Sosyalist Dergi: 16 |  Ali Kinalı |
“Örgü”ye Katkı"

Mustafa Satış'ın "Örgü" isimli kitabına ilişkin, kendisinin talebiyle yazdığım katkı yazısıdır. Öncelikle Mustafa'nın kendisini kişisel olarak fazla tanımadığımı belirteyim. Yetmişli yıllarda çalışma alanlarımızın farklı olması nedeniyle, tanışıklığımız salt giyabi bir tanışıklıktan öte gitmedi. Ta ki, ben 1990 yılında İsveç'e gelinceye dek. Bu nedenle kendisini yine kendisine ait olan "Örgü" adlı kitabındaki notlarından aktaracağım bilgilerle tanıtmaya gayret edeceğim.


     Mustafa, Urfa doğumludur ve ulusal kökeni (bunun belirtilmesinden kendisinin de bir sakınca görmeyeceğinden eminim), Kürt'tür. 60'lı yılların son çeyreğinde gelişen öğrenci hareketi içinde, çeşitli yol arayışları sonucunda, ideolojik olarak tam olgunlaşmamış olduğu ve kendi deyimiyle, teorik planda iki cümleyi biraraya getirmekten uzak olduğu bir sırada, TSİP gençlik örgütü GSB (Genç Sosyalistler Birliği)'nin genel sekreterliğine getirilir.


     Özverili mücadelesi sonucunda ve neticede birçok devrimcinin biyografisinde olduğu gibi, DGM'nin acımasız anti-demokratik, faşist yargı mekanizmasının hışmından kurtulamayarak hapisle tanışır. Bu hapislik yıllarında Marksizmi-Leninizmi ve o doğrultuda bilimsel sosyalizmi, ekonomik, politik olmak üzere, daha da iyice inceleme zamanı edindiğinden, eski ideolojik yapısıyla çatışmaya girerek, sonuçta önemli bir yol ayrılığına gelip dayanır. Mustafa, hapisten afla çıkmıştır. Birçok devrimci gibi, o da artık devrim yolundaki rotasını işçi sınıfının yoluyla birleştirmiştir. TKP saflarına, özverili, yürekli ve de gerçek anlamda Marksist-Leninist ilkelere yönelimi görüldüğünden dolayı kabul edilir. Satış, TKP saflarına kabul edilmekten büyük bir memnuniyet duyar ve emin ellere geçtiğine yürekten inanır.
     Bir ara basın yayın uzmanı olarak Maden-İş sendikasında çalışır. Daha sonra aynı sendikanın örgütlenme dairesinde uzman olarak çalışmayı sürdürür. Seydişehir alüminyum tesislerindeki serüvenli sendikal örgütlenişin de baş aktörlerinden olan Mustafa'nın, daha farklı önemde olan hatıralarına da, "Örgü" isimli kitabına düştüğü notların yardımıyla elde ederek ulaşabileceğinizi hatırlatırım.
     1980, 12 Eylül faşist askeri darbesi, binlercemize olduğu gibi, binlerin arasında bir sıra neferi durumundaki Mustafa'ya da yaptığını yapar, illegalite ve o alandaki değerli özverilerinden sonra, birçokları gibi, gerekli olup olmadığına dahi karar verecek durumda olmadan, parti tarafından yurtdışına çıkartılır.
     Sonuçta, TKP'nin oportünizm sapağındaki yönetimce tarumar edilerek, likidatörlerce burjuvaziye peşkeş çekilmiş olmasından sonra, devrim uğruna gerekirse ölüme hemen hazır olan binlerce komünistin örneğindeki gibi, Mustafa Satış da kırılmış ve önderlere güven sorununda hayal kırıklığına uğramıştır. Neticede, Stockholm'daki araba tamirhanesinde kabuğuna çekilmişliğini kabul etmediğini göstermek istercesine, biyografi yazımıyla meşgul olmayı seçmiştir.
     Ancak, bu seçiminde de önceki yaşam anılarında olduğu gibi, tereddütlü olduğu, gerek yazılarının satır aralarında ve gerekse kitabı hakkında kimi eski partililerle ve bilakis likidatörlerin elebaşlarından Nabi Yağcı'yla yaptığı yazılı görüş alışverişinde ortaya çıkmaktadır.
