(Çev: Gülen Uğurlu)
Fransa, 1968'den bu yana en büyük sosyal bunalımını henüz yaşamış
bulunuyor. Ülke çapında demiryollarında ve diğer kamu ulaşım
şebekelerinde çalışan işçilerin üç hafta süren grevi, sağcı hükümetin ekonomik ve sosyal planlarına karşı çok daha geniş bir grev ve toplum hareketinin ardındaki itici gücü oluşturdu.
Demiryolu işçileri için grevin dolaysız nedeni, emeklilik haklarını kısıtlamayı, ayrıca 6000 km'lik demiryolu hattının kapatılmasını ve buna bağlı olarak işçi sayısının
azaltılmasını öngören "yeniden yapılanma" programının hükümet tarafından açıklanmasıydı. 1980'li yılların ortalarından beri demiryollarında zaten 73.000 kişilik bir kadro
azaltmasına gidilmişti ve geriye 185.000 işçi kalmıştı.1
Kamu sektöründe çalışan öbür işçiler için temel sorun emeklilikti. Anlaşmazlığın esas konusu, tam emeklilik hakkını kazanmak için işçilerin kaç yıl çalışacağıydı. Bu grev,
hükümetin, ikinci dünya savaşından beri sağlık sigortasının finansmanında uygulanan sistemin değiştirilmesini, sigorta sistemindeki mali açığın azaltılması için işçilerin ve
yoksul kesimlerin vergilendirilmesini öngören sosyal sigorta
değişikliği planına karşı yaygın muhalefetle içiçe geçti.
Bu tepkiden kaynaklanan protesto hareketi, son onbeş yılda hükümetin
ve iş dünyasının genel sosyal ve ekonomik yönelimine, ayrıca bu
yönelimi destekleyen medyaya ve akademik seçkinlere karşı toplu
bir isyana dönüştü. Toplu isyan ülkede artan işsizliğe,
evsizlik, yoksulluk ve şiddet düzeyinde görülen olağanüstü
yükselişe karşı duyulan bir umutsuzluk ve öfke çığlığıydı.
Hareketin
Kökleri
Aralık
olaylarının "tamamıyla Fransızlara özgü" diyebileceğimiz
bir yanı vardı. Bu, Fransızların "ateşli Latin karakteri"nden
çok, yakın tarihleriyle ilişkiliydi. Güçlü kamu hizmeti ve
sosyal dayanışma sisteminin Fransız tarihinde derin kökleri
vardır. Bu köklerin en yenisinin, Nazi işgalinden kurtuluşla
bağlantılı olaylar ve sosyal güçler ile savaşın ardından
girişilen mücadeleler olduğunu söyleyebiliriz. Protesto
hareketinin ardından, kimileri, bu hareketin "yurttaşların,
adaletsizliğe katlanmaktansa karışıklığı tercih ederek eski
cumhuriyetçi geleneğe bağlı olduklarını" bir kez daha
vurguladığını belirttiler.2
Aralık
hareketini destekleyen bir aydınlar dilekçesi eylemini başlatan
Pierre Bourdieu, sözü edilen Fransız cumhuriyetçi geleneğini
tekrarlayarak Paris'in Lyon garındaki grevci demiryolu işçilerinin
toplantısında şöyle konuştu:
" Varlığı,
kamu hizmetlerinin varlığına bağlı olan bir uygarlığın;
cumhuriyetçi eşit haklar doktrini üzerine, yani eğitim hakkı,
sağlık hakkı, kültür hakkı, yükseköğrenim hakkı, sanat
hakkı ve herşeyden önce çalışma hakkı üzerine kurulmuş bir
uygarlığın yok edilmesine karşı üç haftadan beri mücadele
etmekte olan sizlere desteğimizi bildirmek üzere buraya gelmiş
bulunuyorum."3
Fransız
siyasal ve sosyal hayatının patlamaya hazır bir nitelik taşıması
ise siyasal sistemin otoriter yapısıyla ilişkilidir. Cumhurbaşkanı
yedi yıl boyunca herşeye kadirdir ve şu anda parlamentoda
Cumhurbaşkanının müttefiklerinin elinde bulunan büyük çoğunluk
nedeniyle bu kesimde, uzlaşmak için ne bir niyet ne de bir gayret
bulunmayışı hiç de şaşırtıcı değildir.
İşçi
Sendikalarının Durumu
Fransız
işçi hareketine gelince, işçi hareketinin kaleleri, geleneksel
olarak ağır sanayi ile 2. dünya savaşından sonra millileştirilen
sanayi dalları olmuştur. Sendikaların üye sayısı 1940'ların
ortalarında en yüksek noktaya yükseldikten sonra -1968'in
ardından meydana gelen kısa ömürlü bir artış bir yana
bırakılacak olursa- gittikçe azalmıştır.
Sendika
üyeliği 1974'ten bu yana %65 oranında azalarak, şu anda
işgücünün %8'i gibi olağanüstü düşük bir rakama
gelmiştir. Bu oran, OECD'ye bağlı en zengin 25 sanayileşmiş
ülke arasındaki en düşük orandır.
