Bu savaş, tarihin en kanlı savaşıdır, en çok sayıda insanın
yaşamına mal olmuştur. Maddi hasar yönünden olduğu gibi, çevreye yönelik
etkisiyle de en çok yıkıma neden olan savaş budur. Ve en büyük felaketiyse,
direkt olarak sivil insan yığınlarını fiziksel olarak hedef almış olmasıdır.
İkinci Dünya Savaşı toplam olarak 50 milyon insanın yaşamına mal olmuştur.
Faşist savaş makinesine karşı en fazla zayiatı veren ise Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetleri Birliği halkları olmuştur. Sovyetlerin savaştaki kaybı diğer
devletlerin zayiatını kat be kat geride bırakmıştır. Sovyet halkı, bu haksız
savaşı alt etmek ve insanlığa güvenilir bir dünya bırakmak uğruna, kızlarını ve
oğullarını en genç yaşta olmak üzere, tam 20 milyon insanını yitirmiştir.
Elbette diğer ülkeler de bir çok açıdan bu savaşta kayıp
vermiş, çok sayıda insan yaşamını yitirmiştir. Polonya 6 milyon, Yugoslavya 1,7
milyon, Çin 5 milyondan daha fazla, Almanya 6,5 milyon, Japonya 2,5 milyon,
Fransa 635 000, İtalya 500 000, İngiltere 368 000 ve Amerika 273 000 insanını
yitirmiştir.Tukthus toplama kampı ve diğer yıkım kamplarında olmak üzere, 11
milyon insan öldürülmüştür. Bununla birlikte yüzlerce şehir ve binlerce köy
yerle bir edilmişken, beraberinde insanlığın var oluşundan buyana yaşadığı tüm
tarihi dönemleri ifade eden ve yerine konması bir daha mümkün olmayan tarihi
değerleri simgeleyen yığınla tarihi birikim ve kültür hatırası da yok
olmuştur.
Bu yıl tam 60 yıl oldu bu kanlı savaş sona ereli. Diyebiliriz
ki, dünyanın üçte ikisi oranındaki nüfus bu savaştan sonra doğmuştur. Evet,
İkinci Dünya Savaşı tarih oldu. Ama bir tarih ki yaşıyor ve bugün de daha halen
dünya politik yaşamını ve değişimi etkilemeye devam ediyor.Ancak uğursuzluk ve
talihsizlik şurada ki, İkinci Dünya Savaşı'na neden olan güçler bugün de yeniden
insanlığı ahlaksızca kullanıyor olarak, dünyanın en geniş bölümünde
iktidardadırlar. Tarihçi Guistino Fortunanto, İtalyan faşizminin gelişmesi,
liberalizm cilası altında İtalya'nın tarihinde vardır diyordu. Bu anlamda
bakıldığında, günümüz dünyasının içinde bulunduğu politik, ekonomik yaşamın da
bir çok açıdan İkinci Dünya Savaşı öncesi dönemi çağrıştırdığı artık büyük bir
kesim tarafından kabul ediliyor.
İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle birlikte, insanlık
savaşa kökten hayır diyerek, tüm deneyim ve birikimlerin savaşa karşı olması
itibariyle yaygın olarak yaşatılıp yayılarak ayakta tutulacağı sözünde birleşti.
Bunun bir deneyim olarak ve de dünyada sürekli olarak barışa hizmet etmesi
amacıyla gelecek kuşaklara taşınıp devredilmesi üzerinde denebilir ki
anlaşılmıştı. Bu anlaşma, faşizmin bir daha hortlayıp hayat bulmaması için,
insanlığın ilkesel olarak üzerinde topluca anlaşmış olduğu topyekün bir barış
anlaşmasıydı. Ne ki, günümüz emperyalizminin yeniden fetihçilik politikalarından
medet ummuşluğuna bakılınca, bu anlaşmanın artık yaşamadığı açıktır.
Temelde İkinci Dünya Savaşı'na neden olan, emperyalist hesaplar
peşindeki güçlerdi. Bu güçlerin düşmanlık ve histeriyle amaçlamış oldukları,
yeniden dünyanın başına seçkinler sistemini militarizm eliyle yürürlüğe sokmak,
ya da güce tapan totaliter sistemleri erkte tutarak, yığınsal bilinçlenmeyi ve
sosyalist düzen yönelişlerini bertaraf etmek hedefiydi.
