Sosyalist Dergi: 19 |  Ali Kinalı |
İkinci Dünya Savaşı'nın 60. Yıldönümü

Bu savaş, tarihin en kanlı savaşıdır, en çok sayıda insanın yaşamına mal olmuştur. Maddi hasar yönünden olduğu gibi, çevreye yönelik etkisiyle de en çok yıkıma neden olan savaş budur. Ve en büyük felaketiyse, direkt olarak sivil insan yığınlarını fiziksel olarak hedef almış olmasıdır. İkinci Dünya Savaşı toplam olarak 50 milyon insanın yaşamına mal olmuştur. Faşist savaş makinesine karşı en fazla zayiatı veren ise Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği halkları olmuştur. Sovyetlerin savaştaki kaybı diğer devletlerin zayiatını kat be kat geride bırakmıştır. Sovyet halkı, bu haksız savaşı alt etmek ve insanlığa güvenilir bir dünya bırakmak uğruna, kızlarını ve oğullarını en genç yaşta olmak üzere, tam 20 milyon insanını yitirmiştir.

Elbette diğer ülkeler de bir çok açıdan bu savaşta kayıp vermiş, çok sayıda insan yaşamını yitirmiştir. Polonya 6 milyon, Yugoslavya 1,7 milyon, Çin 5 milyondan daha fazla, Almanya 6,5 milyon, Japonya 2,5 milyon, Fransa 635 000, İtalya 500 000, İngiltere 368 000 ve Amerika 273 000 insanını yitirmiştir.Tukthus toplama kampı ve diğer yıkım kamplarında olmak üzere, 11 milyon insan öldürülmüştür. Bununla birlikte yüzlerce şehir ve binlerce köy yerle bir edilmişken, beraberinde insanlığın var oluşundan buyana yaşadığı tüm tarihi dönemleri ifade eden ve yerine konması bir daha mümkün olmayan tarihi değerleri simgeleyen yığınla tarihi birikim ve kültür hatırası da yok olmuştur.

Bu yıl tam 60 yıl oldu bu kanlı savaş sona ereli. Diyebiliriz ki, dünyanın üçte ikisi oranındaki nüfus bu savaştan sonra doğmuştur. Evet, İkinci Dünya Savaşı tarih oldu. Ama bir tarih ki yaşıyor ve bugün de daha halen dünya politik yaşamını ve değişimi etkilemeye devam ediyor.Ancak uğursuzluk ve talihsizlik şurada ki, İkinci Dünya Savaşı'na neden olan güçler bugün de yeniden insanlığı ahlaksızca kullanıyor olarak, dünyanın en geniş bölümünde iktidardadırlar. Tarihçi Guistino Fortunanto, İtalyan faşizminin gelişmesi, liberalizm cilası altında İtalya'nın tarihinde vardır diyordu. Bu anlamda bakıldığında, günümüz dünyasının içinde bulunduğu politik, ekonomik yaşamın da bir çok açıdan İkinci Dünya Savaşı öncesi dönemi çağrıştırdığı artık büyük bir kesim tarafından kabul ediliyor.

İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle birlikte, insanlık savaşa kökten hayır diyerek, tüm deneyim ve birikimlerin savaşa karşı olması itibariyle yaygın olarak yaşatılıp yayılarak ayakta tutulacağı sözünde birleşti. Bunun bir deneyim olarak ve de dünyada sürekli olarak barışa hizmet etmesi amacıyla gelecek kuşaklara taşınıp devredilmesi üzerinde denebilir ki anlaşılmıştı. Bu anlaşma, faşizmin bir daha hortlayıp hayat bulmaması için, insanlığın ilkesel olarak üzerinde topluca anlaşmış olduğu topyekün bir barış anlaşmasıydı. Ne ki, günümüz emperyalizminin yeniden fetihçilik politikalarından medet ummuşluğuna bakılınca, bu anlaşmanın artık yaşamadığı açıktır.

Temelde İkinci Dünya Savaşı'na neden olan, emperyalist hesaplar peşindeki güçlerdi. Bu güçlerin düşmanlık ve histeriyle amaçlamış oldukları, yeniden dünyanın başına seçkinler sistemini militarizm eliyle yürürlüğe sokmak, ya da güce tapan totaliter sistemleri erkte tutarak, yığınsal bilinçlenmeyi ve sosyalist düzen yönelişlerini bertaraf etmek hedefiydi.