Bu
kadar az sayıda örgütlü işçinin böylesine muazzam bir
toplumsal hareketin merkezi olmayı başarması, birçok etkenin
sonucudur. Bu etkenlerin başında Fransız sendikacılığının
bindokuzyüzlerin başına kadar uzanan ve davaya bağlılık ile
siyasetle içiçe olmayı bağdaştıran devrimci sendikal
gelenekleri vardır. Bu devrimci sendikacılık öbür batılı
ülkelerin hepsinde görülen işveren tarzı, pasif ve aidat
toplamakla yetinen sendikacılığın tam karşıtıdır. İkinci
etken, 1789-1793 devriminden bu yana Fransa'da "politika"nın
-yani devletle çatışmanın ve iktidar mücadelesinin- kilit bir
rol oynamasıdır. Ancak, en önemli etkenin, günümüz
Fransa'sındaki derin bunalım ile halk öfkesinin olağanüstü
büyük boyutlara erişmesi olduğunu söylemeliyiz.4
Direnişin
Anlam ve Önemi
Dünyada
bu kadar çok ülkenin sosyal ve ekonomik bir bunalım içinde
bulunduğu ve bir toplumsal örgütlenme tarzından bir başka
toplumsal örgütlenme tarzına bıçak sırtında bir geçişi
yaşadığı bir dönemde Fransa'daki olayların küresel
etkilerinin olacağı açıktır. Gerçekten de "95 Aralık"
olayları daha şimdiden, Fransa'yı bir ay boyunca felce uğratan
ve Fransa'nın içinde ve dışında koskoca bir kuşağın
siyasal, kültürel ve toplumsal yaşamına derin bir damga vuran
güçlü grev ve toplum hareketini başlatan "68 Mayıs"
olaylarıyla karşılaştırılıyor.
Kuşkusuz
"95 Aralık" olaylarının en kalıcı etkilerinden birini,
1980'lerin başından bu yana Fransa'yı ve dünya ülkelerinin
çoğunu boğmakta olan sağcı ideolojik havanın zehirini biraz
olsun azaltacak bir pencere açmış olması teşkil edecektir. Sağcı
yönetimlerin işçi çıkarmaya ve fabrika kapatmaya yönelik
saldırıları son yıllarda Fransızları ve hepimizi bıktıracak
ölçüde "alternatifi olmayan tek ekonomik politika" olarak ilan
edilirken, grev ve toplum hareketi pekâlâ bir alternatifin olduğunu
ortaya koydu.
Grev
ve toplum hareketi, -dünyanın en zengin, en üretken ve en gelişmiş
ülkelerinde- kitlesel işsizlikten, evsiz barksızlıktan, temel
kamu hizmetlerinin kalitesizleşmesinden veya ortadan kalkmasından,
bölgeler arası eşitsizlikten, çevrenin bozulmasından ve yabancı
düşmanlığından "başka çözüm yok" diyenlere sert bir
tokat indirdi.
Le
Monde gazetesi birinci sayfasındaki manşetinde protestoyu
"küreselleşmeye karşı ilk isyan" olarak nitelendirdi.5
Küreselleşmeye karşı ilk isyanın, Ocak 1994'te Güney
Meksika'da -Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması NAFTA'nın
yürürlüğe girdiği tarihe denk getirilerek- başlatılan
Zapatista ayaklanması olduğunu söyleyip itiraz edebiliriz, ancak
şimdi bunun üzerinde durmayalım.6 Her iki olayın küreselleşme
düşüncesine karşı isyandan çok şu andaki "küreselleşme"nin
bir buldozer gibi herşeyi ezip geçen niteliğine karşı isyan
olduğunu söyleyebiliriz. Bilindiği gibi şu andaki
"küreselleşme"nin ayırıcı esas özelliğini, hemen hepsi
zengin batılı ülkeler ile Japonya'da yerleşik az sayıdaki
çokuluslu şirket ve mali kurumun piyasa ve kâr hırsı
oluşturuyor.
Kapitalist
Avrupa Birliğinin Emekçiler İçin Anlamı
Hükümetlerin
ve büyük iş çevrelerinin öncelikle sermaye, mal ve hizmetlerin
serbest dolaşımı için sınırların kaldırılması olarak ele
alınan Avrupa Birliği için ağırlık koyduğu Batı Avrupa'da
getiriler özellikle yüksektir. Avrupa Birliği'nde sosyal
programlar ve kamu hizmetleri geliştirilmek yerine kısılacak,
ulusal kamu hizmet ve programlarının (sağlık, emeklilik, ulaşım,
posta, telekomünikasyon, elektrik vb.) en kârlı bölümleri
özelleştirilerek "kamu tekelleri"nin elinden alınıp çok daha
büyük özel elektrik, gaz, ulaşım, emeklilik fonu, yardımlaşma
fonu ve sigorta tekellerine devredilecektir.7
Grevciler
ve protestocular hükümetin gündemiyle Avrupa Birliği projesinin
istemleri arasında doğrudan bir bağlantı kurdular. Adını
projeye ilişkin anlaşmanın imzalandığı Hollanda şehrinden alan
meşhur "Maastricht ölçütleri", yüksek faiz oranlarına
geçilmesini, hükümet açıklarının kökten azaltılmasını,
kamu hizmetlerinin kaldırılmasını ve üye ülkeler merkez
bankaları politikalarının birbiriyle uyumlu hale getirilmesini,
böylece tek bir para birimine geçilmesini ve "düzleştirilmiş
bir oyun sahası"nın kurulmasını gerekli kılıyor. Halbuki
Maastricht Anlaşmasının kendisi Fransa'da 1992 Eylül'ünde
yapılan referandumda ancak küçücük bir farkla kabul edilmişti.
