıldığında, İsveç ekonomisinin hiç de iddia edildiği gibi kötüye gitmediği, aksine iyiye gittiği gerçeği ortaya çıkmaktadır. Ancak sonuçta şu demek oluyor ki sistem ve ekonomi azınlığın elinde olduğu için, namuslu bir açıklama halka yapılmıyor. Bunun yerine halka yalan, yanlış açıklama yapılarak, halklar zan ve töhmet altında tutulmaya çalışılmaktadır.Ayrıca ülkedeki tüm özel şirketlerin ekonomik kârlılıkları artmışken ve bunlardan devlete gerekli girdi elde edilemiyorken, dönülüp halka tersine açıklamak yapmak kasıtlıdır.
Halbuki bize göre bu duruma daha gerçekçi bakıldığında sonuç şunu gösteriyor ki, devlet sistemi yanlış ellerdedir. Dahası devlet planlamacıları ve politikacıları da yanlış yolda ve halka karşı bir tutum içindedirler. Bu sonuca göre sistemin değiştirilerek, işçi sınıfının ve gerçek halk önderlerinin yönetime gelmesi zorunluluğu aciliyet kazanmıştır. Biz komünistler bundan başka bir çıkar yol görmüyoruz.
İşte bu gerçeği böyle gören ülkenin demokrasi güçleri, halk önderleri, en başta da komünistler, sistemin değişmesi gerektiğini ve işçi sınıfının üretici güç olarak, yönetici konumda olması gerektiğinin zaruretine işaret etmektedirler.
En son İsveç devlet istatistiklerince yayınlanan verilere göre, 1991 yılı sonu itibariyle yüzde 2.5 olan işsizlik, 2004 yılı sonu itibariyle bu sayının yüzde 5.5 oranına çıktığı görülüyor. Buna göre 14 yıllık bir dönem içinde, (Eğer bu sayıya yüzde 2.5, 241 000 kişilik yetişmiş nüfusun geleceği olmayan öğrenim dallarındaki varlığı da dahil edilmezse, ki bu sayının yetişkin öğrenimi altında finanse edilmesindeki amacın işsizliği düşük göstermek maksatlı olduğu da biliniyor) işte yüzde 2.5'luk bölümü de içine alınıp hesap edilmediği halde, yine de işsizliğin 14 yıllık bir dönem içinde çalışabilir nüfusun yüzde 30'una ulaştığı görülmektedir.
Bu derece açık olan olumsuzluğa rağmen, İsveç iktidar çevreleri gelecek için yine de iyimser tahminlerde bulunuyorlar, ama öte yandan ülkedeki halkın durumu da her gün derinlemesine kötüleşmektedir. Bu durumun daha çok AB'ye ülkenin üyeliğiyle ve globalleşme politikasıyla derinlemesine ortaya çıktığının, İsveç halkı da bilincindedir. Ne ki, Birliğe üyeliğin halkın kararına başvurulmadan alındığı da akla getirilince, ne derece bir aldatılmışlık duygusunun halkta hakim olduğunu kestirmek gerek. Halkın geniş kesimi, daha baştan itibaren etkili biçimde birliğe üyeliğe karşı çıkmadığının pişmanlığını iliklerine dek yaşamaktadır. Dar gelirli emekçi halk, özellikle AB üyeliğinden sonradır ki bunalımın daha da derinleşerek geliştiğinin bir olumsuzluk olduğunu çoktan kavramıştır. Ne ki mücadele yerine, bu terslikten kurtulamayacağını ve çaresiz konumda, çıkış yolu olamayan bir durumda olduğuna inananlar daha halen de çoğunluktadır.
Duruma karamsar olarak çoğunlukla böyle bakılınca, ülkenin zayıfıyla daha şanslısı arasındaki sürtüşmeler de hızla gelişmektedir. Ortaya çıkan olgular, gerçek hedefi bilinmeyen protestolar olarak bireysellik içermesi nedeniyle korkutucu olmaktadır. Yerli İsveçlinin göçmen kökenli gurupları ekmeğine ortak olmuş sonradan gelmişler olarak görme alışkanlığı yaygınlık kazandıkça, tehlike daha da korkutucu oluyor.
Başta işsizliğin ortaya çıkardığı olumsuzluk yüzündendir ki, her iki kitlenin birbirine entegre olması daha da zorlaşmakta, dahası bu konuda umutsuz olunmasına neden olmaktadır. Sonuçta devlet dairelerindeki görevlileri dahi çoğunlukla etkisi altına almış olan bu ayrımcı düşüncenin, sonuçlarının neye mal olduğunun görülüp hesap edilmesi gerek. Devlet dairelerinde insanların uğradıkları ayrımcılık artık günlük haber medyasının geleneksel verilerindendir. Hemen hemen her göçmen kökenlinin, (çeşitlilik gösteren biçimiyle de olsa), ayrımcılığa uğrayıp kendi pratiğinde bu muameleyi yaşadığını belirtmemizde sakınca yoktur. Durum öylesine bir olumsuzluğa doğru yol almaktadır ki, dahası göçmen kökenli politikacılar dahi bizzat kendi politik örgütlerinin içinde rahatsız edilmeye başlanmıştır. Yani aynı amaçları ilkesel olarak paylaşan kitleleri dahi ırkçılık sarmaya başlamıştır.