Bu yolla militarist sömürü sistemleri sürgit ayakta tutulmuş ve
devamlı yaşatılmış olacaktı. Emperyalist paylaşım yanlısı güçler, bu büyük
hedefe ulaşmak yolunda insanlığın genetik köklerine kadar indirgenen ırk
propagandasına yöneldi. Dünyada sınırsız biçimde bir güç olmuşluğun avantajıyla
hareket ederek, tümüyle ulusların ve devletlerin, dünya insanlığının yaşamını
her alanda tehdit etmeye devam etmektedirler.
Şurası bir gerçektir ki, İkinci Dünya Savaşı'yla ilgili
gerçekler dünya yüzeyinde bugünkü egemen güçlerce bilinçli olarak çarpıtılmakta
ve dahası da saklanmaktadır. Birçok kapitalist ve de gelişmiş ülke, İkinci Dünya
Savaşı'yla ilgili tarihi gerçekleri değiştirmek ve de daha başka yollarla
kafaları karıştırmak amacıyla ne gibi imkan varsa kullanmaktan geri durmuyorlar.
Bununla da yetinmeyip, İkinci Dünya Savaşı'na ön ayak olup da yürürlüğe koyan
çevrelerin, yeniden ve çok daha da tehlikeli olarak insanlığa savaş belasını
yaşatmaya devam ettiklerini de bilinçli olarak gizliyorlar. Bu bağlamda bilinip
kabul edilmelidir ki, insanlığın dünyada köklü bir barışa ulaşması için daha
yerine getirilmesi gereken yığınla görev vardır.
Kapitalist ve emperyalist sistem yaşıyorken faşizm yenilmiş
olmaz
9 Mayıs 1945'te Hitler faşizmi boyun eğdirilip, teslim
alınırken, arkasında olan uluslararası büyük kapitalizm, faşizmi besleyip
kullanan güçler olarak, topyekün boyun eğdirilip teslim alınamamıştı. Onlar
geçici olarak inlerine geri çekilmişlerdi. Ama bilahare yeniden toparlanmış ve
güçlenmiş olarak orta yere çıkmışlardır. Tarihte faşizmin arkasında olmuş olan
bu güçler, bugün gelişerek daha da büyümüş ve yeniden insanlığı tehdit eder
duruma gelmişlerdir. Ve bu güçler bugün de gerçekleri sosyalizm karşıtı konuma
çevirmek için olanca güçlerini seferber etmekteler.
Bunu bir örnekle vermek gerekirse, İsveç egemen çevrelerinin ve
de bu çevrelerin emrindeki iktidar güçlerinin çabaları, bu doğrultuda dikkate
mahaldir. İşveç'in seçkin burjuvazisi ve bu çevrelerle birlik olan yazar, çizer
medya takımı, ikinci dünya savaşında neden bu denli yüksek sayıda insanın kurban
verilmiş olduğunu ve buna neden olan çevreleri, onların art niyetli katkılarını
masum göstermeye ve adeta yumuşatıp suçluluklarını temize çıkarıyorken, aynı
zamanda İsveç'in devlet olarak savaşa karşı olan güçlerin cephesinde neden yer
almayarak Nazi Almanyası'na destek olmuşluğunu da, çeşitli kılıf arayışı
politikalarıyla gizlemekte ve gerçekleri inkardan gelmektedir.
Temel suçlu emperyalist güçler ve onların
politikalarıdır
Doğrusu şu ki, savaşlara neden olan en temel ve de başlıca
etken emperyalizmin amaçlarıdır. İkinci Dünya Savaşı'na da emperyalist çıkar
politikaları peşinde olan devletlerin sosyalist gelişmelere karşı militaristçe
tutumları ve çıkar amaçlı sürtüşme politikaları ön ayak olmuştur. Salt faşist
Almanya'nın, İtalya'nın ve militarist Japonya'nın neden olduğu bir savaş olarak
bakılamaz İkinci Dünya Savaşı'na. Böyle bir bakış açısı yanlış olur. Yanlış
olmakla da kalmaz, aynı anda yeni emperyalist politikaların analizini sınıfsal
temelde doğru dürüst yapmaktan da bizi alıkoyar. Bu nedenle İkinci Dünya
Savaşı'na bakarken, sömürü ve çıkar politikaları peşinde olan emperyalist
bölüşüm kavgalarından bağımsız olarak değerlendiremeyiz olan bitenleri. Bütün
emperyalist dünyanın topyekün ortaklaşa neden olduğu bir savaştı İkinci Dünya
Savaşı.