Üstelik bu, ülkedeki belli başlı siyasal güçlerin ve medya
organlarının hemen hemen hepsinin "Evet" oyu kullanılması
için çağrıda bulunup referandumda kabul oyu çıkmazsa ülkenin
felakete sürükleneceği yolunda propaganda yaptığı koşullarda
olmuştu. Almanya'nın yanısıra Fransa ve büyük Fransız
şirketleri Avrupa Birliği projesinin temel direğini oluşturuyor.
Eğer bu proje Fransız halkının iradesi kırılarak kabul
ettirilemezse, Avrupa Birliği'nin bütünü için işler sarpa
sarıyor demektir. İşte bu yüzden Fransa'daki sosyal patlamanın
Batı Avrupa başkentleri ile belli başlı Avrupa gazetelerinin yazı
kurullarında büyük bir panik ve kınama havası yaratması hiç de
sürpriz olmamıştır. Ayrıca, Belçika, Lüksemburg ve İtalya da
içinde olmak üzere diğer Batı Avrupa ülkelerinde birçok benzer
grev ve protestonun meydana geldiğini de eklemeliyiz.8
Proletarya
Yaşıyor
Fransa'da
Aralık grev ve protestolarına katılanlar dünyaya önemli bir
mesaj gönderdiler: Evet, işçi sınıfı gerçekten yaşıyor.
1980'lerden beri, sanayileşmiş ülkelerde işçi sınıfının
artık ortadan kalktığına ilişkin binbir türlü ideolojik
saçmalıkla beslenip durduk. "Yeni bir çağ"a girmiştik ve bu
çağda işler bilgisayar tarafından yapılırken, bizlere de sadece
"boş vakit"lerimizde ne yapacağımız konusunda kafa yormak
kalacaktı. İnternette "sörf" mü yapmalı? Yoksa Brezilya'da
"çevre turu"na mı katılmalı? Ya "sanal gerçek" video
oyunlarına ve sekse ne dersiniz? Veya evimizden çıkmadan "siber
alışveriş" mi yapalım? Bu "yeni refah çağı"nda
seçenekler sınırsız olacaktı ve herkes bu seçeneklerden
yararlanabilecekti. Halbuki işlerin sıradan insanlar tarafından
yapılmaya devam ettiği ve gereğinden fazla "boş zaman"ı
olanların çoğunlukla işlerinden nezaketsizce atılan veya
hayatında hiç iş olanağı bulamamış veya ancak düşük
ücretli, yarım günlük, istikrarsız işlerde çalışan milyonlar
olduğu açığa çıktı.
İçinde
bulunduğumuz bu talihsiz çağda, politika ve kültür, insanların
çoğunun yetişkin hayatlarını çalışmakla veya duruma göre
çalışacak bir iş aramakla geçirdiğini kesinlikle
"unutmuşlardır". Emekçiler, sıkıcı, yorucu ve tekdüze
işlere saplanıp kaldıkları yetmiyormuş gibi, işyerinde korku ve
kuşku dolu çekilmez bir otoriter ortama katlanmak zorunda
kalıyorlar. Üstüne üstlük işsizlik tehdidi başlarında
Damokles'in kılıcı gibi duruyor.
Bir
gözlemci, Fransa'daki Aralık olaylarının -yaşamak için emek
güçlerini satmak zorunda olan insanlar olarak tanımlanan- klasik
bir işçi sınıfının varlığını kanıtlamakla kalmadığını,
aynı zamanda bu işçi sınıfının Fransız toplumunda açık bir
çoğunluk oluşturduğunu gösterdiğini belirtti. Protesto
hareketi, ülkede emeğin temelde birlik olduğunu ve kitlesel bir
karakter taşıdığını ortaya koydu. Bu hareketten bir işçi
sınıfı kimliği ve tıpkı Ronald Reagan dönemindeki hava trafik
kontrolörlerinin grevi sırasında Amerikan işçileri ve Margaret
Thatcher dönemindeki maden işçilerinin grevi sırasında İngiliz
işçileri gibi, Fransız işçilerinin de bir yol ayrımına
geldikleri bilinci doğdu.9
Sınıf
Mücadelesi Temelinde Birlik
Bir
nokta kesindir. Fransa'daki olaylar işyerlerine dayalı bir
hareketin ve bu hareketin toplumla kurduğu ilişkinin, her türlü
demokratik canlanmanın ve toplumlarımızda tutkunun ve
yaratıcılığın yeniden ortaya çıkmasının kilit öğesi
olacağını gösteriyor.
