Kapitalist ülkeler telaşla euro'ya sığınmak istiyorlar. Bunalıma giren her ülke ile bunalımdan çıkışın yolunu bulamayanlar, euro'ya doğru yelkeni açıyor. Bunun nedeni ise görmek isteyenler için oldukça açık.
Bundan yaklaşık on yıl gerilere gidersek gündeme ışık tutmamız kolaylaşır. 1990 yılları öncesine kadar Avrupa topluluğuna üye olmak veya euro'yu para bi-rimi olarak tercih etmek bir çok yeni Avrupalı ülke yönetimlerinin aklından bile geçmiyordu. Ta ki ileri derecede birikime sahip dünya kapitalist ülkelerinin yoğun bombardımanı altında olan genç sosyalist devletlerin çöküşüne değin.
Doksanlı yılların hemen öncesinden emperyalist ülkelerce başlatılan sos-yalizmi dışardan, bu başarılamaz ise içerden çökertme girişimleri,soğuk savaşla at başı giden silahlanma yarışı içinde sürdürüldü. Emperyalist ülkeler silahlanma yarışından oldukça büyük ve inanılmaz ölçülerde kârlar elde ettiler. Silahlanma yarışından tek kârlı çıkan elbette soğuk savaşın bizzat kışkırtıcısı kapitalist dev-letlerdi. Başta Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, Fransa, İngiltere ve pek akla gelmese de, İsveç bu yarışmanın en kârlı çıkanlarıydı.
Avrupa yarımadasında yer alan ve emperyalistlerin Doğu Bloku diye adlandırdığı sosyalist devletleri ortadan kaldırma çabaları, Sovyetler Birliği'nde Gorbaçov´un başa geçmesiyle tamamen açıktan hız kazandı. Gorbaçov'un içerden sunduğu çabalarıyla, emperyalistlerin sosyalizmi yutması daha da kolaylaştırılmış oldu. Örneğin Gorbaçov'un, Batı Almanya'ya on beş milyar mark karşılığında De-mokratik Almanya'yı satmasıyla, sosyalist sistemin çökertilmesinde birinci ama önemli adımlardan biri atılmış oldu.
Kapitalizme karşı olan bir sistem olarak sosyalizmin alt edilmesinden sonra, kapitalist devletler yeniden başa döndüler. On yıllarca sosyalizmi bir öcü gibi geri kalmış ülkelere sunarak silahlanma yarışını körükleyen ve bu yolla da kolay zengin olmaya alışık, silah pazarlayıcısı kapitalistler, dünyada ortaya çıkan dengesizliği önceden fark edememenin telaşıyla, kara kara düşünmeye başladılar. Bunun akabinde Amerikan emperyalizminin yayılmacı politikalarına daha da hız vermesi ve buna paralel Amerikan ekonomisindeki yükselme (gerçi şu anda ABD ekonomisinde büyük bir durgunluk hüküm sürüyor) ve rekabet gücünün daha da artması, diğer kapitalist ülkeleri telaşa sürükledi. Pazarlarının giderek daralması ve ayakta kalabilme güçlerinin giderek düşmesi karşısında, Avrupalı kapitalistler can havliyle bir çıkış yolu aramaya koyuldular.
Bu çıkış yolu öyle olmalıydı ki, devleşerek tüm dünyanın üstüne çöreklen-meye doğru yol alan Amerika Birleşik Devletleri'ni frenlemeliydi. İşte bu yüzden Avrupalı kapitalistler yarış halinde euro'yu keşfettiler. Çünkü globalleşmenin bi-rinci teminatı sayılabilecek tek para birimi ortaklığı sağlamlaştırıp tüm bileşenleri birbirine kökten bağımlı hale getirecekti. Bu da Avrupa'nın biri hepsi, hepsi birisi için var olma sonucunu doğuracaktı.