Düşmanlıkla hedeflenen, kapitalist emperyalist "topyekün imha"
teorilerini keşfederek, tümden insanlığı hedef alan kök kazıma girişimlerine
yönelimdi. Böylece faşizm çıkarcı kapitalist emperyalist yönelişlerin en
barbarcası olarak dünya yüzüne devşirilmiş olarak pratiğe geçirildi.
Kendi kendilerini dünya beyliğine yetkili kılan sermaye
çevreleri, dünyanın ileri gelmiş emperyalist devletleri, dünyayı yeniden ve
kendi çıkarlarına elverir biçimde düzenleme girişimlerini toplama kapları ve gaz
odalarında insanları topyekün katletme metotlarıyla gerçekleştirmek istediler.
Böylece güçlü emperyalist sistem doğrultusundaki imparatorluk amaçlarına, dünya
insanlığının bir çok yönden yok edilmesi pahasına ulaşmaya koyuldular.
Aşama aşama ama topyekün
Faşist rejimler daha 1917 Büyük Sosyalist Ekim Devrimi'nden
hemen sonra kapitalist sermaye sınıfınca çeşitli devletlerde işbaşına
taşınmıştı.
Bu biçimdeki açık diktatörlükler ve de faşist rejimler, Ekim
devriminin etkisiyle sosyalist sisteme yönelim içindeki dünya halklarını, baskı
ve şiddetle bu yoldan alıkoymak amacıyla bilinçli olarak seçilmişti.
Macaristan ve Türkiye'de 1920'de komünist önderlerin milliyetçi
anti-komünist güçlerince hunharca katledilmiş oluşuyla başlanmış, İtalya'da
1922, Bulgaristan'da ve İspanya'da 1923, Arnavutlukta 1924, Yunanistan'da 1925,
Litvanya'da, Polonya ve Portekiz'de 1926, Yugoslavya'da 1929, ve son olarak
Almanya'da Ocak 1933 olmak üzere tek tek ama sistemli ve de yaygın olarak
iktidara taşınmıştı.
Beraberinde ve daha 1930 yıllarının başından itibaren
Japonya'da devlet yönetiminin her kademesinde militarist düşünce hakim duruma
getirilmiş olarak, Japonya'nın da topyekün militarist faşizm yanlısı bir konuma
çekilmesi sağlanmıştı.
Bu ülkelerin her birindeki yönetim, çok küçük görünüm
farklılıkları hesaplanmazsa, tümüyle aynı faşist karakterli rejimlerdi. Bunların
ortak amacı kapitalizme karşıt güçleri alt edip ortadan kaldırmaktı. Bu durumu
değerlendirmiş olan Komünist Enternasyonal komitesi, daha 1933'te faşizmi
tanımlarken, faşizmin teorik olarak tam ve de açık bir dikta ideolojisi
olduğunu, ve bu ideolojinin yandaşı güçlerin de, yüksek finans kapitalizminin
emrindeki, en tutucu ve şovenist güçler olduğunu tanımlamıştı.
Faşizmin arkasında finans gücü olarak bulunan kapitalistler,
İkinci dünya savaşının bitimiyle birlikte, savaş suçlusu olarak Nurnberg
mahkemesine çıkarılabilmişken (bunlar başından beri Hitler rejimini destekleyen
kişilerdi, Gustav Krupp von Bohlen und Halbach, Friedrich Flick ve daha
başkaları da olmak üzere) Batılı devletlerce bunların kapital finans
olanaklarından yararlanmak planı güdülerek serbest bırakılmışlardı.
Böylesi faşizmi finanse eden güçlerin, daha sonra AB temel
politikalarının ve geleceğe yönelik kapitalist çıkar politikalarının, küresel
çapta politikleştirilip konumlandırılması amacıyla, kapitalist kampa akıl
hocalığı yaptıkları da birçok kaynak tarafından aktarılmıştır.