     Mustafa Satış'la bundan 13 yıl önce Stockholm'un Haninge semtinde, o dönem dostumuz Ali Altınkaynak'ın başkanı olduğu Türkiyeliler Dayanışma ve Kültür Derneği'nde karşılaşmıştım. Benim oturma ve çalışma müsaadesini almam nedeniyle bir araya gelmiştik. Aramızda sosyalizm ve Sovyetler üzerine, dozajı istemeksizin yükselen bir tartışma yaşandı. Tartışmaya temelde, benim bir sistem olarak sosyalizmin kendisinin ilgili ülkelerdeki azgelişmişliğe neden olmadığını, ancak yönetimdeki oligarşinin neden olarak görülmesi gerektiğini belirtmiş olmama karşın, Mustafa'nın beni dinleme yanlısı olmaksızın, tartışmayı sosyalizmin hantallaşmış üretim tarzıyla, kapitalizmden geriliğine indirerek belirtmesi neden olmuştu.
     Pedagojik olarak esnek davranmaksızın, yanlış zeminlerde ve eksik biçimde tartışıldığında, bizim aramızda geçen bu tartışma örneğinde olduğu gibi, katı toleranssızlık nedeniyle tarafların birbirini kazanma yerine, dostlukların derinlemesine ve hatta hiç onarılamazcasına kopabileceğini bu olayla yaşamış oldum.
     En son 19 Şubat 2004 günü, hem işyeri ve hem de (yanlış hatırlamıyorsam), barınma yeri olarak kullandığı oto tamirhanesine Mustafa'yı görmeye gittiğimizde, şakacı, ama düşündürücü tespitlerde bulunduğuna şahit oldum. Konuşkanlığını hâlâ yitirmemiş, Türkiye bir şeylere gebe, bir patlama bekliyor gibi bir halde diyor, bu haliyle sanki bilinçaltındaki kimi düşüncelerini paylaşmak istiyor gibiydi. Şakacı olduğu kadar, öngörülülüğünü korumaya çalıştığını ilave edeyim. Örneğin, Türkiye Komünist Partisi olarak, partinin sergilemiş olduğu hatanın örgütsel ilkelerde olmadığını, ancak hatayı partiye hiç fırsat verilmeksizin, tarihi boyunca budanmışlığında, sindirilmiş ya da ihanete uğratılmışlığında aramak gerektiği tespiti, bence de çok doğru ve gerçekçi bir tespitti. Çünkü, esasında bu temel gerçektir, haklının ve de haksızın yerli yerine konarak, geleceğe doğru bakılmasına yarayacak olan. Bir yandan burjuvazinin acımasız anti-demokratik mekanizmasına, diğer yandan Şevket Süreyya'dan Vedat Nedim'e, Nabi Yağcı (Haydar Kutlu)'dan Zülfü Dicleli'ye ve sonuç olarak SİP yöneticilerinin atağına değin, sürüyle oportünist ve ihanetçiyle de boğuşmuş ve boğuşmakta olan bir partinin, hangi imkânsızlıkları ne şartlarda imkânlı hale getirdiğine dair değeri iyi vermek gerek. Nihayetinde, yiğidi öldürüyorsan da hakkını yeme diye bir ata sözü de vardır.
     Ayrılırken yanından Mustafa Satış'ın, saat gecenin yirmiüçüne yaklaşmaktaydı. Benim yolum oldukça uzaktı, tüm gece boyunca 600 kilometre katetmem gerekiyordu. Halil Bilgin dostumuzun da artık uyuyup sabaha zinde çıkması gerekiyordu. Çünkü yarınki güne (ortopedide çalışır) kim bilir kimin eksik bacağını veya ayağını yapmaya hazırlanacaktı. Ali, benim yol arkadaşım her zaman ve şartta bir TKP'li olmanın ağırlığını görebildiğim yoldaş da benimle beraber. Evet, yol arkadaşım belki bütün yol boyunca uyuyabilecektir, ama araba koltuğunda yatışla, insanın kendi yatağında yatması arasında, kabul görüleceği gibi, çok fark vardır.