Irkçılık Örnekleri
Örneğin ünlü politikacılardan, İsveç Sosyal Demokrat Parti kadın örgütü başkanı da olan, Kürt kökenli Nalin Baksi'nin Sosyal Demokrat Parti içindeki deneyimleri ve halen yaşamakta olduğu durum buna örnektir. Nalin'in radyolarca da duyurulan açıklamasına göre, İsveç kökenli partili arkadaşlarınca taciz edildiği ve göçmen kökenli olması nedeniyle engellenmekte olduğu, durumun ulaştığı boyutu ortaya koyması bakımından ilginç bir örnektir.
Daha önceleri de yine yazılarımın birinde yer verdiğim üzere, siyasi partiler göçmen kökenli politikacıları salt mozaik olması amacıyla ve daha çok da oy çekebilmek için, vitrin malzemesi olarak değerlendirmekte ve o doğrultuda kullanmaktadırlar. Bu yöntemle hem ne derece demokratik örgütler olduklarını kanıtlama gayesi güdüyorken, aynı anda bu politikacıları, giderek çoğalmakta olan göçmen oylarını avlama oltası olarak kullanma güdüsüyle hareket ediyorlar.
Son olarak yine sosyal demokrat partide okul bakanlığına getirilmiş olan İbrahim Baylan'ın durumu da bu konuya ilginç bir önektir. İbrahim'in bakanlığa getirilmesinden itibaren altı ay boyunca kimse tarafından tanınamadı. Çünkü genel olarak sağcı olan ve de kapitalist şirketlere göbekten bağlı olan İsveç basını; prensip olarak İbrahim'i tanıtmamaya kararlıydı. Ancak ne zaman ki İbrahim Baylan kimi projelerini duyurmaya başladı ve bunlara olan kamuoyu desteğinin arttığı görüldü, işte o andan itibaren burjuva basını hareketlenmeye başladı. Ne var ki bu hareketlenme sanıldığı gibi İbrahim'i destekleme ya da tanıtma amaçlı değildi. Bunun yerine İbrahim'in Sosyal Demokrat Parti'nin gençlik örgütü olan SSU içinde çalıştığı dönemlerdeki eski defterleri karıştırılarak, geçmiş hatalarını yayınlamaya başladılar. Onunla da kalmayıp, her İsveçlinin olduğu gibi İbrahim'in de okul tahsili devresinde kredi olarak almış olduğu borcunu konu ettiler. Bu borçlarını CSN olarak bilinen kredi kurumuna geri ödemek istemediği kanıtlanmaya çalışıldı. İş ve sermaye sınıfı yanlısı basının, milliyetçi, taraflı, ayrımcı yayınlarını daha başka örneklerle de vermek mümkün. Ancak tüm bu çabaların, göçmen karşıtı çabalar olduğu gözlerden kaçmıyor.
Diğer yandan devleti en başta dolandıran İsveç kökenli politikacıların içinde oldukları mafya ilişkileri ve yaptıkları hırsızlıklar görmezden geliniyor. Devlet dairesi şeflerinin toplum kurumlarındaki hırsızlıkları, sendikal örgütlerin başlarındaki İsveç kökenli yöneticilerin hırsızlıkları ve dahası sendika ekonomisini özel zevklerinde kullandıkları, üstelik seks partileri de olmak üzere işçi sınıfının mali birikimlerini, bu kuruluşların olanaklarını hayâsızca kullanıyor oluşları gözlerden gizlenmek istercesine cılız biçimde işlenip geçiliyor.
İsveç firmalarının devleti dolandırdıkları ve özel aflarla kurtarıldığını da işlememeye gayret eden basının bu tek yanlı çabasının da katkısı sonucudur ki, hırsızlıklarla kaybedilen birikimlerin faturası da emekçi halka çıkarılıyor. Yani bu örneklerle de görüldüğü gibi, ırkçılığın gelişmiş olması, toplum ilişkilerini de olumsuz olarak etkilemektedir. Irkçılığın bir karabasan gibi toplum yaşamına bulaşmış oluşu kendiliğinden bir gelişme değildir. En başta sağcı basın yayıncıların egemen oldukları, basın yayın tekellerinin saptırma haber ve yorumlarıyla da beslenen bir durumdur.
Ortamın bu denli yozlaşıp, hedeflerin o düzeyde saptırılmışlığı, ne yazık ki tek taraflı sebeplerin etkisiyle olmamaktadır. Sendikal ve de diğer meslek kuruluşları başta olmak üzere, demokratik toplumsal örgütlerin manipüle edilerek olarak reformizm adına uzlaşma politikalarına derinlemesine yönelmiş oluşları da, ayrımcılığın engelsiz biçimde toplumların tüm değer yargılarına hakim olmasına yarıyor. Her türlü kapitalist dayatmanın uzlaşma amacıyla kabul görmesi, sınıf savaşımının inkârdan gelinmesi, sonuçta sınıf bilinciyle birlikte, sınıfsal savaşımın unutulmasına da ortam hazırlıyor. Böyle bir ortamda kitlelerin örgütsüzlüğe çekilmesi de kolaylaşmaktadır. Durum devamla toplumsal dayanışma bilincinin önemini yitirmesine ve insanların bireycileşmesine ortam sağlıyor. Edilgenliğe, pasifizme ve de bireyciliğe itilmiş kişi ve gurupları avlama olanağı böylece ırkçılara doğmuş oluyor. İşte tam da bu sayılan olumsuzlukların katkısıyladır ki, ortamdan yararlanan ırkçı, faşist güçler, atağa geçmiş ve hızla yayılmaya çalışmaktalar.