Bu yolla militarist sömürü sistemleri sürgit ayakta tutulmuş ve devamlı yaşatılmış olacaktı. Emperyalist paylaşım yanlısı güçler, bu büyük hedefe ulaşmak yolunda insanlığın genetik köklerine kadar indirgenen ırk propagandasına yöneldi. Dünyada sınırsız biçimde bir güç olmuşluğun avantajıyla hareket ederek, tümüyle ulusların ve devletlerin, dünya insanlığının yaşamını her alanda tehdit etmeye devam etmektedirler.

Şurası bir gerçektir ki, İkinci Dünya Savaşı'yla ilgili gerçekler dünya yüzeyinde bugünkü egemen güçlerce bilinçli olarak çarpıtılmakta ve dahası da saklanmaktadır. Birçok kapitalist ve de gelişmiş ülke, İkinci Dünya Savaşı'yla ilgili tarihi gerçekleri değiştirmek ve de daha başka yollarla kafaları karıştırmak amacıyla ne gibi imkan varsa kullanmaktan geri durmuyorlar. Bununla da yetinmeyip, İkinci Dünya Savaşı'na ön ayak olup da yürürlüğe koyan çevrelerin, yeniden ve çok daha da tehlikeli olarak insanlığa savaş belasını yaşatmaya devam ettiklerini de bilinçli olarak gizliyorlar. Bu bağlamda bilinip kabul edilmelidir ki, insanlığın dünyada köklü bir barışa ulaşması için daha yerine getirilmesi gereken yığınla görev vardır.

Kapitalist ve emperyalist sistem yaşıyorken faşizm yenilmiş olmaz

9 Mayıs 1945'te Hitler faşizmi boyun eğdirilip, teslim alınırken, arkasında olan uluslararası büyük kapitalizm, faşizmi besleyip kullanan güçler olarak, topyekün boyun eğdirilip teslim alınamamıştı. Onlar geçici olarak inlerine geri çekilmişlerdi. Ama bilahare yeniden toparlanmış ve güçlenmiş olarak orta yere çıkmışlardır. Tarihte faşizmin arkasında olmuş olan bu güçler, bugün gelişerek daha da büyümüş ve yeniden insanlığı tehdit eder duruma gelmişlerdir. Ve bu güçler bugün de gerçekleri sosyalizm karşıtı konuma çevirmek için olanca güçlerini seferber etmekteler.

Bunu bir örnekle vermek gerekirse, İsveç egemen çevrelerinin ve de bu çevrelerin emrindeki iktidar güçlerinin çabaları, bu doğrultuda dikkate mahaldir. İşveç'in seçkin burjuvazisi ve bu çevrelerle birlik olan yazar, çizer medya takımı, ikinci dünya savaşında neden bu denli yüksek sayıda insanın kurban verilmiş olduğunu ve buna neden olan çevreleri, onların art niyetli katkılarını masum göstermeye ve adeta yumuşatıp suçluluklarını temize çıkarıyorken, aynı zamanda İsveç'in devlet olarak savaşa karşı olan güçlerin cephesinde neden yer almayarak Nazi Almanyası'na destek olmuşluğunu da, çeşitli kılıf arayışı politikalarıyla gizlemekte ve gerçekleri inkardan gelmektedir.

Temel suçlu emperyalist güçler ve onların politikalarıdır

Doğrusu şu ki, savaşlara neden olan en temel ve de başlıca etken emperyalizmin amaçlarıdır. İkinci Dünya Savaşı'na da emperyalist çıkar politikaları peşinde olan devletlerin sosyalist gelişmelere karşı militaristçe tutumları ve çıkar amaçlı sürtüşme politikaları ön ayak olmuştur. Salt faşist Almanya'nın, İtalya'nın ve militarist Japonya'nın neden olduğu bir savaş olarak bakılamaz İkinci Dünya Savaşı'na. Böyle bir bakış açısı yanlış olur. Yanlış olmakla da kalmaz, aynı anda yeni emperyalist politikaların analizini sınıfsal temelde doğru dürüst yapmaktan da bizi alıkoyar. Bu nedenle İkinci Dünya Savaşı'na bakarken, sömürü ve çıkar politikaları peşinde olan emperyalist bölüşüm kavgalarından bağımsız olarak değerlendiremeyiz olan bitenleri. Bütün emperyalist dünyanın topyekün ortaklaşa neden olduğu bir savaştı İkinci Dünya Savaşı.