     Örgü'ye İlişkin Düşüncelerim
     Mustafa Satış (www.mustafasatis.com) dost, seninle 6 Şubat 2004 günü görüştük, yani görüşeli çok uzun zaman olmadı. Yerini değerli arkadaşımız Halil Bilgin'in yardımıyla bulmuştuk. Esprili, ancak sorgulayıcı yanına tanık oldum. Senin de hatırladığın gibi, bu ilk karşılaşmamız değildi. Fakat doğrusunu istersen, ben senin politik geçmişini çok az bilenlerdenim. Ancak, tabiatıyla bu durum, seni anlamamı engelleyemezdi. Bu anlamda diyeceğim şu ki, senin biyografik çalışmanı (Örgü) okuyunca, ömrümde birçok devrimci militanda gördüğüm özellikleri, (istisnalar olmak kaydıyla), sende de gördüm.
     Ancak, tüm bu aşina olduğumuz, genel militan özelliklerin yanında, kimi farklılıkların olduğunu Örgü'de gözlemlemek mümkün oldu. Kişisel özelliklerinin keşfini, kitabına düştüğün notların satır aralarından yapmış olduğumu belirteyim.
     Önemli bir özelliğini aktarmakta sakınca görmemekteyim. Sen, devrimi tüm iyi niyetinle istemiş ve birçoğumuz gibi, gerekirse hayatını bu yolda feda edercesine çalışmışsın. Bu yanına yüksek değer verdiğimi belirtirim. Lâkin, devrime ilişkin kollektiflik sorununu yeterince önemsememiş olduğun ortaya çıkıyor. Yani, parti aktivisti olduğun halde, toplumsal devrim sorununun toplumun en geniş desteğiyle utkuya ulaştırılabileceği gerçeğini, tüm özverilerinin yanında atlamakta olduğun görülüyor. Bu bağlamda kimi çelişkili yaklaşımlarının gözden kaçmadığını işaretle belirtirim. Nasıl mı? Örneğin, bir yandan partinin ve parti güdümündeki sendikaların diğer sosyalist siyasetlere sekter yaklaştığını belirtiyorken, öte yandan sendikal kadrolaşmanın CHP ile özdeşleştirilmesi ya da işyeri temsilcilik sorunlarının ideolojik olarak daha nitelikli biçimde kotarılamamış olduğu konusundaki eleştirinde olduğu gibi. Oysa, senin gibi az deneyimli sayılmayacak bir partilinin, elbette devrime komünistlerin öncülük edeceğini, ancak çıkarları devrimle çakışan güçlerin desteğini sağlamaksızın utku elde edilemeyeceğini bilmesi gerekirdi. Yani, özellikle yargılayıcılık durumunda kendini görmek yerine, objektif durumu görerek ve o anlamda hareketin politik perspektifinin gelişmesine katkı yapması gerekirdi. Ne ki, senin durumunda farklı bir sorun göze çarpıyor. Doğruları ve gerçekleri tek yanlı olarak ve yalnızca hareketlerin sonuçları ve başarıları ile değerlendirme yanlısı olduğun ortaya çıkıyor. Seydişehir olayına fazla girmek istememekle birlikte, burada da belirgin olarak pragmatik yaklaşım yanlısı oluşunun örnekleriyle karşılaşmaktayız. Elbette, bunu senin farklı cevaplayacak sebeplerinin olacağını tahmin ediyorum. Ancak, yine de yaklaşımın hakkında bende oluşan değerlendirmenin bu olduğunu belirtmek zorundayım.
     İkinci özelliğin, devrim sorununu lider kademesiyle olağanüstü biçimde özdeşleştirmiş olmandır. Yazılarının her kritiğinin düğüm noktasının bu olduğu görülüyor. Lider konumunda olarak bildiğin her bir bireyin karşılaşıp gördüğün yanlışlarına rağmen, yine de özdeşleştirmeden kendini kurtaramamış olduğun anlaşılıyor. Seni daha çok yıkan sebebi araştırıp belirtmek bana düşmemekle birlikte, yine de ilk sezgilerimin bu doğrultuda olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.