Ek bir olumsuzluk da, İsveç işverenlerinin %70 oranında ayrımcılık yanlısı oluşlarıdır. İsveçliyi yabancıya tercih etmek, İsveçli patronların değişmez ve adeta değiştirilemez tutumudur. Yabancı uyruklunun isminden bile kaçınarak, bu kesimdeki fertleri işe almamakla tanınmış işverenlerin listesi oldukça kabarıktır. Ancak devleti dolandırmak maksadıyla eski Doğu Avrupa ülkelerinden kara işgücü devşirerek çalıştırdıkları da yine bilindiği halde, üstü örtülü haberler biçiminde İsveç basınında geçiştirilmektedir.
14 Mart 2005 tarihli Göteborg Posten gazetesinde yayınlanan ve üniversite profesörlerince yapılan son iki yıllık dönemi kapsayan bir araştırmaya göre, yabancı uyruklular poliste olduğu gibi, yargı kurumlarınca da ayrımcılığa uğramaktadırlar. İsveçlilere göre yabancı uyruklular, aynı suçtan yargılandıkları halde, kat be kat ağır cezalara tabi tutulmaktadırlar. Aynı mahkemece, aynı nitelikte suç işleyen yüzde yedilik bir İsveç kökenli yargıya sevk edilebiliyorken ayni nitelikteki suçu işlemiş olan ve yargıya sevk edilen yabancı kökenlinin sayısı yüzde 45'i bulmaktadır.
Yine Upsala Üniversitesi profesörlerinden Christian Diesin'in 15 Mart 2005 tarihli basında yayınlanan bir araştırmasına göre, İsveç polisinin arama ve sorgulamalara, yabancılar söz konusu olunca daha çok önem verdiği görülmüştür. Buna göre polis sicil kayıtlarına suç zanlısı olarak kayıt edilen İsveç kökenlinin sayısı salt yüzde 21'de kalırken, yabancı uyruklunun sayısı yüzde 70'i bulmaktadır. Yine aynı araştırma çerçevesinde yer aldığına göre, tecavüz ve sarkıntılık suçları en çok İsveç kökenlilerce işlenmektedir. Ne var ki böyle olmasına rağmen polis İsveç asıllıların yerine yabancı uyrukluları zanlı olarak kayıt etmektedir. Bu kadarla kalmayıp, kamuoyuna, basına yabancı uyruklu insanları ırz düşmanı ve de kötü suçlular olarak tanıtmaktadır. Böylece İsveç polisi de taraflı ve kasıtlı çalışmasıyla ırkçılığın besleyicisi ve teşvikçisi olmaktan geri durmamaktadır.
İsveç Demokrasisinin İçyüzü
Dünyada örnek alınacak demokratik kapitalist rejim olmakla övünmeye alışık ve de bunu her fırsatta ispatlamaya can atan İsveçli yetkililer, böylesine önemli ağırlıkta gerçeklerin ortaya çıkmasına oldukça içerliyorlar. Ortaya çıkan gerçeklerin varolan suni imajı yıkacağını ve gerçek İsveç yüzünün ortaya çıkacağından korkmaktalar. Bu korkuya kapılanlardan biri olan İsveç Adalet Bakanının hemencecik ortaya çıkıp acele tarafından yapılan telaşlı bir açıklamayla polis ve yargı kurumlarını köklüce denetime tabi tutulmasının zorluğundan yakınması ve bütün polis teşkilatının 40 000 kişiden oluştuğunu, böylece hepsinin kontrol edilebilmesinin zor olduğunu açıklayarak yakınması da, imaj yıkılması telaşı ve korkusundan ileri geldiğine yorumlanabilir. Ancak güneşin balçıkla sıvanamayacağı gibi, ayrımcılık ve ırkçılık gerçeğini gizlemek de mümkün olamıyor.
İsveç demokrasi popülerliğinin suni bir balondan ibaret oluşu, salt yukarıda verilen örneklerle de sınırlı değildir.
Bunlardan başka, insanların tam bir kontrol altında oluşu da bir başka problem olarak yaşanmaktadır. İsveçli ünlü yazar Jan Guillou'nun Aftonbladet gazetesinde birkaç hafta peş peşe ve pazar günleri yayınlanmış olan makaleleri, İsveç gizli polisi SEPO'nun marifetli çalışmalarını içermektedir.