Düşmanlıkla hedeflenen, kapitalist emperyalist "topyekün imha" teorilerini keşfederek, tümden insanlığı hedef alan kök kazıma girişimlerine yönelimdi. Böylece faşizm çıkarcı kapitalist emperyalist yönelişlerin en barbarcası olarak dünya yüzüne devşirilmiş olarak pratiğe geçirildi.

Kendi kendilerini dünya beyliğine yetkili kılan sermaye çevreleri, dünyanın ileri gelmiş emperyalist devletleri, dünyayı yeniden ve kendi çıkarlarına elverir biçimde düzenleme girişimlerini toplama kapları ve gaz odalarında insanları topyekün katletme metotlarıyla gerçekleştirmek istediler. Böylece güçlü emperyalist sistem doğrultusundaki imparatorluk amaçlarına, dünya insanlığının bir çok yönden yok edilmesi pahasına ulaşmaya koyuldular.

Aşama aşama ama topyekün

Faşist rejimler daha 1917 Büyük Sosyalist Ekim Devrimi'nden hemen sonra kapitalist sermaye sınıfınca çeşitli devletlerde işbaşına taşınmıştı.

Bu biçimdeki açık diktatörlükler ve de faşist rejimler, Ekim devriminin etkisiyle sosyalist sisteme yönelim içindeki dünya halklarını, baskı ve şiddetle bu yoldan alıkoymak amacıyla bilinçli olarak seçilmişti.

Macaristan ve Türkiye'de 1920'de komünist önderlerin milliyetçi anti-komünist güçlerince hunharca katledilmiş oluşuyla başlanmış, İtalya'da 1922, Bulgaristan'da ve İspanya'da 1923, Arnavutlukta 1924, Yunanistan'da 1925, Litvanya'da, Polonya ve Portekiz'de 1926, Yugoslavya'da 1929, ve son olarak Almanya'da Ocak 1933 olmak üzere tek tek ama sistemli ve de yaygın olarak iktidara taşınmıştı.

Beraberinde ve daha 1930 yıllarının başından itibaren Japonya'da devlet yönetiminin her kademesinde militarist düşünce hakim duruma getirilmiş olarak, Japonya'nın da topyekün militarist faşizm yanlısı bir konuma çekilmesi sağlanmıştı.

Bu ülkelerin her birindeki yönetim, çok küçük görünüm farklılıkları hesaplanmazsa, tümüyle aynı faşist karakterli rejimlerdi. Bunların ortak amacı kapitalizme karşıt güçleri alt edip ortadan kaldırmaktı. Bu durumu değerlendirmiş olan Komünist Enternasyonal komitesi, daha 1933'te faşizmi tanımlarken, faşizmin teorik olarak tam ve de açık bir dikta ideolojisi olduğunu, ve bu ideolojinin yandaşı güçlerin de, yüksek finans kapitalizminin emrindeki, en tutucu ve şovenist güçler olduğunu tanımlamıştı.

Faşizmin arkasında finans gücü olarak bulunan kapitalistler, İkinci dünya savaşının bitimiyle birlikte, savaş suçlusu olarak Nurnberg mahkemesine çıkarılabilmişken (bunlar başından beri Hitler rejimini destekleyen kişilerdi, Gustav Krupp von Bohlen und Halbach, Friedrich Flick ve daha başkaları da olmak üzere) Batılı devletlerce bunların kapital finans olanaklarından yararlanmak planı güdülerek serbest bırakılmışlardı.

Böylesi faşizmi finanse eden güçlerin, daha sonra AB temel politikalarının ve geleceğe yönelik kapitalist çıkar politikalarının, küresel çapta politikleştirilip konumlandırılması amacıyla, kapitalist kampa akıl hocalığı yaptıkları da birçok kaynak tarafından aktarılmıştır.

Başta Hitler'in arkasındaki finans kapitalizmiyle ortak çıkar ilişkileri içinde olan Fransız ve İngiliz sermaye çevreleri, Hitler'in Versay anlaşmasını yırtmasıyla ve bu anlaşmaya uymayacağını açıklayarak, İngiltere'den sömürgeleri Almanya'ya bırakmasını istemesi ve Fransa ve ABD ile Latin Amerika'daki sömürgeleri kullanmak konusunda içine düştüğü uyuşmazlık, Hitler'in savaşa hazırlığa erken başlamasına neden oldu. Böylece Alman büyük finans çevreleriyle 1935'te yaptığı özel toplantıyla, tüm üretim tesislerinin, bankaların ve finans sermayesinin savaş için kullanılması sözünü aldı. Böylece ilk etapta 500 000 kişilik özel bir savaş gücünün hazırlanmasına koyulmuşken, beraberinde ağır savaş makinesinin üretim finansmanı için de kaynak oluşturulmuş oldu.