Protesto
hareketi demiryolu işçilerini, kamu ulaşım taşıt şöförlerini
ve bakım elemanlarını, hemşireleri ve hastane personelini, posta
işçilerini, memurları, merkez bankası işçilerini, çöpçüleri,
öğretmenleri, otomobil işçilerini, telefon operatörlerini,
havayolu personelini, havaalanı bakım elemanlarını, elektrik
şirketi işçilerini, günlük gazete çalışanlarını, matbaa
işçilerini ve birçok başka kesimi meydana çıkardı. Bu işçi
sınıfının, sendika üyelerine ilişkin klişe imajın aklımıza
getirdiğinin aksine, sadece "orta yaşlı, mavi yakalı, beyaz
erkekler"den meydana gelmediği açıkça anlaşıldı. Harekette
genç ve yaşlı işçiler, siyah işçiler, kadın işçiler, beyaz
ve "gri" yakalı işçiler, üniversite ve yüksekokul eğitimi
görmüş işçiler vb. de vardı. Fransa'nın her şehrinde, her
kasabasında, her köyünde demiryolu işçilerinin öncülüğünde
"tous ensemble, tous ensemble!" (hep beraber, hep beraber!) diye
şarkılar söyleyerek hepsi sokaklara dökülmüştü.
İşçiler
kendi işyerlerine ait bayrakların ardında, çoğu kez bütün
sendikaların ortak pankartlarıyla veya kendi sendikalarının
rengarenk balonlarıyla yürüdüler. Yürüyüşlerde sendikalı ve
sendikasız işçiler arasında, farklı sendikalardan işçiler
arasında, ekonominin tamamen farklı sektörlerinde çalışan
işçiler arasında kendiliğinden bir birlik meydana gelmişti.
İşsizleri ve evsiz barksızları temsil eden grupların yanısıra,
öğrenciler ve örgütlü göçmen işçi grupçukları da
yürüyüşlerde yer almıştı.
Sanatçılar
da oradaydı, kimi uzun sırıklar üzerinde cambazlık, kimi
hokkabazlık yapıyor, kimi de "gerilla sanatı" ürünleri
dağıtıyor ve böylece protestolara bir karnaval havası katıyordu.
Paris'in işçi sınıfı banliyölerinde, Montpellier, Lille,
Marseilles ve diğer kentlerde tiyatro ve dans kumpanyaları hareketi
tartışmak üzere toplantılar düzenlediler, yürüyüşlere
katıldılar ve gösterilerine grevcileri destekleyen konuşmalar
yaparak başladılar.10
Paris
Paris
Lüks
apartmanlara ve iş merkezlerine yer açmak için işçi
mahallelerinin yerle bir edilip insanların sokağa atıldığına
veya uzak ve çoğu kez berbat banliyölere sürüldüğüne tanık
olan Paris sokaklarının yeniden emekçiler tarafından
fethedildiğini görmek özellikle sevindiriciydi. Emekçiler
tarafından yeniden fethedilen bu Paris, otomobillerin istilasına
uğramış, her geçen gün daha da çekilmez ve pahalı hale gelen
bir şehirdi. Bu Paris, son yıllarda bir polis devletine benzemeye
başlamıştı, bir terörist bombalama kampanyasından faydalanan
polis ve hükümet, sıkıyönetim zihniyetini yerleştirmeye, halkı,
sokakların meydanların askeri birlikler ve herkesin nefret ettiği
CRS ulusal polisleri tarafından işgal edilmesine alıştırmaya
çalışıyordu. Hükümetin "Vigipirate" adını verdiği
anti-terörist planı yürürlüğe girdikten sonra yaklaşık
onaltıbin "kaçak" ülke dışına atılmıştı. Bu rakam,
hükümetin "terörizme karşı kampanyasını ülkenin Arap ve
Afrikalı göçmen topluluklarına karşı bir saldırıya
dönüştürdüğünü çarpıcı biçimde ortaya koymuştu. Protesto
hareketi sırasında, "terörist bombalar"a karşı bir güvenlik
önlemi olarak hâlâ ağızları mühürlü duran yol kenarlarındaki
çöp kutuları bu sıkıyönetim havasının yadigârıydı.11
Direnişin
Coğrafi Dağılımı
Hareketin
Paris bölgesi dışında, özellikle Marsilya, Toulouse, Douen, Caen
ve Başbakan Juppe'nin aynı zamanda belediye başkanlığını
yaptığı Bordo gibi güney ve batı şehirlerinde daha güçlü ve
oransal olarak daha büyük olduğu görüldü. Protesto
hareketlerinin bu coğrafi dağılımı, 1992 Eylülünde yapılan
referandumda verilen "Maastricht'e hayır" oylarında ve
1994'ün başlarında öğrenciler ve gençler için belirlenen
asgari ücrete karşı isyanda zaten belirgin hale gelmişti. Bu
olgu, bir yandan, ekonomik bunalımın ve Avrupa birliğine yönelik
adımların bu bölgelerdeki işçiler, kamu hizmetlerindeki
kısıntılardan ve 1980'lerde kamu eğitim sistemini ademi
merkezileştirip artan ihtiyacı karşılamak için kurulan eğitim
kurumlarındaki personel azaltılmasından en çok zarar gören
kesimi oluşturuyorlar. Bu bölgelerdeki eylemler daha kitlesel ve
daha cüretliydi. Örneğin Marsilya'nın grevci kamu ulaştırma
işçileri öbür şehirlerdeki arkadaşları işbaşı yaptıktan
sonra da eylemlerini sürdürdüler. Genel protesto hareketinin
taleplerine ek olarak, bu Akdeniz liman şehrindeki işçiler, kamu
sektörünün çeşitli birimlerinde iki yıldan beri uygulanmakta
olan yeni işe alınan işçileri daha düşük ücretle çalıştırma
politikasının geriye dönük olarak iptal edilmesini talep
ediyorlardı. Grev, yönetimin işçilerin taleplerini kabul etmek
zorunda kaldığı Ocak ayının ikinci haftasına kadar şevkle
devam etti.12
Toplumda Kutuplaşma
"95 Aralık", aynı zamanda, sırf kendi bencil çıkarlarının
gerektirdiği önlemleri "zorunluluk" ve "ulusal çıkar"
yaftası altında haklı göstermeye çalışan teknokrat yönetici
ve seçkinlerin kibirli ve aşağılayıcı tutumuna karşı bir
isyandı. Hükümet, medya ve iş dünyasının seçkinleri ile halkı
[değerler, dünya görüşü ve deneyim açısından] birbirinden
ayıran büyük uçurum konusunda kapsamlı bir tartışma başladı.