Her kapitalist devletin gizli polisi gibi, İsveç Devletini kollayıp, korumak yönetmeliğinin çerçevesinde görev yaptığı bilinen SEPO'nun, anti insanlık marifetlerini saymakla bitiremeyiz. SEPO'ca şüpheli görülmek için, yabancı uyruklu olmak ve saçının kara olması nerdeyse yeterlidir. İnsanların SEPO'ca terörist olarak damgalanması ve suçlu ilan edilmesi karşısında delil bile gerekmemektedir. Yani tek başına SEPO'nun suçlu görmesi yeterli ve geçerli kabul edilmektedir. Çünkü buna gerekçe çok basittir. O ki devleti ve oligarşiyi kollamakla görevliyse SEPO, o durumda tek başına inandırıcı olarak görülmesine ve öyle kabul edilmesine yeterlidir. Kaldı ki SEPO'nun suç zanlısının gizli dokümanlarının avukatlardan dahi saklı tutulacağı garantisinin olması da, bu teşkilatın elini serbestleştirmektedir. Böylece kamuya hesap verme yükümlülüğünden bile muaf tutulmuştur.
SEPO ve ABD'nin gizli istihbarat örgütü CIA'nın ortaklaşa bir işbirliğiyle, Amerikan hükümetinin terör zanlısı gördüğü ve İsveç'te ikamet eden Mısırlı iki genci kamuoyundan gizli biçimde ve evlerinden alarak CIA tarafına teslim edilmesi de, SEPO'nun marifetlerinin en son ortaya çıkan örneğidir. Bu iki gençten birinin işkenceden öldüğünü duymuştuk. Diğerinin de halen Mısır'da hapiste bulunduğu ve uzun bir zamandan beri işkence muamelesine tabi tutulduğu belirtilmektedir. Üstelik bu iki genç insanın SEPO tarafından Amerikan cellatlarına teslim edilişinden, İsveç Dışişleri Bakanlığı da haberdardır. Bu operasyon eski Dışişleri Bakanlarından Anne Lind'in bilgisi dahilinde gerçekleştirilmiştir. Bunun da İsveç demokrasisinin ne menem bir demokrasi olduğunu iyice gözler önüne serdiğini sanıyorum.
SEPO'nun marifetleri bu kadar da değildir. Daha önceleri kamuoyuna yansıtıldığı üzere, İran rejiminin cellatlar göndererek, rejim karşıtlarını İsveç'te infaz edişine de SEPO'nun bilinçlice seyirci kaldığı ortaya çıktı. İran gizli polisinin İsveç'te infazlarda bulunduğundan haberdar olduğu halde göz yummakla da kalmayan SEPO, dahası bu katiller işlerini bitirdikten sonra yine SEPO'ca tahsis edilmiş özel uçaklarla İran'a geri transfer edilmişlerdir. Bu olaylar da on yıl boyunca saklanmış ve sonuçta İranlı muhalif guruplarının etkili çalışmaları sayesindedir ki ortaya çıkarılıp kamuoyuna yansıtılabilmiştir. Ancak polis şeflerinin bile televizyon ekranlarından hayretlerini gizleyemedikleri bu gerçeği, SEPO İran'ın gerici rejimiyle olan devletlerarası ilişkilerine kötülük gelmemesi için böyle davrandığını belirtmekten çekinmemektedir. Bu açık anti insanlık tutuma rağmen, İsveç yetkililerinin hala İsveç'in demokrasi abidesi olduğunu ileri sürmeleri dudak uçuklatmaktadır.
Üstelik SEPO'nun salt yabancı politik göçmenlerle uğraşmadığı, ayrıca İsveç Komünist Parti ve gruplarını da halen gözetlemeye ve rahatsız etmeye devam ettiği de biliniyor. Yerli ve de yabancı uyruklu tüm devrimci güçleri SEPO'nun gözetlediği herkesin bilgisindedir. Telefon dinlemelerinin ve işyerlerinde baskıyla insanların işten atılmalarının, artık kimsece gizlenemeyecek derecede açıkça bilindiğini de kaydedelim. Yani Sovyet rejiminin çökmesiyle kapitalist istihbarat teşkilatları inzivaya çekilmiş değiller. Bunlar biliyor ve seziyorlar ki, kapitalist bunalım derinleştikçe toplumsal muhalefet de gelişip toparlanmaktadır. Böylece tehlikeyi asıl gelecek dönemde gören emperyalist odaklar, saldırılarını ara vermeksizin sürdürüyorlar. Çünkü geleceklerinden emin değiller. Bir suçluluk psikozuyla yaşıyorlar ve o yüzdendir ki çareyi saldırı ve provokasyonlara aralıksız olarak devam etmekte görüyorlar.
Tekelleşme ve küreselleşmeyle kapitalizmi daha da egemen kılma hareketi, insanlığın yarınlarını yok etmektedir. İşte bu sebepledir ki toplumsal muhalefeti de kaçınılmaz olarak beraberinde geliştirmektedir. Bunun böyle olduğu kuşkuya yer bırakmayacak kadar bariz olarak ortadadır. O sebepledir ki rejimler karşıtı muhalefeti doğru yönlendirmek de önem kazanıyor. Yığınları sosyalizm hedefine yönlendirmek, kitle bilincini aynı yere kanalize etmek için hızla gecikmeksizin atılım yapmak gerektiği açıktır. Çünkü her gecikmenin sermaye yanlısı, milliyetçi ve faşist güçlerin işine yarayacağı gerçeği unutulmamalıdır.