Halbuki daha 1924-1929 yılları boyunca Almanya'nın en büyük müttefikleri İngiltere ve ABD idi. Bu devletler Alman sermayedarlarını geliştirmiş, Almanya'ya en çok para transferinde bulunan devletler olmuştu. 1929 yılı hesabıyla Almanya'nın ABD'ye olan borcu 22 milyar olarak hesaplanmıştı.

1936'da Alman kuvvetleri Fransa'nın askerden arındırılmış bölgesi Rheinland'a saldırırken, İngiliz hükümetinin yorumu şu olmuştu: Eğer Hitler rejimine karşı yaptırım ve ambargo biçiminde önlemlere baş vurulursa, bu durum Alman bolşevizminin işini kolaylaştıracak ve onların erki ele geçirmesine olanak kazandırmış olacaktır. Bu hesapla İngiltere, Hitler faşizminin diğer devletlere saldırısına tepki göstermemiştir.

Çörçil 1925'te Mussolini'yle bir araya gelerek, İtalyan faşizminin bolşevizme karşı savaşını desteklediği taahhüdünü vermişti. Devamla ABD'de milyonlarca dolar krediyi Mussolini'ye aktararak, faşizmin İtalya'da güçlenmesine destek olmuştur. Tüm bunlar Bolşevizmin Avrupa'da gelişmesini önlemek ve kapitalist emperyalist sistemleri ayakta tutmak uğruna yapılmaktaydı.

Devamla, hem ABD'nin hem de İngiltere'nin, İtalya'nın Etiyopya'yı işgal edebilmesi için olağanüstü çaba sarf ettikleri de kayıtlardadır. İngiltere'nin özel olarak Etiyopya'yı ikna etmeye çalışarak İtalya'nın önerisine evet demeye zorladığı biliniyor.

Daha sonra anlaşma yoluyla, Almanya'nın hem Amerika'dan hem de İngiltere'den denizler üzerindeki harekat sahasını genişletme garantisi aldığı da açıktır. Böylece başta kara sularında yürüyen savaş makinelerini çoğaltarak daha da geliştirme imkanına kavuşmuş olan Almanya, elbette burada durmayacaktı.

Bu yakınlaşma bağlamında, hem İngiltere'den ve hem de ABD'den gelen, savaş malzemesi üretiminde kullanılacak hammadde değişimi önerisi de, Hitler için bulunmaz bir olanak ve de kaçırılması mümkün olmayan bir fırsat olarak doğmuştu.

Çünkü üçünün de amacı, daha sonra savaşın Sovyetler birliğine yönelmesi idi. Bu nedenle Fransa'yı da yanlarına alarak, İngiliz, ABD ve Alman ortak anlaşması olarak bilinen, Münih anlaşması imzalanmış oldu. Hitler'le anlaşmaya seve seve varan bu güçlerin hesabı, Hitler savaş makinesi kendilerine yönelmediği sürece, savaştan çıkar elde etmekti. Bu pozisyonla, Hitler'in Avrupa'nın üçte ikisini işgal etmişliğine de sessiz kalındı.

Bu arada, arkasında ABD'nin finans gücü bulunan Japonya'nın askeri güçlerinin Moğolistan Halk Cumhuriyeti'ne saldırısını püskürtmekle meşgul olan Sovyetler Birliği'nin bu meşguliyetinden de, emperyalist devletler yararlanmaya çalışmakta idiler. İşte Hitler faşizmi Polonya'yı işgal amacıyla hazırlıklara girişmişken ve, Sovyetler Birliği'nin sınırlarına dayanmak istiyorken, Sovyetler Birliği de emperyalist saldırının diğer cephesiyle meşguldü.

Hitler'in Polonya'yı işgali demek, Sovyetler Birliği için büyük bir savaş tehlikesinin kapıya dayanmışlığı anlamına gelecekti. Bu durum daha da açık ve net göstermiş ve ortaya koymuştu ki, bütün emperyalist planlar, emperyalist devletlerin arasındaki işbirliği anlaşmaları, faşizmi, Sovyetlerin üstüne saldırtmak içindi. Bu durum ortaya çıkmıştı.