Başta Hitler'in arkasındaki finans kapitalizmiyle ortak çıkar
ilişkileri içinde olan Fransız ve İngiliz sermaye çevreleri, Hitler'in Versay
anlaşmasını yırtmasıyla ve bu anlaşmaya uymayacağını açıklayarak, İngiltere'den
sömürgeleri Almanya'ya bırakmasını istemesi ve Fransa ve ABD ile Latin
Amerika'daki sömürgeleri kullanmak konusunda içine düştüğü uyuşmazlık, Hitler'in
savaşa hazırlığa erken başlamasına neden oldu. Böylece Alman büyük finans
çevreleriyle 1935'te yaptığı özel toplantıyla, tüm üretim tesislerinin,
bankaların ve finans sermayesinin savaş için kullanılması sözünü aldı. Böylece
ilk etapta 500 000 kişilik özel bir savaş gücünün hazırlanmasına koyulmuşken,
beraberinde ağır savaş makinesinin üretim finansmanı için de kaynak oluşturulmuş
oldu.
Halbuki daha 1924-1929 yılları boyunca Almanya'nın en büyük
müttefikleri İngiltere ve ABD idi. Bu devletler Alman sermayedarlarını
geliştirmiş, Almanya'ya en çok para transferinde bulunan devletler olmuştu. 1929
yılı hesabıyla Almanya'nın ABD'ye olan borcu 22 milyar olarak hesaplanmıştı.
1936'da Alman kuvvetleri Fransa'nın askerden arındırılmış
bölgesi Rheinland'a saldırırken, İngiliz hükümetinin yorumu şu olmuştu: Eğer
Hitler rejimine karşı yaptırım ve ambargo biçiminde önlemlere baş vurulursa, bu
durum Alman bolşevizminin işini kolaylaştıracak ve onların erki ele geçirmesine
olanak kazandırmış olacaktır. Bu hesapla İngiltere, Hitler faşizminin diğer
devletlere saldırısına tepki göstermemiştir.
Çörçil 1925'te Mussolini'yle bir araya gelerek, İtalyan
faşizminin bolşevizme karşı savaşını desteklediği taahhüdünü vermişti. Devamla
ABD'de milyonlarca dolar krediyi Mussolini'ye aktararak, faşizmin İtalya'da
güçlenmesine destek olmuştur. Tüm bunlar Bolşevizmin Avrupa'da gelişmesini
önlemek ve kapitalist emperyalist sistemleri ayakta tutmak uğruna
yapılmaktaydı.
Devamla, hem ABD'nin hem de İngiltere'nin, İtalya'nın
Etiyopya'yı işgal edebilmesi için olağanüstü çaba sarf ettikleri de
kayıtlardadır. İngiltere'nin özel olarak Etiyopya'yı ikna etmeye çalışarak
İtalya'nın önerisine evet demeye zorladığı biliniyor.
Daha sonra anlaşma yoluyla, Almanya'nın hem Amerika'dan hem de
İngiltere'den denizler üzerindeki harekat sahasını genişletme garantisi aldığı
da açıktır. Böylece başta kara sularında yürüyen savaş makinelerini çoğaltarak
daha da geliştirme imkanına kavuşmuş olan Almanya, elbette burada
durmayacaktı.
Bu yakınlaşma bağlamında, hem İngiltere'den ve hem de ABD'den
gelen, savaş malzemesi üretiminde kullanılacak hammadde değişimi önerisi de,
Hitler için bulunmaz bir olanak ve de kaçırılması mümkün olmayan bir fırsat
olarak doğmuştu.
Çünkü üçünün de amacı, daha sonra savaşın Sovyetler birliğine
yönelmesi idi. Bu nedenle Fransa'yı da yanlarına alarak, İngiliz, ABD ve Alman
ortak anlaşması olarak bilinen, Münih anlaşması imzalanmış oldu. Hitler'le
anlaşmaya seve seve varan bu güçlerin hesabı, Hitler savaş makinesi kendilerine
yönelmediği sürece, savaştan çıkar elde etmekti. Bu pozisyonla, Hitler'in
Avrupa'nın üçte ikisini işgal etmişliğine de sessiz kalındı.
Bu arada, arkasında ABD'nin finans gücü bulunan Japonya'nın
askeri güçlerinin Moğolistan Halk Cumhuriyeti'ne saldırısını püskürtmekle meşgul
olan Sovyetler Birliği'nin bu meşguliyetinden de, emperyalist devletler
yararlanmaya çalışmakta idiler. İşte Hitler faşizmi Polonya'yı işgal amacıyla
hazırlıklara girişmişken ve, Sovyetler Birliği'nin sınırlarına dayanmak
istiyorken, Sovyetler Birliği de emperyalist saldırının diğer cephesiyle
meşguldü.