Daha az işgücüyle ve daha az ücretle daha da fazla kazanma hedefi peşinde olan kapitalizmin, toplumlarda neden olduğu olumsuzlar saymakla bitmez. Salt kâr amacıyla varolan kapitalizm, her gün toplumda yeni yeni yaralar açmaktadır. Bu yaranın en büyüğü işsiz, ekmeksiz ve çaresiz kalma yarasıdır. Her gün yüzler, binler ya da on binlerin işsizliğe sürüklendiği kapitalist ülkelerin, bu anlamda demokratik ülkeler olarak tanımlanması özünde insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur. Toplumsal olmayan ve de halkının yarınını garantileyememiş hiç bir rejim biçimi demokratik olamaz. Bu anlamda demokratik ülke olarak bellenmesi de insanlık adına suç olur.
Yeni liberalizmin başlıca prensiplerinden olan sermaye çevrelerini teşvik ve kollama politikasının devamı konumundaki küreselleşme çabaları, halklara çoktan acı vermeye başlamıştır bile.
Yığınlarca işten çıkarmalar ve firmaları bir yerden diğerine kaçırma hareketleri, kapitalizme daha fazla kâr sağlarken, öte yandan halkların en geniş kesiminde hayatı cehenneme çevirmektedir.
İşte bu sebeple küreselleşme ve ırkçılık el eledir diyoruz.
Şimdi bunlara ilişkin olarak kafalarda gerçek ve de daha somut şekilde bilgi olması amacıyla aşağıya düşeceğimiz iki örnekle duruma yakından bakacağız.
Lidil'in Hikâyesi
Lidil bir Alman yiyecek maddeleri tekeli olarak Avrupa'ya yayılmaya çalışmaktadır. İsveç pazarını da bölüşmek isteyen Lidil tekeli 2003 yılı sonlarından itibaren zincirleme satış marketleri açmaya başlama kararını açıklar. İsveç pazarını tek başına ulusal bir pazar olarak kontrol eden büyük İsveç tüketim tekelleri duruma öfkeyle gürültüyü koparıverdiler. Dahası İsveç Hükümeti'nin buna engel olması amacıyla ulusal planda olmak kaydıyla yasa çıkarması için baskıya dahi geçtiler. Ne ki birlik anlaşmalarını daha önceden imzalamış olan İsveç hükümetinin fazla bir şansı yoktu. Lidil tabiatıyla birlik anlaşmasından doğan yatırımı kıta bazında yayma hakkını kullanarak, İsveç Hükümeti başta olmak üzere tüm karşı girişimleri püskürttü.
Alman tekeli Lidil güçlü kollarını açtıkça açtı ve tüm İsveç genelinde kısa zamanda ve her şehirde birkaç tane olmak üzere yüzlerce market açtı. Çoktandır işsizlikle boğuşmakta olan İsveç halkı, Lidil'i yeni bir olanak kapısı olarak gördü. Bu tekelin gelişini sevinçle karşılayan çoğunluktaydı.
Ne var ki halka belletildiği gibi olmadığını yine pratiğinde halk yakından gördü.
Lidil tekeli daha ülkeye gelmezden önce tüm hesaplarını yapmış ve İsveç'i mercek altına almıştı. Tüm katlarda olmak üzere İsveçlinin durumunu analiz etmiş olarak, ne yapacağını, hangi çelişkileri ve zayıflıkları kullanacağını bilmekteydi. Çünkü en başta yerli personeli işinde kullanarak hem rekabetçilerinin yabancı propagandasını bertaraf etmek ve hem de İsveç pazarını daha iyi bilen teknik eleman sayesinde rakiplerinin atağını hesap edip püskürtebileceğini biliyordu. Bu ön donanımla işe koyulan Alman tekeli, kısa zamanda yerli rakiplerinin düşündükleri gibi çıktı ve İsveç piyasasının alışılmış monotonluğunu bozarak rakiplerinin korkulu rüyası oluverdi.
Ancak Lidil'in salt İsveçli yerli sermayeyi vurduğu sanılmasın. Diğer yandan özellikle genç işgücünü kullanmakta olan bu monopol, yaşları yirminin üzerinde olmayan, dahası en az lise tahsili şartı koşularak işe kabul edilen ve böylece seçme ve de ucuz işgücü kullanma avantajına da sahip olarak, işsiz gençleri düşük ücretle çalıştırma yolunu seçti. Çoğunlukla meslek alanında deneyimsizlikleri nedeniyle, yerli monopollerde iş bulma şansı olamayan gençliğin de işine gelen bu durum, böylece Alman monopolüne önemli bir kârlılık olanağı sağlamıştır.
Dahası son aldığımız verilere göre, Lidil ve Belediye trafiğini büyük oranda elinde tutan otobüs firması CONEX de, işe alacakları insanları psikolojik kontrollerden geçirmekteler. Yani teşhis denen psikolojik denemeden geçirmekteler. Böylece İsveç'te yasalarca hastanın tamamen kendi isteğiyle kabulüne terkedilmiş bu uygulamayı, özel olan iki monopol firma iş arayana dayatıp insanları kafatası denemesinden geçirmekteler. Bu durum dahi kapitalist kâr hırsının uçsuz bucaksız bir utanmazlık ve insana saygısızlık amacından başka bir şey olamadığını göstermesi bakımından ilginç bir sonuçtur.