Böyle bir ortamda savaşa hemen girecek olsaydı Sovyetler Birliği, bu demek olacaktı ki Kızıl Ordu ikiye bölünerek, hem doğuda ve hem de batıdaki düşmanla savaşmak zorunda bırakılacaktı. Ve böylece Sovyetler de kolayca orta yerde boğulmuş ve işgal edilmiş alacaktı.Tam bu arada, Sovyetler Birliğinin tüm girişimlerine rağmen, Fransa'nın ve İngiltere'nin ortak bir anlaşmaya yanaşıp ortak bir savaş paktı kurulmasına olur demeyecekleri anlaşılınca ve burjuvazinin yönetimindeki Polonya'nın da Sovyetler Birliği'nin askeri yardim önerisini geri çevirmesi üzerine, bu durumda Sovyetler Birliği'ne çıkar yol bırakılmamıştı. Bunu üzerine, Almanya'nın yaptığı iki devletin birbirine saldırmazlık önerisine Sovyetler evet demek zorunda kaldı.

İşte bu gerçek durumdur, bugün burjuva tarihçilerinin ve politikacılarının çarpıtıp, tersine çevirip, karalayıp, propaganda ettikleri. Molotov-Ribbentrop anlaşması olarak da bilinen ve Sovyetler Birliği ile dönemin Almanya'sı arasında gerçekleştirilmiş geçici anlaşmanın gerisindeki nedenler ve de içyüzü budur.

Haksızlık yapmaya alışık olan çıkarcı güçlerin ve onların kalemşörleri yağcı profesör takımı, yazar çizer ve satılık burjuva medyasının topyekün ve hep bir ağızdan çarpıtmak istedikleri gerçek budur.

Sermaye sınıfı ve emrindeki güçler böyle davranırken, elbette bilinçli olarak böyle davranmaktalar. Bunların amacı sosyalizme yönelecek olan kitlelerin kafalarını karıştırarak bundan tecrit etmek içindir.

Çünkü sermaye sınıfı bugün de halen konumunu kesin olarak garantiye almış olmadığının bilincindedir. Sosyalist dünya görüşünün gerçek olduğu için hep haklı olduğunun bunlar da farkındalar. Bu gerçeğin farkında olan sermaye sınıfının kurmayları ve akıl hocası uzman ve bilgin takımı, sosyalist bilincin karalama yöntemiyle gözden düşürüleceğini sanıyor ve buna yatırım yapıyorlar.

Ama görülen ve de kesin olan şu ki, karalama girişimleri, sahte demagojiler uzun vadede burjuvazinin konumunu kurtarmaya yetmeyecektir. Sosyalist devrimin yeniden ama daha da köklüce erke gelmesinde bu yöntemler önceden yetmedi, gelecekte de yetmeyecektir. Bu da böylece biline.

Başlıca amaç Sovyetler Birliği'ni ortadan kaldırmaktı

Dünya eşkıyasını Sovyetler Birliği'ne karşı ayağa kaldıran, özünde sınıfsal anlamda nefret ve dehşet psikozu politikalarıydı. Çünkü Sovyetler Birliği işçi sınıfı, köylülük ve emekçi halk kökenli güçlerin kollektif egemenliği olarak dünyada tek örnekti. Bu varlığıyla Sovyet devleti kapitalist, emperyalist yayılmanın önündeki başlıca engeldi. O sebeple ki, faşist devletlerin temel politik hedefi öncelikle Sovyetler Birliği'ni yok etmek olarak belirlenmişti.Evet tam da bu ortak amaçtı faşist devletleri ve onların arkasındaki emperyalist güçleri uzlaştırıp birleştiren. Ancak bu ortak planda uzlaşmışlıklarının, faşizmin kontrolde tutulmasına yetmediği çok geçmeden görülmüştü. Dünyaya hakimiyeti ortaklıkla bölüşerek değil de, tek başına elde etmenin daha fazla çıkarına olacağını keşfeden faşizm, öyle bir aşamaya gelmiş oldu ki arkasındaki emperyalist beylikleri de egemenliği altına almayı seçti. Böylece faşizmin arkasındaki emperyalist güçlerin, faşizmi kontrolü de elden kaçırılmış oldu.