Hitler'in Polonya'yı işgali demek, Sovyetler Birliği için büyük
bir savaş tehlikesinin kapıya dayanmışlığı anlamına gelecekti. Bu durum daha da
açık ve net göstermiş ve ortaya koymuştu ki, bütün emperyalist planlar,
emperyalist devletlerin arasındaki işbirliği anlaşmaları, faşizmi, Sovyetlerin
üstüne saldırtmak içindi. Bu durum ortaya çıkmıştı.
Böyle bir ortamda savaşa hemen girecek olsaydı Sovyetler
Birliği, bu demek olacaktı ki Kızıl Ordu ikiye bölünerek, hem doğuda ve hem de
batıdaki düşmanla savaşmak zorunda bırakılacaktı. Ve böylece Sovyetler de
kolayca orta yerde boğulmuş ve işgal edilmiş alacaktı.Tam bu arada, Sovyetler
Birliğinin tüm girişimlerine rağmen, Fransa'nın ve İngiltere'nin ortak bir
anlaşmaya yanaşıp ortak bir savaş paktı kurulmasına olur demeyecekleri
anlaşılınca ve burjuvazinin yönetimindeki Polonya'nın da Sovyetler Birliği'nin
askeri yardim önerisini geri çevirmesi üzerine, bu durumda Sovyetler Birliği'ne
çıkar yol bırakılmamıştı. Bunu üzerine, Almanya'nın yaptığı iki devletin
birbirine saldırmazlık önerisine Sovyetler evet demek zorunda kaldı.
İşte bu gerçek durumdur, bugün burjuva tarihçilerinin ve
politikacılarının çarpıtıp, tersine çevirip, karalayıp, propaganda ettikleri.
Molotov-Ribbentrop anlaşması olarak da bilinen ve Sovyetler Birliği ile dönemin
Almanya'sı arasında gerçekleştirilmiş geçici anlaşmanın gerisindeki nedenler ve
de içyüzü budur.
Haksızlık yapmaya alışık olan çıkarcı güçlerin ve onların
kalemşörleri yağcı profesör takımı, yazar çizer ve satılık burjuva medyasının
topyekün ve hep bir ağızdan çarpıtmak istedikleri gerçek budur.
Sermaye sınıfı ve emrindeki güçler böyle davranırken, elbette
bilinçli olarak böyle davranmaktalar. Bunların amacı sosyalizme yönelecek olan
kitlelerin kafalarını karıştırarak bundan tecrit etmek içindir.
Çünkü sermaye sınıfı bugün de halen konumunu kesin olarak
garantiye almış olmadığının bilincindedir. Sosyalist dünya görüşünün gerçek
olduğu için hep haklı olduğunun bunlar da farkındalar. Bu gerçeğin farkında olan
sermaye sınıfının kurmayları ve akıl hocası uzman ve bilgin takımı, sosyalist
bilincin karalama yöntemiyle gözden düşürüleceğini sanıyor ve buna yatırım
yapıyorlar.
Ama görülen ve de kesin olan şu ki, karalama girişimleri, sahte
demagojiler uzun vadede burjuvazinin konumunu kurtarmaya yetmeyecektir.
Sosyalist devrimin yeniden ama daha da köklüce erke gelmesinde bu yöntemler
önceden yetmedi, gelecekte de yetmeyecektir. Bu da böylece biline.
Başlıca amaç Sovyetler Birliği'ni ortadan kaldırmaktı
Dünya eşkıyasını Sovyetler Birliği'ne karşı ayağa kaldıran,
özünde sınıfsal anlamda nefret ve dehşet psikozu politikalarıydı. Çünkü
Sovyetler Birliği işçi sınıfı, köylülük ve emekçi halk kökenli güçlerin
kollektif egemenliği olarak dünyada tek örnekti. Bu varlığıyla Sovyet devleti
kapitalist, emperyalist yayılmanın önündeki başlıca engeldi. O sebeple ki,
faşist devletlerin temel politik hedefi öncelikle Sovyetler Birliği'ni yok etmek
olarak belirlenmişti.Evet tam da bu ortak amaçtı faşist devletleri ve onların
arkasındaki emperyalist güçleri uzlaştırıp birleştiren. Ancak bu ortak planda
uzlaşmışlıklarının, faşizmin kontrolde tutulmasına yetmediği çok geçmeden
görülmüştü. Dünyaya hakimiyeti ortaklıkla bölüşerek değil de, tek başına elde
etmenin daha fazla çıkarına olacağını keşfeden faşizm, öyle bir aşamaya gelmiş
oldu ki arkasındaki emperyalist beylikleri de egemenliği altına almayı seçti.