Örneğin, bir araştırma Başbakan Juppe'nin reform paketi
konusunda medya ile halkın taban tabana zıt düşünceler
taşıdığını gösterdi.13 Fransızlar özellikle Cumhurbaşkanı
Jacques Chirac'ın kuyruklu yalanlarını protesto ediyorlardı.
Chirac, ülke siyasal yaşamının demokratikleştirilmesine ve
sosyal adaletsizliğe karşı mücadeleye öncelik vereceğini vaad
ederek 1995 yılının ortalarında iktidara gelmişti. Buna
karşılık, başa geçer geçmez Güney Pasifik'te nükleer
denemeler yapmaya girişmiş, seçimin üzerinden daha altı ay
geçmeden de, kamu sektörünü ortadan kaldırmaya ve emekçilerle
yoksulların sırtındaki vergi yükünü ağırlaştırmaya kararlı
bir hükümeti işbaşına getirmişti. Halkın çoğunluğu her iki
projeye de karşıydı; her iki proje de hiçbir danışma veya
tartışma sürecine yer verilmeden yürürlüğe konmuştu.
"Devletin Küçülmesi" Masalı
Hükümetin halkı hiçe sayması, sanayileşmiş ülkelerdeki liberal
demokrasilerin genel eğilimini yansıtmaktadır. Son yılların
bütün bıktırıcı "anti-devlet" reklam kampanyalarına
rağmen, bu ülkelerde "devletin küçülmesi"ne değil, devletin
rolü ile yapısının değişmesine ve devlet, iş çevreleri, medya
ve üniversite dünyasının daha sıkı biçimde kolkola girmesine
tanık oluyoruz. 1970'lerin ve 1980'lerin ekonomik
bunalımlarından önce, devlet, ikinci dünya savaşı sonrasının
"sosyal barış" ve "mutabakat modeli"nin öngördüğü
birçok kurumu bünyesine katmıştı. Bu politika, özgül sosyal ve
siyasal mücadelelerin sonucunda ve güçlü ekonomik büyüme ile
Soğuk Savaşın baskısı ortamında hakim tabakaların uzlaşmaya
gönüllü oluşu nedeniyle kabul edilmişti.
Bu dönem aslında istisnai bir dönemdi ve kapitalizmin tarihi
açısından bakıldığında şimdi "normal iş zamanı"na dönüş
söz konusudur. Devlet "asli" görevine, sadece büyük iş
çevrelerinin, bankaların ve nüfusun en zengin tabakalarının
çıkarı için kullanılacak bir alet rolüne geri dönüyor.
İşçi hareketi ile öbür sosyal hareketlerin geleneksel biçimde kontrolü
ve bastırılmasına ek olarak, "küreselleşmiş" 1990'lar,
sermayenin serbest dolaşımı ve ticaretin serbestliği için devlet
garantisi, göçmen hareketlerin sıkı biçimde kontrolü ile
ülkenin uluslararası piyasalarda at koşturan kapitalistleri için
mümkün olan en geniş maddi, diplomatik ve askeri destek talep
ediyor.
Devletin
halk üzerindeki gözetimini arttıracak yeni adımlar da atılıyor.
Örneğin Fransa'da yürürlüğe konan 16 Kasım kararnamesi,
ulusal polise "terörizmin hedefi olabilecek kişiler" ile bu
kişilerin dostları ve akrabaları hakkında özel dosya tutma ve bu
dosyaya ilgilinin siyasi, felsefi ve dini inançlarıyla varsa üyesi
olduğu sendikayı kaydetme yetkisini veriyor.14
Eğer
bütün bu amaçları gerçekleştirmek için parlamenter
demokrasinin sağladığı sınırlı çerçevenin bile daraltılması
ihtiyacı doğarsa, gereken hemen yapılıyor. Örneğin Juppe
hükümeti Anayasanın pek bilinmeyen bir maddesini kullanarak,
sandalyelerinin yüzde sekseni zaten sağcıların elinde olan
Fransız parlamentosu Ulusal Meclis'ten sosyal sigorta reform
paketini bir çırpıda geçiriverdi.