     Liderler
     Öyle anlaşılıyor ki, 12 Eylül faşist askersel darbe sonrasındaki gelişmelerle, o zamana değin keşfedemediğini, ya da sence gölgede kalmış olanı direkt görme olanağı elde ederek keşfetme fırsatı buldun. Lider pozisyonundaki bireylere ulaşabilmiş olman, senin bilinç altındaki kahramana uymayan bir gerçekle seni karşı karşıya getirmiş oldu. Özünde şoke olmana neden olan gerçeğin kendisi değildi. Açık yürekli olarak kabul edeceğine emin olarak belirtirim ki, seni yıkanın senin özdeşleştirmedeki yanlış tutumun olduğu kanaatindeyim.
     Halen de bugün, TKP değerlerini ve tüm komünistlerin tarihi birikimini, kapitalizme, faşist, milliyetçi burjuvaziye, militarizme, topyekün gericiliğe, oligarşiye peşkeş çeken (sorgulayıcı maksatla olduğunu sanarak da olsa) kafası karışık oportünistlerle muhatap oluşun da, senin halen eski özdeşleştirme tutumunda direngen olduğunu ortaya çıkarmakta ve bu yanlıştan kurtulamadığını göstermektedir. Örneğin, Nabi Yağcı'ya yazarak kitabın hakkında değerlendirme istemiş oluşun, bana göre çelişki yaşadığının kanıtıdır. Çünkü, Nabi Yağcı ve ekibinin TKP tarihi boyunca partide görülmüş kafası karışık en tehlikeli oportünistler olduğunu bilmeyen kalmadı. Bütün parti tarihini ve biz komünistlerin yarattığı değerleri bir burjuva gözükaralığıyla götürüp düşmanı teslim etmiş olan bu emsali bir daha zor çıkacak olan likidatörlerle muhatap olman niye? Doğrusu, bir anlam vermek oldukça zor. Şimdilerde TÜSTAV aracılığıyla (babalarının malı sanısıyla olacak ki), biz tüm partililerin emeği üzerine bina ettiğimiz değerlerin tacirliğini yapan likidatörlerin, değer verilecek yanı mı kaldı ki, muhatab olunarak onurlandırılıyor? Hepimizin, altımıza dinamit koyarak, bizi ortadan kaldıran, yani kısaca tüm hareketi likide (likidasyonun sözlükteki karşılığı öldürmek ve de ortadan kaldırıp yok etmektir) ederek ortadan kaldırmayı başaran bu likidatörler, tarihe karşı samimiyetten söz ederken neyi kastettiklerini ve tarihten neyi anladıklarını tarihimizi satarak göstermediler mi? Yani, kısaca böyleleriyle muhatab olunurken, değer verilmiş ve de cesaretlendirilmiş olunmuyor mu sence?

     Kim Bu Nabi Yağcı?
     Kendilerinin ifadesiyle, bir hareket dahi olamadıklarını belirtiyorlar. Doğrudur, evet kendileri TKP gibi ciddi bir hareketin başına geçmeye layık olmadıklarını çok acı da olsa gösterdiler. Ancak, eğer TKP'nin hareket olamadığını belirtmek istiyor iseler, rahatlıkla (terbiyemin dışına taşmış olsa da) diyebilirim ki, halt etmişler. Çünkü, aymazlıkta bu kadar ileri gitmelerine tahammül edilemeyeceği bilinmelidir. Bunların kalitesinin bu denli düşük olduğunu kaç parti militanı biliyordu ki, oportünistliklerine tüm parti örgütünü ortak etmeye yeltenmekteler? Böylelerini illa da partinin başına geçmeye bizler mi zorladık ki, halen de cümle aralarıyla karalamak istercesine konuşabiliyorlar? Bu miras yedileri, korkak beceriksizleri, Türkiye'nin en eski siyasi partisi konumundaki, Suphilerin, Nejatların TKP'si gibi ciddi bir sınıf partisinin yükünü taşıyamayacaktıysalar, taşımaları için bizler mi zorladık? Birileri ihanet etmeleri için ikna etmemişse, ışığımıza el atıp söndürmeye girişmeleri için zorlamamışsa, peki göz bebeğimiz olan partimizi, bizden çalarak düşmanın kucağına atma sorumsuzluğu nereden ortaya çıkmış olabilir?