Açıklanan ve küçük, zayıf Avrupa devletlerine sunulan gündem bu meyan-da bir ortaklık. Ancak bunun gerisinde yatan (Avrupalı sol çevrelerce de bilinip sıkça dile getirildiği üzere) Avrupalı zenginlerin daha da zengin olmak ve dünya pazarlarının sunacağı nimetleri yeniden bu globalleşme sayesinde ele geçirme amacından başka bir şey değildir. Bu anlamda küçük üye devletler ya da teknolo-jide öncü olmayan veya borçlu ve fakir üye ülkeler üvey evlat olmak konumunda kalmaya mahkum olacaklardır. Üstelik tek bir bağımsız politika yapma hakkı dahi olmaksızın.
Kapitalistler ve devletler nezdinde durum böyle iken, ya işçi sınıfına ve küçük esnafa ne olacaktır? Şurası kesin ki, bu kesimler daha da fakirleşecektir, el-lerindeki tüm kazanımlar bir bir geri alınacaktır. Dahası bu yeni durum karşısında daha da güçsüz hale düşeceklerdir; çünkü eskisi gibi kendi ülke yönetimlerini bir çırpıda etkileyemeyeceklerdir. Topyekün kapitalist bir Avrupa bloku yönetimine seslerini duyurmaları ve o ölçüde güçlü olmaları gerekmektedir ki, dediklerinde etkili olabilsinler. Yani kısacası bir yerine beş kere daha fazla çaba sarf etmek gere-kecektir ki gündemi etkilemek mümkün olabilsin.
Ancak bize göre böylesi bir durum karşısında izlenecek bir tek yol kal-maktadır. Durumu şimdiden doğru değerlendirip gerekli tavrı şimdiden koymak gerekir. Kısacası somut durumun somut tahlilini yapmak lazımdır. Devrimci cep-heyi işçi sınıfının öncülüğündeki eylemlere sıkı sıkıya çekerek, işçi sınıfının tüm sorunlarına sahip çıkar duruma getirerek ve işçi sınıfı öncülüğündeki hareketleri devrimci kanala taşıyarak, kapitalizmin geleceğe dönük sevdası kursağında bırakı-labilir ve emperyalist kapitalistlerin planları uzun vadede boşa çıkartılabilir.
İsveç ne durumda?
Konuya İsveç örneğinden yaklaşırsak, diğer birçok ülkede de aynı ya da benzer olan bu duruma daha net bir açıklama getirmiş olacağız. Son günlerde İsveç'te gündem EURO. Bu konuda o kadar kötü ve o kadar ikiyüzlü bir politika yapılıyor ki, insanlara bu kadar da olmaz de-dirtecek ölçüde ve gına getirtecek derecede.
Yeri geldiğinde İsveç'in demokratlı-ğına ve özgürlükçülüğüne toz kondurma-yan, İsveç başbakanı Sayın Göran Persson, özgürlükçülük ve demokratlık adına ne kadar anti demokratik davranış varsa sergi-liyor. Başta daha dokuz ay önce seçim çalış-malarında ateş ve barutun birbirlerine yakın olamayacağı gibi baktığı sağcı partilerin politikalarına tam olarak yandaş çıkmakta, bu yolda tam bir işbirliği içinde davran-maktadır. Sağcı partilerden EURO´ya evet yolunda destek almak için, dünü unutmaya hazır sosyal demokratların, bu yolda sendikaları da karşısına alacak derecede ileri gitmesi elbette sosyal demokratlara özgü kaypaklığın tipik bir örneğidir.
Sosyal demokrat başbakanın da, sağcı güçlerin işçi örgütlerine ve diğer sol güçlere karşı geliştirdiği bu koroya katılarak ortaya çıkması bizi elbette şaşırtma-maktadır; ancak sosyal demokrasiyi bir halk hareketi gibi görenlerin kafalarının (az da olsa) karışmadığını söylemek de pek mümkün değildir.