Sovyetler Birliği'nin silahlanmasının anlamı

Şimdilerde daha ziyade Batılı devletlerin İkinci Dünya Savaşı boyunca yürüttükleri anlaşmalı dövüş politikaları abartılıp propaganda ediliyorken, bunlar Hitler faşizmini alt eden kahramanlar olarak insanlığa yutturulmaya çalışılıyor. Öte yandan barış güvercinleri olarak yeni kuşaklara özümsetilmeye çalışılan bu devletlerin, ortada Sovyet tehdidi kalmadığı halde, askeri yatırımlarını insanlığı topyekün olarak tehdit eder halde geliştirmiş oluşlarına haklılık payı çıkarılmaya çalışılmaktadır.

Bu arada esas faşizmin belini kırıp, yenilgiye uğratmış olan Sovyetler Birliği'nin katkıları inkardan gelinip, yok sayılıyor. Halbuki insanlığın ikinci dünya savaşından bugüne uzayan kaderi, tam da Sovyetler Birliği'nin, Alman faşist ordularını bozguna uğratıp yenilgiye uğrattığı günden itibaren başlayıp gelişmiştir. Aksi halde Hitler faşizmiyle başlayan dünyayı faşizmin egemenliğine katma girişimleri bugüne değin belki de çoktan başarılmış olacaktı. Çünkü en büyük cephe Sovyet cephesiydi ve tüm hesaplar da burası üzerinde kurulmuştu. Bu cephede ya var olunacak, ya da yok olunacaktı. Bu sonuç Sovyet halkı tarafından görülmüş ve bu görev özveri ile üstlenilmişti. İşte tam da bu durum savaşın sonuçlanmasına nokta koymuştu.

Kuşkusuz olarak ve de inkar edilmeden bilinip kabul edilmesi gereken gerçek şu ki, Sovyetler Birliğinin faşizmi alt etmek yolundaki özverili üstün girişimleri, salt Sovyetler Birliği'ni kurtarmak amaçlı değildi. Böylesi üstün özveri, tümüyle dünya insanlığını kurtarmak amacıylaydı. Bu bağlamda, Sovyetler Birliği'nin silahlanma yönündeki çabalarına da bu yönden bakılmak gerektir. Sovyet devletinin silahlanmaktaki amacının, barışı garantileyip korumak amaçlı olduğunu görmek ve de kabul etmek gerek. Çünkü insanlığa yakışanı bu dürüst tutumdur.

Nazi Almanyası'nın İkinci Dünya Savaşı'nı yitirmesini, Batılı devletlerin başarısına bağlamaya çalışan emperyalizm yanlısı kalemşorlar ve politikacılar kasıtlı bir yanıltma amacı peşindedirler. Hatırlatma yaparak belirtelim. Faşist Almanya, 22 Haziran 1941'de Sovyetler Birliği'ne karşı direkt saldırıya geçmeden evvel, burjuvazinin yönetimindeki birçok ülkeyi işgal hareketini başarmış ve bu ülkeleri çizmesinin altına almıştı bile. 1938'de Avusturya'yı kendine katması ile başlattığı işgal savaşını, devamla Polonya başta olmak üzere, Belçika, Danimarka, Norveç, Hollanda ve Lüksemburg'u tamamen işgal ederek egemenliği altına almış olan Almanya, böylece önü alınamayacak güce ulaşmıştı. Bu arada sadece Fransız ordusu 40 günlük bir süreyle Nazi ordusuna karşı koymak için direnmiş ve sonuçta yenilgiye uğramıştır. İngiliz sömürge ordusuysa, sömürgeleri terk ederek tümüyle anayurda, İngiltere'ye geri çekilerek, Nazilerin önünden kaçmış oldu.

Sonuç itibariyle, Batılı gelişmiş sömürgeci devletler faşist Almanya'nın Sovyetler Birliğine direkt saldırıya geçmesinden daha önce yenilgiye uğratılmıştı. Bu durum sayesindedir ki, Hitler faşizmi işgal olanaklarını daha da arttırmış ve 1940'ta işgal sahasını genişletmiş olarak, Balkanlar'ı da bu sahaya katmıştı. Sonuçta Nazi ordusu, Sovyetler Birliği'nin sınırlarına dayanmış oldu. Yani Batılı kapitalist devletlerde faşizmin işgal savaşını önlemek yönünde hiç bir güç ve de takat kalmamıştı. Onlara göre artık yenilgi nasıl olsa olacaktı.