     Bir komünist parti genel sekreteri düşünün ki, komünist inanç ve karakterinin yeteri derecede gelişmiş olmadığının bilincinde olduğundan, parti genel sekreterliğine getirilmiş olması karşısındaki hayretini gizleyememiş ve TKP genel sekreterliğine gelebilmişliğine hiçbir zaman inanamadığını ağzından kaçırıvermiştir. Bu durumda böyle birinden elbette fazla bir yararlılık beklenemezdi. Ancak, dürüst olmaması için zorlayanı mı vardı ki, partimizi satıp bizleri de arkadan vurdurdu? Bu emsali az görülmüş türden bir ihanet değilse nedir?
     TKP'yi babalarının malı gibi gördüklerini itiraf etmiş olmaları elbette önemlidir. Ancak, bu çok da sürpriz olan bir durum değildir. Çünkü, tüm TKP'nin namuslu mensupları bunun böyle olduğunu zaten biliyorlar. Ne ki, bunu böylece açıklarken, komünistlerin kendilerini af edeceklerini bekleyecek kadar saflığa oynayamazlar.
     Böylesi dönekler eğer Partiyi özel malları gibi görmemiş olsalardı, TKP'nin tüm üye ve militan kadrolarının tepkisini hiçe sayarak, kendi başlarına gidip emperyalizmin kuklası, karışık kafalı Gorbaçov ve diğer Amerikan yanlısı Moskova kliğine, TKP'yi tarumar edecekleri sözünü verebilirler miydi? Ya da (genel olarak bilmeyenin kalmadığı gibi), Adnan Kahveci'ye TKP'yi satışa getirmek yoluyla, rejimle uzlaşıp teslim olacakları sözü verebilirler miydi?
     Dolayısıyla, sayın Satış, üzülerek ifade edeyim ki, senin oportünizme ve sonuçta likidasyona sebep olanın salt kişiliğin gelişmemiş olduğudur tespitine katılmıyorum. Çünkü, eğer bunu salt kişilik sorunu gibi çok safça kalacak bir gerekçeyle açıklarsak, istenmeden kötülüğe yandaş çıkmış oluruz. Böylesi tutumlar kişilik oluşmamışlığından çok kasıtlı olmaktan ortaya çıkar. Ve nihayetinde Kutlu ve yandaşlarının tutumu da, her nasıl gerekçelendirilirse edilsin, ama sonuçta kasıtlı bir düşmanlık tutumundan başka bir şekilde açıklanamayacaktır.
     Ama bu gerçeği görebilmek ve de parmak basarak belirtebilmek önemlidir. İşte tümüyle bu tutumda saklıdır kişiliğin bulunması. Bir diğer cevaplamayı önemle istediğim durum da, sana ulaştırılmış mailler arasında rastlamış olduğum, Bahattin Seven'in durumu gerekçelendirmesidir. Bahattin şahsen çok tanımadığım, ancak adıyla sanıyla bildiğim dostlarımızdandır. Kendisinin devrimci geçmişine saygı duymaktayım. Elbette, tek tek köşelerde kalmış halde iken, bireysel olarak yapılan politik tespitlerle merkezi bir örgütlülükte yoğunlaşmış olarak ortaya çıkacak tespitlerin farklı olabileceğini bilmeyen yoktur. Fakat bu gerçeğe rağmen yine de önemle elden düşürülmeden yaşatılması gereken temel ilkeler vardır ki, bunlar her komünistin yolunu aydınlatmaya devam edecek olan ilkelerdir. İşte bu ilkeleri bilinçlice kafasında yaşatan ve bir meşale olarak elinde tutan komünistler, hiçbir durumda ikircim yaşamazlar. Bizim de illa da ilkeler diye dönüp durup tekrar edişimiz de bu sebeptendir.

     TKP ve Sovyetler
     Ben Bahattin arkadaşımızın ilkesel tutumundan şüphe etmemekle birlikte, suç ne N. Yağcı'dadır, ne S. Coşkun'dadır, ne V. Sarısözen'dedir ve ne de Dicleli'dedir, salt SSCB Komünist Partisindedir yolundaki tespitine katılamayacağımı belirtirken, bu tespitinin yalnız kalmış olmaktan kaynaklanan yanlış bir tespit olduğuna inanmaktayım. Daha açıklayıcı olmak için şu örnekleri vermekte yarar görüyorum.