Alman tekelinin ucuz işgücünden rahatsız olan emekçi örgütleri yüksek sesle duruma karşı çıktılar. Esnaf sendikası Lidil'e karşı ticaret bakanlığı nezdinde girişim başlattı. Fakat tüm bu girişimlerden hiç bir sonuç alınamıyor ve her girişimi Lidil püskürtüveriyordu. Çünkü en başta AB çerçevesinde üye ülkelerin altına imza atmış oldukları ve mükellefiyet altına girdikleri bir anlaşmaya göre, başka bir ülkede yatırım yapan her hangi bir AB üyesi devletin tekeli isterse personelini gelmiş olduğu ülkesinin kanunlarını uygulayarak işe alma şartına bağlayabilir. İşte Lidil de tam da böyle yaptı. Böylece Almanya'da gençlere verilen ücretin İsveç'ten daha düşük olmasını kullanarak, İsveçli genç iş gücünü diğer işyerlerindeki akranlarına nazaran daha da ucuza kapatmış ve kendine ekstradan bir kârlılık olanağı olarak kullanmaktadır.
Salt bu kadar etkiyle de kalmayan Lidil politikası, İsveç'te alışılmış olanın dışında yeni değer yargıları ve yeni moral anlayışı da getirdi. Özellikle İsveç'te geleneksel olarak yerleşik olan malda kalite önceliği yıkılmış oldu. Lidil çok kaliteli malın yanında fazlasıyla kalitesizi akın akın satmayı sürdürüyor. Özellikle dondurulmuş yiyecek cinslerinin (basına yansıdığı biçimiyle bildiğimiz kadar) sıkça ve yüzde elli oranında su pompalanmış oluşu artık yeterince bilinen bir durumdur. (Kaldı ki yerli tekellerin de bunu taklitte gecikmedikleri ve onların da aynı yollara başvurduklarını yine basında yer aldığı biçimiyle bilmekteyiz.) Ancak Avrupa anlaşmalarından doğan bağımlılık yükümlülüklerinin engel oluşu sebebiyle yapılacak hiçbir şey bulunmuyor.
Simdi dönelim Lidil örneğiyle kimin çok kazandığına değil (çünkü o besbellidir) ama kimin daha çok kaybedip etmediğine bir göz atalım.
a) Malın kalitesi bozulmuş, yani daha fazla ürünü evine alabilen tüketici daha kalitesiz beslenmeye başlamış, kimdir Lidil'in müşteri kitlesi? Haliyle daha çok ucuzluktan medet bekleyen emekçilerdir.
b) Ucuz işgücü olarak çalışan gençler kitlesi, Alman iş kanunlarına tabi olarak, yerli akranlarıyla ve sınıf yandaşlarıyla buluşması engellenmiştir. Bu yolla Lidil'e kâr transfer edilirken, aynı anda yerli işverenlerin bu durumu emsal göstererek kendi çalışanlarının ücretlerini de düşük tutmayı önermelerini getirmiştir. Yoruma gerek olmaksızın görüldüğü üzere bu durumda da yine işçi sınıfı kaybeden olmuştur.
c) Öte yandan uluslararası planda gelişerek daha da palazlanan bu tekelin, mallarını ithal ettiği üçüncü dünya ülkelerindeki pazarı da daha ucuza kapatma olanağı doğmuştur. Böylece Avrupalı yerli üreticilere olan bağımlılığı kalmadığı gibi onların giderek ürünlerini satacak pazarlarının daralmasına da neden olmuştur.
d) Üstelik yerli tekelleri telaşlandırarak rekabet yarışına çekmiş ve onların da hem daha düşük kalitede mal satmasına, tüketici halkı fiyatla olduğu gibi, kalitesiz beslenmesi yönüyle de kazıklamasına etken olmuştur.
SAAB Deneyimi
Gelelim ikinci örneğe. Bu örnekle de bir tanınmış otomobil firması olan SAAB otomobil şirketinde yaşananları ve sonuçlarını vereceğim.
SAAB otomotiv üretim şirketi, İsveç'i ve de dünyanın en ileri gelen zengin ailelerinden olan Valenberg grubu tarafından 60 yılları ortalarından itibaren adını duyurmuş ve otomobil üretiminin yanında, ağır vasıta üretimi de dahil olmak üzere, uçak üretimini de beraber götürmüştür. Dahası belli bir aralıkla olmak üzere, küçük sayılmayacak ebatta yolcu uçağı da üretmiştir. Devamla askeri teknolojinin İsveç'te ilerletilmesine de öncülük etmiş olan bu firma, askeri uçak üretimiyle de kendinden bahsettirmesini bilmiş. Daha sonra bu büyüklükte kartelleşmiş bir grubun rakiplerinin olmaması mümkün değildi. İşte tam bu arada her şey yavaş yavaş sarpa sarmaya başlıyordu. Önce uçak üretimini başka bir guruba kaptırdı. Daha sonra ağır vasıta üretiminin büyük bir bölümünü de kaptırınca, küçüldüğünü içine sindirmiş olarak, olanca gücüyle küçük araç üreterek rakipleriyle yarışmayı götürmeye çalıştı.