Sendikaların EURO´ya karsı çıkışlarını ve bu konuda sosyal demokrat partiden bağımsız olarak hareket etme kararı alışlarını sosyal demokrat başbakan içine bir türlü sindiremedi. Öyle ki Başbakanın kafası sendikaları bir cephe savaşı sürdürmekle suçlayacak derecede bozuldu. Bu yöntemle toplumun diğer kesim-lerini işçi sınıfına karşı kışkırtmak veya işçi sınıfını halkın geniş kesiminin deste-ğinden mahrum bırakmak amacı güdülüyor. Elbette sosyal demokrat başbakan ve yandaşları az da olsa bu konuda etkili olabilmekteler. Halen işçi sendikalarının içe-risinde yetkili ve yönetici konumda olan birçok korkak ve sade sosyal demokratın kafası karışmış durumda. Onların nasıl tavır alacağı da fevkalade merak konusu.
İsveç finans çevreleri ve onların siyasi temsilcileri ne kadar EURO'ya bağ-lanma yanlısıysa, İsveç halkının çoğunluğunu temsil eden demokratik örgütler de o denli EURO karşıtıdır ve halkın büyük çoğunluğu EURO'yu istememektedir. Ancak halk oylamasına daha birkaç ay var, Eylül 2003'te yapılacak oylamaya kadar oldukça iyi mücadele gerekmektedir ki EURO karşıtı cephenin halkın büyük bir çoğunluğunu elinde tutması sağlanabilsin. Yani bu yolda başta Sol partinin, Mer-kez partisinin , Çevre partisinin ve de harekete destek veren sendikaların işleri hiç de kolay olamayacaktır. Oylama zamanı yaklaştıkça burjuva partilerinin ve finans çevrelerinin entrikaları da artmaktadır. O yüzden her bir ilerici, devrimci kuruluş ve kişiye görev düşüyor. Emeğin bağımsızlığından yana olan, kapitalizmin globalleşerek emekçi halkları daha güçlü sömürmesine karşı olan herkesin daha da gayret göstermesi gerekmektedir. Ancak böylece EURO´ya sandıktan 'hayır' çıkartılır.
İsveç yönetimi neden Euro'yu para birimi olarak seçmeye can atıyor ve neden Avrupa'nın globalleşmesine olağanüstü çaba sarf ediyor? Hemen başta da açıklamaya çalıştığımız üzere, doksanlı yılları kapitalizmin ipinin pa-zara çıktığı yıllar oldu. İsveç kapitalist ülkeler sıralamasında, lüks kamaralar-da yolculuk eden ülkelerden biriydi. Ama İsveç bu konumunu esas itibariyle bir silah pazarlayıcısı olmasına borçluydu. Lakin doksanlı yıllar tüm hesapları ters yüz ederek bu avantajlı, ayrıcalıklı konumu değiştirdi.
Başta tamamen silah sanayiine paralel üretim yapan çelik sanayisinin en büyük ve de en çok işçiyi finanse eden komplekslerinin devre dışı edilmesi ve beraberinde yüz binlerce işçinin işsiz kalması ile başlayan sürecin akabinde hiç alışık olunmayan bir geriye gidiş başladı. Bunun ardından süreç, halkta olduğu gibi, sistemin planlayıcılarında da şaşkınlık ve hayal kırıklığı yarattı. Geriye gidiş burada da kalmadı, büyük oto üreticisi sanayiinin, (VOLVO, SAAB) gibi İsveç'in belkemiği konumundaki komplekslerin işçi tensikatlarını hızla devreye sokması, önü alınmayan bir geriye gidişin ve çöküşün ön sinyalleri olarak İsveç gündemine girdi.