     Sovyet politikasıyla, TKP gibi oldukça bağlaşıklık içinde olan, başta Danimarka Komünist Partisi DKP, Norveç Komünist Partisi NKP, Finlandiya Komünist Partisi FKP, İsveç Komünist Partisi SKP, durumlarında hiçbir değişiklik olmamıştır, Sovyet ülkesi dönemindeki temel ilkeleri konumuna yaklaşımlarını devamla olduğu gibi bugün de hâlâ kararlılıkla ve hiçbir tereddüt dahi geçirmeksizin sürdürmektedirler. Dahası, bu partilerden bazılarının elinde sayısal olarak belirtmeme imkânım olmamakla birlikte, çok yakından bildiğim üzere, belediye başkanlıkları, milletvekillikleri bulunmaktadır. Yani, Marksist-Leninist ilkelerden hiç taviz vermemiş oldukları gibi, toplumun kendilerine olan desteğini de arttırmış bulunmaktadırlar.
     Ayrıca, Danimarka'da ve İsveç'te komünist partilerinin dışında, oldukça güçlü olarak varlıklarını sürdürmekte olan sol ve sosyalist partiler vardır ki, bu partiler de halen sosyalist devrimi parti programlarına işlemektedirler. Böyle oldukları gibi, ülkelerinin parlamentolarında önemli güce sahipler. Hatta, hükümet ortağı olarak devletin yönetiminde söz ve karar sahibidirler. Diğer yandan, liberalizmin, kapitalizmin nimetleri ajite edilerek, en yüksek bir yaşam ideali olarak sunulduğu Avrupa anakarasında yer alan ülkelerin komünist partileri de, dünkü tutumlarından farklı bir tutum içinde değiller, Sovyetlerin ve sosyalist blokun dağılmasından bu yana geçen o kadar uzun sürede, dün olduğundan farklı bir değişim içinde olmadıkları görülüyor. Peki, şu halde soruyorum, bu durumu nasıl açıklayacaksınız, dostlar? Yok öyle yağma, her birey kendi köşesinde oturuyorken, hareketi temsil hesabıyla, eğriye anlamamışlıktan gelerek arka çıkar gibi yaklaşımlarda bulunulmasın. Bu dostlarımıza önerimiz, yanlışa kılıf uydurulmasına destek olmaktan uzak durmalarıdır.
     Belki denecektir ki, tüm bu yukarıda saydığın ülkelerin politik rejimleri o partilerin işini kolaylaştıran kısmi demokratik rejimlerdir de ondan ilgili partiler konumlarını koruyabilmekteler. Hemen yanıtlıyor ve diyorum ki, doğru değil bu cevap. Bu tür bir gerekçelendirme, ilkesel olarak doğru tahlil yanlısı olması gereken biz komünistlerin işi olamaz. Çünkü, eğer böylesi yanlışlarda inatçı olarak durursak, o vakit bir başka gerçek karşımıza çıkıyor. O da şu, bilindiği üzere, Türkiye'ye çevre birçok baskıcı, diktatör, gerici, faşist, dinci rejimler altında olup komünist partilerinin yasak olduğu ülkeler vardır. İlgili ülkelerin komünist partileri, Sovyet devleti çökertildi diye açığa çıkarak kendi ülkelerinin burjuvazisine elpençe dururcasına koşup teslim olmadılar.
     Kaldı ki, teslimiyet ne maksatla ve hangi gerekçelerle maskelenirse maskelensin, yine de sınıfsal davanın satışa getirilişinin affediciliği olamaz. Çünkü her komünist, aklı başında, namuslu sınıf savaşçısı bilir ki, bu dava iki ezeli düşman arasında sürmekte olan sınıfsal bir davadır. Bu savaşımın ancak, üretimin olduğu gibi, yönetimin de çalışanların eline geçmesiyle, yani proletaryanın demokratik ereği altındaki sosyalist düzenle son bulmuş olacağını bilmek ve buna inanmak gerekiyor. Bu gerçeği unutmuşluktan gelerek, tüm değerleri düşmana teslim eden kişiler, salt komünist ideolojiye değil, ama aynı zamanda tüm insanlığın geleceğine de zarar vermiş olurlar.