Ancak bu yarışmada da yalnız değildi. Gerek teknik olarak ve gerekse görünümü kurtarıcı bakımdan bir çok değişiklik yapmaktan da hep geri durmayan İsveçli sahibi bu alanda da yeterli olamadığını görünce, SAAB'ı Ford firmasının otomobil üreten gurubuyla evlendirdi, bu birleşmeyle de SAAB'ın kurtulamayacağı çok geçmeden kendini gösterdi.
Bunun üzerine firmanın toptan GM adıyla bilinen, Amerikan General Motors'a satılmasına karar verildi. General Motors bilindiği üzere, Türkiye'de de üretimi olup ve Dodge, Chrysler ve Opel otomotiv markalarını üretimiyle tanınmış bir dünya çapına yayılmış olan uluslararası tekeldir.
SAAB'ın kaderinin en son geldiği yol kavşağına bakacak olursak. Haliyle her dönem üretimin ağırlıkla İsveç'te bulunmasından dolayı hep İsveç firması olarak da bilinen SAAB, düz kafalı olup milliyet sorunuyla tekellerin kâr politikalarını birbirinden ayırt edemeyecek kadar çelişkilerin dışında kalmayı yaşam sanmış İsveçlinin düşünde halen de İsveçlilik nostaljisiyle yaşatılıyor.
Gelinen son aşama, SAAB'ın kapitalistlerinin kaybetmesinin büyük bir şanssızlık olduğundan çok, en büyük şanssızlığın SAAB bünyesinde çalışmakta olan binlerce işçiye olduğunu gösterdi. SAAB'ın kapitalistleri her dönem biri öbürüne devrederek sonuçta aldıkları para çıkınlarıyla devi terk ettiler, ne ki bu dev kompleksin bünyesinde bulunup da ekmeğini ve günlük yaşamını burada temin eden binlerce işçi ortada kalarak kendini işsizlik cenderesine itilmekte buldu.
Ocak ayı başından itibaren başlatılan SAAB'ın İsveç'in Trolheten'deki fabrikasının mı ya da Almanya'daki Opel fabrikasının mı kapatılacağı tartışmaları, hem Opel çalışanını hem de SAAB çalışanını canından bezdirdi. Her iki kesimde de korkulu rüyaların kâbus biçiminde yaşanmasına neden oldu. Ancak işçilerin böylesine ekmek ve iş korkuları tekellerin çıkar ve egoizmine engel değildi. Amerikalı GM patronunun umurunda bile olmayan bu durum salt işçilerin kendi sorunlarıydı. Tüm bu telaş korku ve hesaplaşmalar arasında, ayrıca görüldü ki işveren işçilerin hangi kesimde daha düşük ücretle çalıştığına odaklanmıştı. Bu çabayla da iki kesimden işçilerin karşı karşıya getirilmesi amaçlanarak bundan tavizler koparılması hesaplanıyordu.
Sonuçta daha yüksek teknikle donanmış olan Almanya'daki kompleksi tercih eden işveren, aynı anda bu tercihini Alman işçisinin İsveçli yandaşlarına göre daha düşük ücretle çalışmasına bağlıyordu.
Böylece Trolheten'deki kompleksin önümüzdeki iki yıl içinde tamamen devre dışı tutulması amacıyla, üretime bölüm bölüm son verilerek, tamamının Opel'de devreye sokulmasına karar vermiş oldu. Yani bu sonuçla salt Trolheten'deki komplekste çalışan olmak üzere 3000, diğer dağıtım ve de küçük olup yedek parça üretiminde bulunan işyerlerinin toplamında olmak üzere, İsveçli 5000 işçi kapı dışarı edilerek işsizler kampına gönderilmiş oldu.
Çıkarılacak Dersler
Sonucu özetlersek şunları söyleyebiliriz.
a) SAAB örneğiyle görüldüğü gibi sermaye sınıfının milliyeti yoktur. Kapitalistler salt elde edecekleri çıkarları nerede, kimlerin kullanılabileceğini ve nelerle elde edeceklerine bakarlar. Bu anlamda onlar kendilerinin hangi ulustan ve milliyetten olduklarıyla ilgilenmezler. O durumlarını çıkarlarının önüne koyup vakit geçirmezler. Ancak yine SAAB ve Opel işçisinin içine sürüldüğü kamplaşma politikasında olduğu gibi, grupları, ulusları ve milliyetleri kullanarak, birbirine karşı getirerek arada çıkar elde etmek isterler.
b) Alman sendikacılar önce İsveç Metal İşçileri Sendikası'yla bir araya geldiğinde, duruma karşı tavizsiz olarak sonuna kadar direnmek doğrultusunda ortak görüş birliğine vardılar. Ne ki (son yıllarda uzlaşmacılığın Avrupa'daki yaygın haliyle) kaypaklık yaparak GM'ye yeni ücret artışı talebinde bulunmayacakları sözünü ulaştırarak teslimiyete düştüler. Bunun üzerine GM'nin direnci daha da artmış oldu. Bu doğrultudan bakılınca da, işverenlerin düşmanlığı olduğu kadar, uzlaşmacılığın da düşmanlık olduğu gözlere ve akıllara sokulurcasına anlaşılmış oluyor.