Böylece faşizmin arkasındaki emperyalist güçlerin, faşizmi kontrolü de elden
kaçırılmış oldu.
Sovyetler Birliği'nin silahlanmasının anlamı
Şimdilerde daha ziyade Batılı devletlerin İkinci Dünya Savaşı
boyunca yürüttükleri anlaşmalı dövüş politikaları abartılıp propaganda
ediliyorken, bunlar Hitler faşizmini alt eden kahramanlar olarak insanlığa
yutturulmaya çalışılıyor. Öte yandan barış güvercinleri olarak yeni kuşaklara
özümsetilmeye çalışılan bu devletlerin, ortada Sovyet tehdidi kalmadığı halde,
askeri yatırımlarını insanlığı topyekün olarak tehdit eder halde geliştirmiş
oluşlarına haklılık payı çıkarılmaya çalışılmaktadır.
Bu arada esas faşizmin belini kırıp, yenilgiye uğratmış olan
Sovyetler Birliği'nin katkıları inkardan gelinip, yok sayılıyor. Halbuki
insanlığın ikinci dünya savaşından bugüne uzayan kaderi, tam da Sovyetler
Birliği'nin, Alman faşist ordularını bozguna uğratıp yenilgiye uğrattığı günden
itibaren başlayıp gelişmiştir. Aksi halde Hitler faşizmiyle başlayan dünyayı
faşizmin egemenliğine katma girişimleri bugüne değin belki de çoktan başarılmış
olacaktı. Çünkü en büyük cephe Sovyet cephesiydi ve tüm hesaplar da burası
üzerinde kurulmuştu. Bu cephede ya var olunacak, ya da yok olunacaktı. Bu sonuç
Sovyet halkı tarafından görülmüş ve bu görev özveri ile üstlenilmişti. İşte tam
da bu durum savaşın sonuçlanmasına nokta koymuştu.
Kuşkusuz olarak ve de inkar edilmeden bilinip kabul edilmesi
gereken gerçek şu ki, Sovyetler Birliğinin faşizmi alt etmek yolundaki özverili
üstün girişimleri, salt Sovyetler Birliği'ni kurtarmak amaçlı değildi. Böylesi
üstün özveri, tümüyle dünya insanlığını kurtarmak amacıylaydı. Bu bağlamda,
Sovyetler Birliği'nin silahlanma yönündeki çabalarına da bu yönden bakılmak
gerektir. Sovyet devletinin silahlanmaktaki amacının, barışı garantileyip
korumak amaçlı olduğunu görmek ve de kabul etmek gerek. Çünkü insanlığa yakışanı
bu dürüst tutumdur.
Nazi Almanyası'nın İkinci Dünya Savaşı'nı yitirmesini, Batılı
devletlerin başarısına bağlamaya çalışan emperyalizm yanlısı kalemşorlar ve
politikacılar kasıtlı bir yanıltma amacı peşindedirler. Hatırlatma yaparak
belirtelim. Faşist Almanya, 22 Haziran 1941'de Sovyetler Birliği'ne karşı direkt
saldırıya geçmeden evvel, burjuvazinin yönetimindeki birçok ülkeyi işgal
hareketini başarmış ve bu ülkeleri çizmesinin altına almıştı bile. 1938'de
Avusturya'yı kendine katması ile başlattığı işgal savaşını, devamla Polonya
başta olmak üzere, Belçika, Danimarka, Norveç, Hollanda ve Lüksemburg'u tamamen
işgal ederek egemenliği altına almış olan Almanya, böylece önü alınamayacak güce
ulaşmıştı. Bu arada sadece Fransız ordusu 40 günlük bir süreyle Nazi ordusuna
karşı koymak için direnmiş ve sonuçta yenilgiye uğramıştır. İngiliz sömürge
ordusuysa, sömürgeleri terk ederek tümüyle anayurda, İngiltere'ye geri
çekilerek, Nazilerin önünden kaçmış oldu.
Sonuç itibariyle, Batılı gelişmiş sömürgeci devletler faşist
Almanya'nın Sovyetler Birliğine direkt saldırıya geçmesinden daha önce yenilgiye
uğratılmıştı. Bu durum sayesindedir ki, Hitler faşizmi işgal olanaklarını daha
da arttırmış ve 1940'ta işgal sahasını genişletmiş olarak, Balkanlar'ı da bu
sahaya katmıştı. Sonuçta Nazi ordusu, Sovyetler Birliği'nin sınırlarına dayanmış
oldu. Yani Batılı kapitalist devletlerde faşizmin işgal savaşını önlemek yönünde
hiç bir güç ve de takat kalmamıştı. Onlara göre artık yenilgi nasıl olsa
olacaktı.