     Bakın bir kez Türkiye'yi objektif olarak gözlerinizin önüne getirin. Türkiye'deki halkın, emekçi yığınlarının, işçi sınıfının umutsuzluğa daha da gömülmüşlüğüne, çıkar yolun daha da çıkışı olmayan bir hal almışlığına, çeşitli çıkarcı güçlerin meydanı sahipsiz, boş bulmuşluktan istifadeyle sol gösterip sağ vurarak ortaya çıkmış olmasına, 83 yıllık TKP adının yirmi dört saatte komünist olmaya soyunmuş dünkü TKP düşmanlığıyla ünlü SİP yönetimince gasp edilmiş oluşuna, emekçi yığınlarının örgütsüzlüğe daha da özendirilmişliğine, toplumun üzerindeki korku ve yılgınlığa, tüm bu sayılı olumsuzlukların daha da yaygınlaşıp gelişmekte oluşuna, kimdir tümüyle buna sebep? Salt darbeci, milliyetçi çıkarcı faşist burjuvazi ve emrindeki siyaset odakları mıdır? Geniş anlamda solu, özellikle de TKP'yi arkadan hançerleyip düşmanın sofrasına meze olması amacıyla peşkeş çeken likidatörlerin bu durumdaki katkıları görmezden gelinebilinir mi? Dürüstçe bir öngörüyle bakıldığında, bu kişiliksizlerin yaptıkları ihanetin sonuç üzerindeki payı unutulur ya da küçümsenebilir mi?

     Hesaplaşma Sürecek
     Kaydetmekte sakınca görmeyerek kaydediyorum, bu hesaplaşmalar sürecektir. Bizleri geleceğin doğru tutumunu ortaklaşa belirleme görevi beklemektedir. Çünkü, yanlış, TKP'nin kaderi olmamalı, bu yanlışlık misyonu partimizin kaderi değildir. Bizler bu kötü kaderi değiştirmeliyiz. Bizden beklenen budur. Ancak böylesi bir tutumda birleştiğimizi dosta düşmana kanıtlarsak bu kötü gidişatın sorumluluğunu taşımadığımızı ortaya koymuş olacağız. Çünkü bizler komünistiz. Zırvacı liberalizmin sahtekarlığıyla avunacak kadar aptal değiliz. Biz dünyayı değiştirecek, halklara kardeşlik ve barışı getirip garantileyecek olan öncüleriz. En önemlisi de dostlar, bizler geleceğin dünyasının önderleriyiz.
     Değerlendirmeler olmalıdır. Hesaplar kimileri gocunsa da, sorulmalıdır. Ama aklın gücü elden bırakılmadan. Tüm bu çabalar düşmana taviz verilmeden sürdürülmelidir. Kaldı ki, daha şimdiden özellikle Ürün Dergisinin bu yolda değerli çalışmaları vardır ve bu çalışmalar sürmektedir. Parti tarihinin inkârına karşı Ürün'ün başlattığı atılım takdire layıktır (www.urundergisi.com). Derginin 15. sayısında çok aydınlatıcı olduğuna inandığım ve Muhsin Salihoğlu imzasıyla kaleme alınmış, büyük bir emekle hazırlanmış olduğu anlaşılan parti tarihinin işlendiği bir yazının yer almış olduğunu ve okunmasının yararını işaretle belirtirim. Ayrıca, Ürün Dergisi'nce TKP Programları ve Mustafa Suphi Tezleri ve TKP 5. Kongre Belgeleri sonrasında, en son olarak hazırlanmış olan üç değerli kitabın bulunduğunu da bildirmek isterim:

     1. Mahşerin Kapısında
     2. Yoldaşların Ateşle İmtihanı
     3. SİP'in Korku ve İhaneti



     Bu üç değişik kitapla, tanıklara ve kaynaklara dayalı olarak, TKP tarihi, TKP'ye karşı burjuva saldırıları ve oluşumlar işlenmektedir. Türkiye'nin bölgedeki politikası, komşu ülkelerle olan ilişkileri ve bunda ülkenin ve halkımızın göreceği zararlara işaret edilmektedir. Bu üç yapıtın her komünistin kütüphanesinde ya da başucunda bulunması gerektiğini, bir yoldaş ve de dost olarak tavsiye ederim. Komünistçe ilke ve mücadele amaçlarımıza rehber olacağına inandığım bu çalışmalarından dolayı Ürün Dergisini şimdiden kutlarım.