Faşizmi durdurup alt etme görevi Sovyetler'e düşmüştü

İşte artık böyle bir ortamda faşizmi durdurabilecek tek güç salt tek başına Sovyetler Birliği'ydi. Bütün umut oradaydı.Ve Sovyet devleti ve de Sovyet halkı da bu durumun bilincinde olarak, tam bir kararlılıkla, başta sosyalist anayurdu olmak üzere, bütün insanlığı faşizm belasından kurtarmak üzere, kurtarıcı rolünü üstlenerek, bunu alnının akıyla başardı. Bu başarı Sovyet isçisinin, köylüsünün, ve onların evlatları olan o görkemli, kudretli Kızıl Ordu'nun başarısıydı.

Kızıl Ordu'nun önderliğinde kazanılan bu sonuçla, önce Balkanları ve devamla Avrupa'yı boydan boya faşizmden kurtaran komünistler, Berlin'e girerek, Hitler faşizmini ininde boğmuş olarak, faşizmin egemenliğine son verdiler. Bu gücü ve kuvveti Kızıl Ordu'ya sağlayan sosyalist bilinç ve sosyalist devlete olan bağlılıktı. Kollektif olarak insanlığın kurtuluşuna olan inanç ve bu inanca olan bağlılıktı.

Faşizmi finanse eden kapitalist çıkar güçleriydi

Tarihte İtalyan ve Alman faşizminin gelişme aşamalarına bakıldığında da görüleceği gibi, Birinci Dünya Savaşı'yla başlayıp İkinci Dünya Savaşı'yla noktalanan aşamaya kadar, her iki savaşın kışkırtıcısı ve besleyicisi emperyalist çıkarlar pesindeki gelişmiş kapitalist devletler olmuştur.

İtalya'da faşistler, gelişen işçi sınıfı öncülüğündeki devrimci yükselişi boğmak amacıyla, kapitalistler tarafından keşfedilip beslenerek arenaya sürülmüşlerdir. Almanya'da, daha 1920'lerde demagojik biçimde kendini Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi olarak adlandıran, faşist partinin finansmanını büyük kapitalist güçler yapmıştı. Daha sonra 1927'de 400 kapitalist firma temsilcisinin Nazi partisiyle ortak toplantı yaparak, faşistlerle direkt olarak işbirliği içinde olduklarını göstermiş oldukları gibi, böylece faşizmin kapitalistlerce finanse edildiğini de açıkça vurgulamış oldular. Ve devamla iktidarın Hitler faşizminin eline tamamen geçtiği güne değin, sermaye çevreleri faşizmi finanse edip güçlenmesi yolunda ne mümkünse yapmaktan asla kaçınmamışlardır.

Şimdilerde faşizm yeniden hortlatılmaya çalışılıyor

Ne ki, bugün yeniden emperyalist politikaların yürürlüğe sokuluş tarzına bakıldığında ve başta devletlerin bağımsızlık hakkına korkusuzca saldıran emperyalist sömürü politikaları doğrultusunda devletleri işgal yöntemlerine bakılınca, faşizmin kökünün kazınamamış olduğu ortaya çıkmaktadır.

Başta Amerika Birleşik Devletleri emperyalist bir eşkıya olarak, çıkarına evet demeyen dünya devletlerini açıkça ve korkusuzca tehdit edebiliyorken, faşizmin var olmadığı söyleyebilir mi?

Avrupa Birliği devletlerinin de çıkarlarına geldiği gibi, dünya hegomonyası rolüne ortak olmuşlukları gözler önünde iken, faşizmin yaşamadığı ve de faşist politikaların dünya insanlığını tehdit etmediği söyleyebilir mi?.

İşte bununla demek istiyoruz ki, bugün de dünyada süper büyüklükte emperyalist güçler vardır. Bu güçlerin hedefi de, tıpkı İtalyan ve Alman faşizminin olduğu gibi, dünyayı egemenlikleri altına alarak, dünyanın efendisi olmaktır. Böylece emperyalist devletlerin günümüzdeki politikası da Nazi Almanyası'nın politikasıyla aynı kaba düşmüş olmaktadır.

ABD Başkanı George Bush, aynen Hitler'in ses tonunu ve yöntemini çağrıştıran açıklamalarıyla, Amerikan emperyalizminin görevinin dünyaya amerikan modeli olarak özgürlük yaymak, demokrasi taşıyıp götürmek ve pazar ekonomisi politikalarını ihraç etmek olduğunu açıklamaktadır.