Faşizmi durdurup alt etme görevi Sovyetler'e düşmüştü
İşte artık böyle bir ortamda faşizmi durdurabilecek tek güç
salt tek başına Sovyetler Birliği'ydi. Bütün umut oradaydı.Ve Sovyet devleti ve
de Sovyet halkı da bu durumun bilincinde olarak, tam bir kararlılıkla, başta
sosyalist anayurdu olmak üzere, bütün insanlığı faşizm belasından kurtarmak
üzere, kurtarıcı rolünü üstlenerek, bunu alnının akıyla başardı. Bu başarı
Sovyet isçisinin, köylüsünün, ve onların evlatları olan o görkemli, kudretli
Kızıl Ordu'nun başarısıydı.
Kızıl Ordu'nun önderliğinde kazanılan bu sonuçla, önce
Balkanları ve devamla Avrupa'yı boydan boya faşizmden kurtaran komünistler,
Berlin'e girerek, Hitler faşizmini ininde boğmuş olarak, faşizmin egemenliğine
son verdiler. Bu gücü ve kuvveti Kızıl Ordu'ya sağlayan sosyalist bilinç ve
sosyalist devlete olan bağlılıktı. Kollektif olarak insanlığın kurtuluşuna olan
inanç ve bu inanca olan bağlılıktı.
Faşizmi finanse eden kapitalist çıkar güçleriydi
Tarihte İtalyan ve Alman faşizminin gelişme aşamalarına
bakıldığında da görüleceği gibi, Birinci Dünya Savaşı'yla başlayıp İkinci Dünya
Savaşı'yla noktalanan aşamaya kadar, her iki savaşın kışkırtıcısı ve besleyicisi
emperyalist çıkarlar pesindeki gelişmiş kapitalist devletler olmuştur.
İtalya'da faşistler, gelişen işçi sınıfı öncülüğündeki devrimci
yükselişi boğmak amacıyla, kapitalistler tarafından keşfedilip beslenerek
arenaya sürülmüşlerdir. Almanya'da, daha 1920'lerde demagojik biçimde kendini
Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi olarak adlandıran, faşist partinin finansmanını
büyük kapitalist güçler yapmıştı. Daha sonra 1927'de 400 kapitalist firma
temsilcisinin Nazi partisiyle ortak toplantı yaparak, faşistlerle direkt olarak
işbirliği içinde olduklarını göstermiş oldukları gibi, böylece faşizmin
kapitalistlerce finanse edildiğini de açıkça vurgulamış oldular. Ve devamla
iktidarın Hitler faşizminin eline tamamen geçtiği güne değin, sermaye çevreleri
faşizmi finanse edip güçlenmesi yolunda ne mümkünse yapmaktan asla
kaçınmamışlardır.
Şimdilerde faşizm yeniden hortlatılmaya çalışılıyor
Ne ki, bugün yeniden emperyalist politikaların yürürlüğe
sokuluş tarzına bakıldığında ve başta devletlerin bağımsızlık hakkına korkusuzca
saldıran emperyalist sömürü politikaları doğrultusunda devletleri işgal
yöntemlerine bakılınca, faşizmin kökünün kazınamamış olduğu ortaya çıkmaktadır.
Başta Amerika Birleşik Devletleri emperyalist bir eşkıya
olarak, çıkarına evet demeyen dünya devletlerini açıkça ve korkusuzca tehdit
edebiliyorken, faşizmin var olmadığı söyleyebilir mi?
Avrupa Birliği devletlerinin de çıkarlarına geldiği gibi, dünya
hegomonyası rolüne ortak olmuşlukları gözler önünde iken, faşizmin yaşamadığı ve
de faşist politikaların dünya insanlığını tehdit etmediği söyleyebilir mi?.
İşte bununla demek istiyoruz ki, bugün de dünyada süper
büyüklükte emperyalist güçler vardır. Bu güçlerin hedefi de, tıpkı İtalyan ve
Alman faşizminin olduğu gibi, dünyayı egemenlikleri altına alarak, dünyanın
efendisi olmaktır. Böylece emperyalist devletlerin günümüzdeki politikası da
Nazi Almanyası'nın politikasıyla aynı kaba düşmüş olmaktadır.