     Çok uzatmış olabileceğimi düşünerek, artık sonuca gelmek istiyorum. Sonuç olarak, Mustafa Satış arkadaş, diyeceğim şu ki, kitapçığında yer vermiş olduğun sebeplerinde haklı olabilirsin. İşlediğin her olay tümüyle doğru da olabilir. Kaldı ki, benim senin bu kitabı Partiye veya herhangi bir kimseye kasıt olsun diye yazmadığına da inancım vardır.
     Ancak, doğrusunu söylemem ilkesel olarak gereklidir. Bu doğrultuda şu kadar belirtmiş olayım ki, kitabının yararlı bir geleneğin başlangıcı olacağından kuşku duymaktayım. Yazdıklarının bir çoklarınca alkışlanabileceğini (ki alkışlanmakta olduğunu da görmekteyim), fakat ilkesel olarak tavır ve tutum alındığında, böylesi yönelimlerin hiç de sağlıklı sonuçlara neden olamayacağı görülüp kabul edilecektir. Bana göre, yapılacak daha başka verimli hizmetler vardır, onlar duruyorken, dönüp Partinin içini dışına çevirmek, moda bir girişim olmamalıdır. Dahası, kimbilir sonuçta istenmeden de olsa, bu tutum birçok dürüst komünistin canının yanmasına da neden olabilecektir. Düşünebiliyor musun, herkesin her köşede kaleme sarılıp birilerinin ipliğini pazara çıkarmak maksadıyla inci dökmeye kalkışmasını? Kaç kişinin bunu iyi niyetlilikle yapacağını sanıyorsun? Dahası, olayların sebepleriyle araçları da ortada halen duruyorken. Acaba Türkiye rejiminin AB'den üyelik yolunda gerekli taahhüdü almaması halinde yeniden faşist diktatörlüğe dönüş yapmayacağını kaç kişi garanti edebilir. Bugünkü mülayim ortamın salt bir bekle gör politikasının sonucu olduğunu bilmeyen var mıdır? Peki, o durumda yazılacak, ortaya dökülecek her çıkınımızın devşirilmesinden kârlı çıkacak kim olabilir?
     Ha, belki diyebileceksin ki, ama TÜSTAV'la zaten Nabi Yağcı ve ekibi çıkınımızı ortaya sermiş durumdalar. Peki bir fazlasının ne farkı olabilir ki? Cevabımız kısaca şudur. Elbette, her yoldaşın demokratik kanaatine saygı duyuyoruz. Ama illa da kör kuyuya atlamak neden? Arkadaşının kendini kör kuyuya atmışlığı gözler önündeyken, aynı akıbete uğramaktan kaçınmak her komünist için zaruret olmuyor mu? İşte budur anlatmak istediğimiz.
     Sonuç üzerindeki benim kanaatim şudur! Doğrusu, çıkış yolunun her şey bitmiş gibi pes edilerek bir köşeye çekilmekten geçmediğine inananlardanım. Bu nedenle, sınıf savaşımında emeklilik yoktur diyorum. Yarınlara olan umudu elden bırakıp terk etmemeliyiz. Geleceğe umutla bakmak, daha iyisini ve daha tutarlısını gerçekleştirmek için kafa yorulması gereklidir. Başarılar sayın Satış. Tüm amaç ettiğine ulaşmış olmanı yürekten isterim.
 
Yazarın Diğer Yazıları
 İsveç Dersleri – I
 İkinci Dünya Savaşı'nın 60. Yıldönümü
 Küreselleşme Emekçi Halkları Köleleştiriyor ve Irkçılığı Geliştiriyor - İsveç Dersleri - II
 Cumhurbaşkanınız Lâdinî mi, Yoksa Klerikalizmci mi Olsun?
 Tabela Biçiminde Bir İşsizlik Sigortası Kalıcı Sosyal Kazanımdan Sayılamaz
 “Örgü”ye Katkı"
 Euro Emekçilere Yoksulluk Getirir
 Euro'ya Kaçış