Bu tutumuyla Bush da aynen Adolf Hitler'in taktiğini gütmüş oluyor. Bush da aynen Hitler'in iddia etmiş olduğu gibi, tanrının kendisini dünyada kötülere karşı savaşla görevlendirmiş olduğuna inanmakta ve bunu ima etmektedir.

Ve aynen İkinci Dünya Savaşı öncesinde faşizme karşı aşağılık tavır içindeki devletlerin tutumunda olduğu gibi, şimdilerde kimi devletlerin bu emperyalist politikalara ses çıkarma yanlısı olmadıklarına bakılınca ve dahası bunlara arka çıkıldığı görüldükçe, aynı aşağılık ilişkilerin bugün de sürgit yaşatıldığı anlaşılmaktadır. Emperyalizmin barbarlığı karşısında kendilerini güçsüz ve küçük gördükleri gibi, teslimiyet etkisine girerek topyekün insanlığa karşı kampta yer almış oluyorlar. Ve aşağılık duygusuna kapılmış olarak, emperyalist büyük gücün istemlerine boyun eğerek yandaş olmaktadırlar.

Tarihten dersler çıkarılmalı ve emperyalist savaşlara engel olunmalıdır

Öncelikle, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra BM bünyesinde dünya devletlerinin üzerinde anlaşmış oldukları tüm anlaşmalar rafa kaldırılmış ve hiçten gelinmiş olarak, emperyalist büyük güçlerin haksız yere başka masum devletlere haçlı seferleri açmasına imkan verilmiştir.

Yeni emperyalist doktrine göre, güce boyun eğmeyen devletlere karşı yargılama yetkisini tek başına kendilerinde gören emperyalist güçler, beğenmediklerini serbestçe işgal edip kendilerine uyan biçimde yeniden sistemleştirmektedirler.

Bütün dünyadaki savaş karşıtı çıkışlara rağmen ve devletlerin bağımsızlıklarına saygı istemlerine rağmen, bu yeni emperyalist doktrin doğrultusundaki savaş politikaları, AB'ce de örnek alınmış ve giderek köşe taşı olarak seçilmiştir.

Avrupa Birliği'nin militarist stratejisi, temel bir hedef olarak, daha yenice hazırlanmış ve birliğin gündemine sunulmuş olan birlik anayasasında da özel olarak gerekliliğine işaret edilerek yer verilmiştir.

Böylece AB'nin de tıpkı ABD'nin emperyalist politikalarında olduğu gibi, militarist güç olma yolunu seçmiş olarak, bu yolla dünya pazarını kendisine güç kullanarak mecbur etmeyi amaçladığı açıktır. AB'nin de bariz bir tehlike olarak geliştiği gözler önündedir.

Tüm bu gelişmeler de göstermektedir ki, dünyada insani değerler ve demokratik haklar, bugün insanlığın kazanılmış haklarına ve evrensel çıkarlarına istediği gibi müdahale eden emperyalist güçlerin inisiyatifine alınmak istenmektedir.

Bugünkü durum 1930'lu yılları, yani faşizmin iktidara tırmandırıldığı dönemleri anımsatmaktadır.

Bu anlamda İkinci Dünya Savaşı'nın 60. yıldönümü, tüm dünyadaki demokrasi ve devrimci güçlerine yeni görev ve sorumluluk yüklemektedir.

Emperyalizme, kapitalizme karşı savaşım, faşizme karşı savaşımdan ayrı tutulamaz. Demokrasi, bağımsızlık, barış ve sosyalizm için mücadele bugün de, tıpkı dün olduğu gibi, gerekli ve kaçınılmazdır.

Safları sıklaştıralım. Bu kavga savaşa, sömürüye, faşizme karşıdır. Bu kavga aş, iş, demokrasi özgürlük ve eşitlik kavgasıdır.



 
Yazarın Diğer Yazıları
 İsveç Dersleri – I
 İkinci Dünya Savaşı'nın 60. Yıldönümü
 Küreselleşme Emekçi Halkları Köleleştiriyor ve Irkçılığı Geliştiriyor - İsveç Dersleri - II
 Cumhurbaşkanınız Lâdinî mi, Yoksa Klerikalizmci mi Olsun?
 Tabela Biçiminde Bir İşsizlik Sigortası Kalıcı Sosyal Kazanımdan Sayılamaz
 “Örgü”ye Katkı"
 Euro Emekçilere Yoksulluk Getirir
 Euro'ya Kaçış