Bu
tür buldozer taktikleri dikkate alınırsa, protestocuların Juppe
Planındaki işçilerden ve işverenlerden kesilen sosyal sigorta
fonlarını parlamento (devlet) denetimi altına sokan maddeyi
reddetmeleri karşısında hiç de şaşırmamak gerekir. Bugüne
kadar, sosyal sigorta fonları işçiler ve işverenler tarafından
ortaklaşa yönetiliyordu; de Gaulle'ün 1967 yılında çıkardığı
cumhurbaşkanlığı kararnamesinden önce ise sözkonusu fonlar
neredeyse sadece sendika temsilcileri tarafından yönetilmekteydi.
Yeni yasa bütün bunları değiştiriyor. Devletin "küçültülmesi"
konusunda sanırım başka bir şey söylemeye gerek yok.
Çoğunluk Proletaryayı Destekliyor: "Vekâleten Grev"
Protestocu ve grevci işçileri en fazla kızdıran şey, hükümetin ve sağcı
medyanın onları toplumun "imtiyazlı kesimi" olarak gösterip
sırf kendi bencil çıkarları içn sokağa dökülen insanlar
olarak tanımlamasıydı. Hükümet, işsizlik yardımı alanlara
bile "imtiyazlı insanlar" etiketini yapıştıracak kadar
pervasızdı. Emekçiler özellikle -belediyeye ait lüks bir
apartman dairesini kendi oğluna kirasız tahsis ettirerek yolsuzluk
yaptığı yeni ortaya çıkan- Başbakan Juppe'nin kendilerine
"imtiyazlı" diyebilmesi karşısında öfkelenmişlerdi. Ancak
kamu sektöründe çalışan "imtiyazlı kesim"in, büyük
zorluklar yaratan üç haftalık demiryolu ve ulaşım grevine
rağmen, halkın çoğunluğu tarafından desteklendiği açıkça
anlaşılmıştı. Bu desteğe "une greve par procuration"
("vekâleten grev") adı verilmiş, grev yapmayanlar grevcilerin
eylemini destekleyerek isyana katılıyorlardı.
Çoğunluk grevi destekliyordu çünkü kamu sektöründeki işlerin ve
demiryolları gibi işçi sınıfı hareketinin eski kalelerinin
işyeri kapatma, ücretleri dondurma, emeklilik hakkını budama gibi
uygulamalardan muaf tutulması başarılamazsa hiçbir şeyin
kurtarılamayacağını anlamışlardı. Sağlık hizmetleri ile öbür
kamu hizmetlerinde (ulaşım, eğitim, posta, elektrik, telefon)
kısıntıya gitmenin ve bu hizmetleri özelleştirmenin bütün
işçileri ve ülkenin daha yoksul bölgelerini etkileyeceğini
anlamışlardı. Öyleyse niçin kitle halinde bizzat grev
yapmadılar? Çünkü özel sektöre mensup kendi işverenleri
tarafından cezalandırılmaktan korktular, işsizler ordusuna
katılmaktan korktular. Üstelik, 1980'lerdeki kapitalist "yeniden
yapılanma" sırasında özel sektördeki sendika kalelerinin çoğu
-çelik, kömür, otomobil işkolları- yıkılmış, özel sektör
işçilerinin gücü azalmıştı.
Özel sektör işçileri kitle halinde grev yapmadı, ancak grevcileri
ellerinden geldiği kadar destekledi. Örneğin, işe gitmek için
alternatif yollar buldular. Paris bisikletlilerle, otostopçularla,
patencilerle, yayalarla ve dolmuşçularla kaynıyordu. Bu hareketin
"şaşırtıcı" özelliklerinden biri, vatandaşların böylesine
iyi huylu bir yaklaşım içinde olmasıydı.
Eylem İnsanları Değiştiriyor
İnsanların birbirlerine yardımcı olmak, zorluklar karşısında
serinkanlılıklarını yitirmemek ve grevcilere destek olmak için
nasıl fazladan gayret gösterdiklerini kanıtlayan sayısız örnek
verebiliriz. Bütün Paris'i yeni bir yoldaşlık ve şenlik havası
sarmıştı. Paris'in uzak bir banliyösünden şehir merkezindeki
işine gelmek için otostop yapmak zorunda kalan Afrika kökenli bir
kapıcı hoş bir sürprizle karşılaşmanın verdiği neşeyle
şöyle diyordu: "Sokaktaki insanlar dostça davranıyorlar; beni
arabasına alanlara beni bu yoldan götürmeniz mümkün mü'
diye sorduğumda, bana kibarca karşılık veriyorlar. Grev
başladığından beri bir tek ırkçıyla bile karşılaşmadım."