c) Satış ve üretimi taşıyıp yer değiştirilmesi örneğiyle de görüldü ki, düşük ücretle sanayici sevgisi kazanmak mümkün değildir. Çünkü onlar bir yerine binlerle kazanmaya alışıktırlar. Bundan önce SAAB'ın Trolheten'deki işçisiyle Amerikalı işveren arasında yapılan toplu sözleşmeyle az ücretle anlaşma politikası seçilerek, SAAB'ın geleceğinin ayakta tutulması hesaplarına işçiler de ortak edilmişlerdi. Böylece iki yıl boyunca hak ettiklerinin altında çalışmak üzere kandırılmış oldular. Ancak bir dönem önce sözleşmeyi ucuza kapatıp, iki yıl boyunca işçisini köle ücretiyle çalıştıran GM'nin planları bununla da sınırlı kalmıyordu, o ileriki kazanımlarının daha büyük olmasının planlarını yapıyordu.
d) İkinci dönem sözleşmesine sadece dört ay kala, GM'nin işverenin yeni planıyla ortaya çıktığı görüldü.
Bu plana göre, önce Trolheten mi, Russelhetein mi derken, Amerikalı işverenin daha ucuz vergi mükellefiyeti olmak, daha düşük ücretle işçi çalıştırmak ve yatırımını muhafaza edeceği ülkeden daha akçalı devlet desteği koparmak peşinde olduğu ortaya çıktı. Ne ki buna karşılık yapılacak fazla bir şey kalmıyordu. Çünkü o ki yeni liberalizmin uluslararası politikası bu, o ki İsveç ve Almanya da bu politikalara entegre edilmişti, öyleyse bu istemlerde bulunmakta olan GM'yi haksız bulmak mümkün müydü? Üstelik İsveç hükümeti ve sendikaları da salt SAAB'ın ülkedeki üretimin korunması amacıyla da olsa bu taleplere razı olmuşken, yine de bir tek farkla Almanya daha cazip gelerek GM'yi cezbediyordu. O da Almanya'daki işçinin EURO'ya bağımlılıktan kaynaklanan sürekli olarak İsveç'e göre ücretinin düşük tutulabileceğiydi. Çünkü bu sürekli olacak en kârlı yatırımdı.
Bu nedenle İsveçli işçi tekmeyi yiyor ve işsizlik kampına gönderiliyordu.
e) Aynı anda devamlı yapacağı üretimin desteklenmesini ve üretim artışı bedeli olarak Alman Devleti'ne gelir vergisi ödememe garantisi de almış olan Amerikalı tekel böylece kârlarına kâr katacağı geleceğini tesisi işine koyulmak üzere, tüm üretimini Russelhetein'e toplamaya koyuldu.
Kim kaybediyordu burada? Başta İsveç ve Alman işçisi olmak üzere işçi sınıfı. Sonra Alman Devleti'nin aşırı tavizkârlığı nedeniyle ortaya çıkan sonuçtan dolayı Alman halkı kaybeden oluyordu.
f) Aynı biçimde İsveç devletine girdinin küçülmesine ve böylece halkının sosyal çıkarlarına yansımasına neden olmaktadır. İsveç devletinin son yıllarda işverenlerin firmaları dışarıya kaçırmaları nedeniyle meydana gelen girdi eksiği nedeniyle, İsveç halkının sırtına sürekli biçimde yüklediği açıktır. Devletin kısıtlamalara gitmesine de neden olan küresel pazar politikalarının sonuçta meydana getirdiği yük de halktan çıkarılıyor. Sosyal ödemelerden kısıtlamaya sürekli olarak gidilmesi, işsizlik ödemelerinde kontrolün daha da dizginleri sıkarak alınmış olması ve de ödemenin düşürülmüş oluşu, salt örneklerden birkaçıdır. Anlaşılmış olacağı gibi salt çalışan işçiler telef olmuyor ama aynı zamanda tekelci oyunlara tüm halkların kurban olabildiği de gözler önüne çıkıyor.
Bu sebeple de diyoruz ki, işçi sınıfının her kaybı topyekün emekçi halkların kaybıdır. O anlamda ve bu bilinçle işçi sınıfının savaşımı etrafında kilitlenmek ve sınıf savaşımı vermek tek kurtuluş yoludur. Dahası bu örnekleri başta sınıf savaşımını bayatlamış bir görüş olduğunu ileri sürenlere ve sınıf sendikacılığı modasının geçtiğini ileri sürenlere de en canlı bir pratik örnek olarak sunuyorum.
Görüldüğü gibi sınıf savaşımını bitirenler salt oportünist, uzlaşmacı, teslimiyetçi güçlerdir.
Kapitalist sınıfı sınıf savaşımına hiç ara vermedi ve vermeden sürdürüyor. Ancak ya duruma kasıtlı olarak yaklaşıyor olmakla ya da gözlerin bunamışlıktan kör olması sebebiyle, veyahut da bir beynin küflenmiş olması sebebiyle görülemeyen bu bariz sınıflar arası çelişkiyi, yeniden bilinçlere kazıyabileceğimize inanıyorum.