İşsizliğe ve ekonomik bunalıma alışık olmayan İsveç yönetimleri kendile-rince değişik önlemler geliştirip durdularsa da, bunlar geriye gidişin önünü alacak adımlar olmaktan çokça uzak kararlardı. İsveç yönetimleri diğer gelişmiş kapitalist ülkeler örneğinde olduğu gibi, bunalımın ortaya çıkış sebebini hep halktan gizle-meye çabalayıp durdular. Ve bu çabalarını bugün de hâlâ sürdürmektedirler.
Son yıllarda İsveç
İsveç sisteminin tüm inandırıcılığı ve saflığı doksanlı yılların başından itibaren tamamen kayboldu. İsveç parası tüm komşu ülkelerin parası karşısında
değer kaybederek, birinci sıradan ta sonuncu sıraya geriledi. Mark, dolar ve daha sonra euro'ya karşı İsveç kronunun değeri giderek küçüldü. Bu durum ithalatı daha da pahalı hale getirirken, ihracatı daha ucuz yapılır hale getirdi. Bu yüzden de giderek, devletin kayıpları karşılamak üzere sübvansiyona yönelmesine, devlet kasasından işletmelere yardımı sunmasına neden oldu. Akabinde ortaya çıkan açıklar halktan tahsil edilerek telafi edilmeye çalışıldı. Sosyal haklarda kısıtlan-malara gidildi. Çocuk yardımı, kira yardımı, emeklilik yardımı ve işçi ücretlerinin artırılmaması dahil bir çok hak geriye alındı.
Fakirliğe alışık olmayan İsveçli için oldukça zor kabul edilir olan bu duru-ma halkı razı ettirmenin ve bu yolda halkı uyutabilmenin bir yolu olmalıydı. İşte tam da bu arada euro gündeme sokularak yeni bir çareymiş gibi İsveç halkına sunulmaya çalışıldı ve çalışılıyor.
İsveç'in sermaye yanlısı politikacıları bu Avrupa işine o denli angaje oldular ki, sonunda artık Avrupasız hayatın mümkün olamayacağını ileri sürecek kadar saçmalamaya başladılar. Dahası ikiyüzlülüklerinden hiç zerre kadar utanmamaya başladılar. Öyle ki sağcı Halk Partisi başkanı Lars Lejonborg euro'ya karşı çıkan sol partiyi ve diğer örgütleri Nasyonalist/Milliyetçi olmakla suçlayacak kadar ileri gitti. Sanki daha dokuz ay önce göçmenlerin İsveç'te çok olduğunu ve azaltılması gerektiğini söyleyen kendisi değilmiş gibi, seçim kampanyasında aşırı sağcı mu-haliflerle diyaloga giren kendisi değilmiş gibi, tüm bunların unutulduğunu sanan, sermayenin gözü dönmüş Avrupalı politikacıları, halkı cahil yerine koymaktalar.
İsveç´in sermaye yanlısı siyasetçilerinin Avrupa konusunda çok komik hesapları ve fikirleri de var. Bunlardan birisi de Başbakan Göran Pesson. Sayın başbakana soruyorlar, "sence kim Avrupa cumhurbaşkanlığına yakışır?" Evdeki (Ülkedeki) Monarşi (Krallık) rejimi altında yasadığını unutan Göran'ın cevabı: "Elbette başkaları da çıkacaktır ama ben daha çok yakışırım", şeklinde oluyor.
Elbette bütün bu komedyenlikler halkın gözünden kaçmamaktadır, ancak yine de rüzgâra kapılanların sayısının hiç de azımsanamayacağını ve bu iki yüz-lülüklere alet olanların da oldukça fazla olduğunu söylemeliyim. Durumun emek-çilerin lehine dönüştürülmesi elbette kolay olmayacaktır, ancak halkın sonunda euro'nun ne denli sinsi bir tuzak olduğunu keşfetmesi gecikmeyecektir.
Bu konuda geleceği yine de tüm halkların ve devrimci güçlerin kazanacağını görüyoruz. Elbette mücadele etmeden değil, ama mutlaka sonuç böyle olacaktır.