Bir sosyolog şu yorumu yapıyordu:
"Bu tür dost canlısı tutumlar, kişinin yalnızlıktan kurtulmak için
güçlü bir arzu duyduğunu gösterir ve sınırsız bir sevgi ve
şefkat ihtiyacının ifadesidir. 1968'de insanlar işlerine
yabancılaşmaya, egemen ahlak düzenine ve aile ilişkilerinin
geleneksel karakterine karşı mücadele ediyorlardı. Bugün ise
insanlar, insanlar arasındaki vahşi rekabetten işini kaybetme
stresinden ve en iyi olamazsam korkusundan bir an olsun kurtulmak
için can atıyorlar."15
Başka
bir sosyologa göre ise:
" İnsanlar
kendilerini aniden sokakta içten bir dayanışma içinde bulunca
şaşırıyor ve kendilerinin mal üretmek ve tüketmek dışında da
amaçları olan bir sosyal varlığın üyeleri olduklarını
hatırlıyorlar. İşte bu yüzden dünyaya bakışları daha
şimdiden değişmiş bulunuyor..."16
Özel
sektör işçilerinin desteklerini ifade etmek için başvurdukları
yollardan biri de, ülkenin dört bir yanında düzenlenen büyük
gösterilere katılmaktı. Bir tek gün içinde ülkenin her yanında
2 milyonu aşkın insan sokağa çıktı ve bu insanların neredeyse
yarısının kamu sektörü işçisi olmadıkları tahmin ediliyor.
Ülke çapında buna benzer altı genel protesto günü düzenlendi,
bu gösterilerin her biri bir önceki kadar veya bir öncekinden daha
büyüktü. Protestoların işgünlerine rastladığı kimi
durumlarda özel sektör işçileri, işi aniden "paydos" edip
işyerlerini terk ederek büyük sokak gösterilerine katılıyorlardı.
Kamu ulaşım sisteminin işlemediği ve trafiğin saatlerce
tıkandığı dikkate alınırsa, gösterilere katılımın bu kadar
yüksek olması çok daha etkileyiciydi.
Birçok
grevci, grev sırasında dayanışma düzeyini yükseltmek için
somut adımlar attı. Paris'te geceleri grevci otobüs sürücüleri
otobüslerini çalıştırıyor ve ortalıkta kalakalan evsiz
barksızları alarak barınaklarına götürüyorlardı. Otobüslere
asılan flamalarda "otobüs sürücüleri halkın en yoksul
tabakalarıyla dayanışma içinde" diye yazıyordu. Paris
dışındaki illerde elektrik işçileri santralleri işgal edip,
gündüzleri evlere düşük gece tarifesi üzerinden, hayır
kurumlarına da bedava elektrik veriyorlardı. Hareketin asıl
kahramanları olan demiryolu işçileri ise fabrika ve atölyelere
gidip onlara davalarını anlatıyor buralardaki işçileri protesto
hareketine katılmaya teşvik ediyorlardı. Protestolar hükümeti
demiryolu şebekesini "rasyonalleştirme" ve geç emeklilik
uygulamasına geçme planını dondurmak zorunda bıraktıktan sonra
bile, demiryolu işçilerinin çoğu greve devam ettiler, çünkü
kendi özel sorunlarından çok daha kapsamlı hedefleri olan bir
hareketin başında bulunduklarını anlamışlardı.
Hükümet
demiryolu grevine karşı "ulaşım şebekesini kullanan halk"
komiteleri kurarak demiryolu grevine karşı bir protesto kampanyası
düzenlemeye kalkıştıysa da acınacak bir başarısızlığa
uğradı. Bu kampanyaya katılan birkaç yüz kişinin sendika ve sol
düşmanı aşırı sağcı bir grubun üyeleri oldukları aşikârdı.
Bu katılımcıların metro ve banliyo trenlerini kullanıp
kullanmadıkları bile kuşkuluydu.17
"Çok Alametler Belirdi"
Grev hareketi tabii ki aniden gökten inmedi. Grevden önceki haftalarda
birçok belirti ortaya çıkmıştı. İlk belirti, parlamentoda
ücretlerin dondurulmasına yönelik yasa girişimine karşı 10
Ekim'de düzenlenen kitlesel genel grev ile kamu sektörü
işçilerinin gösterileriydi. Sınıfların ve kütüphanelerin
aşırı kalabalığına, eğitim tesislerinin yetersizliğine, okul
binalarının bakımsız ve güvenlikten yoksun oluşuna, mezunların
iş bulamamasına karşı sonradan ülke çapında muazzam bir
öğrenci grevine dönüşen hareketin başlangıcı da Ekim'in ilk
günlerinde meydana geldi.
Öğrenci Hareketi
Normandiya bölgesindeki Rouen şehrinde başlayan hareket, La Rochelle,
Toulouse, Metz, Perpignan, Orleans, Tours, Montpellier, Nice ve Paris
şehirlerine yayıldı. Okullara ayrılan fonların azaltılması
yeni ders yılını çekilmez hale getirmişti. Öğrenci hareketi
zirveye ulaştığında grev, işgal ve protesto gösterileri altmış
kampüsü sarmıştı.