ABD Başkanı George Bush, aynen Hitler'in ses tonunu ve
yöntemini çağrıştıran açıklamalarıyla, Amerikan emperyalizminin görevinin
dünyaya amerikan modeli olarak özgürlük yaymak, demokrasi taşıyıp götürmek ve
pazar ekonomisi politikalarını ihraç etmek olduğunu açıklamaktadır.
Bu tutumuyla Bush da aynen Adolf Hitler'in taktiğini gütmüş
oluyor. Bush da aynen Hitler'in iddia etmiş olduğu gibi, tanrının kendisini
dünyada kötülere karşı savaşla görevlendirmiş olduğuna inanmakta ve bunu ima
etmektedir.
Ve aynen İkinci Dünya Savaşı öncesinde faşizme karşı aşağılık
tavır içindeki devletlerin tutumunda olduğu gibi, şimdilerde kimi devletlerin bu
emperyalist politikalara ses çıkarma yanlısı olmadıklarına bakılınca ve dahası
bunlara arka çıkıldığı görüldükçe, aynı aşağılık ilişkilerin bugün de sürgit
yaşatıldığı anlaşılmaktadır. Emperyalizmin barbarlığı karşısında kendilerini
güçsüz ve küçük gördükleri gibi, teslimiyet etkisine girerek topyekün insanlığa
karşı kampta yer almış oluyorlar. Ve aşağılık duygusuna kapılmış olarak,
emperyalist büyük gücün istemlerine boyun eğerek yandaş olmaktadırlar.
Tarihten dersler çıkarılmalı ve emperyalist savaşlara engel
olunmalıdır
Öncelikle, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra BM bünyesinde dünya
devletlerinin üzerinde anlaşmış oldukları tüm anlaşmalar rafa kaldırılmış ve
hiçten gelinmiş olarak, emperyalist büyük güçlerin haksız yere başka masum
devletlere haçlı seferleri açmasına imkan verilmiştir.
Yeni emperyalist doktrine göre, güce boyun eğmeyen devletlere
karşı yargılama yetkisini tek başına kendilerinde gören emperyalist güçler,
beğenmediklerini serbestçe işgal edip kendilerine uyan biçimde yeniden
sistemleştirmektedirler.
Bütün dünyadaki savaş karşıtı çıkışlara rağmen ve devletlerin
bağımsızlıklarına saygı istemlerine rağmen, bu yeni emperyalist doktrin
doğrultusundaki savaş politikaları, AB'ce de örnek alınmış ve giderek köşe taşı
olarak seçilmiştir.
Avrupa Birliği'nin militarist stratejisi, temel bir hedef
olarak, daha yenice hazırlanmış ve birliğin gündemine sunulmuş olan birlik
anayasasında da özel olarak gerekliliğine işaret edilerek yer verilmiştir.
Böylece AB'nin de tıpkı ABD'nin emperyalist politikalarında
olduğu gibi, militarist güç olma yolunu seçmiş olarak, bu yolla dünya pazarını
kendisine güç kullanarak mecbur etmeyi amaçladığı açıktır. AB'nin de bariz bir
tehlike olarak geliştiği gözler önündedir.
Tüm bu gelişmeler de göstermektedir ki, dünyada insani değerler
ve demokratik haklar, bugün insanlığın kazanılmış haklarına ve evrensel
çıkarlarına istediği gibi müdahale eden emperyalist güçlerin inisiyatifine
alınmak istenmektedir.
Bugünkü durum 1930'lu yılları, yani faşizmin iktidara
tırmandırıldığı dönemleri anımsatmaktadır.
Bu anlamda İkinci Dünya Savaşı'nın 60. yıldönümü, tüm dünyadaki
demokrasi ve devrimci güçlerine yeni görev ve sorumluluk yüklemektedir.
Emperyalizme, kapitalizme karşı savaşım, faşizme karşı
savaşımdan ayrı tutulamaz. Demokrasi, bağımsızlık, barış ve sosyalizm için
mücadele bugün de, tıpkı dün olduğu gibi, gerekli ve kaçınılmazdır.
Safları sıklaştıralım. Bu kavga savaşa, sömürüye, faşizme
karşıdır. Bu kavga aş, iş, demokrasi özgürlük ve eşitlik kavgasıdır.