Öğrenciler
özellikle eğitime acil fon tahsis edilmesini ve okullara öğretmen
ve personel alınmasını talep ediyorlardı. Öğrenciler
kampüslerde hareketin doğrultusunu belirleyen, pratik görevleri
paylaştıran ve genel öğrenci koordinasyonuna katılacak
delegeleri seçen genel toplantılar düzenlediler. Kimi genel
toplantılara, güneybatı Fransa'daki Toulouse şehri örneğinde
olduğu gibi, günde iki bin öğrenci katılıyordu.
Kimi
kampüslerde idare binaları işgal edilip üniversite rektörleri
rehin tutuldu. Hareketin gece gündüz demeyen coşkulu karakterine
uygun olarak, kimi zaman gece yarılarında dönüşümlü sokak
gösterileri düzenlendi. Kimi durumlarda, örneğin güney
Fransa'daki Montpellier şehrinde, polislerle öğrenciler arasında
sokak çatışmaları meydana geldi, öğrenciler gözyaşartıcı
bomba kullanan polisleri taş yağmuruna tuttu.
Bu genel öğrenci ve gençlik öfkesi daha 1994'ün başlarında su
yüzüne çıkmıştı. 18-20 yaşlarındaki gençlere yaşamları
boyunca, iyi bir eğitimin "yeni ekonomi"de güvenli geleceğin
garantisi olduğu söylenmişti, onlar da liseyi bitirip
üniversitelere doluşmuşlardı. Ne var ki öğrenciler kendilerini,
artık hiçbir umut vaadetmeyen iş piyasasına atılmamak için
üniversite hayatını mümkün olduğu kadar uzatma gayreti içinde
buluvermişlerdi. Öğrenci gösterilerinde taşınan bir pankart
öğrencilere "Onlar bizi sokağa atmadan haydi sokaklara çıkalım!"
çağrısında bulunuyordu.
"Özel Üniversiteler Kamulaştırılsın"
Öğrenciler, zengin aile çocukları için kamu fonlarıyla inşa edilen, harçları
yüksek, yepyeni özel Leonard-De-Vinci üniversitesinin
kamulaştırılması için özel talepte bulundular. Bu talep
özellikle, 68 Mayıs hareketinin doğum yeri olan komşu
Paris-Nanterre Üniversitesi'nin otuzbeş bin öğrencisinden
gelmişti. Bu öğrenciler sadece birkaç yüz öğrenci için inşa
edilen son teknoloji ürünü, uçsuz bucaksız tesislere hayretler
içinde bakıp duruyorlardı.18 Kağıt üzerinde eşit kamu
üniversiteleri arasındaki fon ve tesis eşitsizliği de öğrenci
protestosunun hedefiydi. Fransız öğrencilerle aynı harçları
ödedikleri ve aynı haklara sahip oldukları halde son sıralarda
hükümetin kabul ettiği reformlarla haklarını yitiren yabancı
öğrencilere yönelik ayırımcı önlemler de protestolara hedef oldu.19
Hükümetin Telâşı: İşçi-Öğrenci Birliğini Önlemek Lâzım!
Kasım sonlarında işçi grevleri başlar başlamaz birçok şehirde
işçiler ve öğrenciler ortaklaşa gösteriler yaptılar. Hükümet
sürmekte olan öğrenci eylemleriyle yayılmakta olan işçi
hareketinin içiçe geçmesini mutlaka önlemek zorunda olduğunu
kavradı. İki hareketin birliği büyük patlamalara yol açabilirdi.
9 ve 23 Kasım'da, hükümet öğrenci taleplerinin bir kısmını
kabul ettiğini, üniversite fonlarını arttıracağını ve öğretim
kadrosunu genişleteceğini ilan etmişti bile. Ancak bu önlem
yeterli olmadı. 3 Aralık'ta hükümet öğrencilerin bütün
taleplerini karşılamaktan uzak da olsa çok daha kapsamlı bir
planı kabul ettiğini açıkladı. İki ay süren mücadelenin
ardından, yorgun düşen ve ders yılını kaybetmek istemeyen
öğrenciler yarı yarıya zafer kazanmış olarak eylemlerine son verdiler.20
Kadın Hareketi
Protesto hareketinin yükselmesi Fransa'da uzun süredir uykuda olan kadın
hareketinde de bir atılıma yol açtı. 25 Kasım'da kırk bin
kadın Haziran'dan beri hazırlıkları devam eden bir gösteri
için sokaklara döküldü. Protestonun esas hedefi, neo-faşist
Milli Cephe ile Katolik Kilisesinin aşırı sağcı kesimleriyle
bağlantılı grupların kürtaj kliniklerine karşı düzenlediği
saldırılardaki artıştı. Daha da kötüsü, sağcı çoğunluk
hükümeti kürtaj kliniklerine saldırı olaylarına karışanlar
için af çıkarmıştı; ayrıca, kürtaj kliniklerine ayrılan mali
kaynakları kısmaya çalışıyordu.21 Kadınların büyük bir
kısmı da Juppe hükümetinde Kasım başlarında yapılan
değişiklik sırasında onbir kadın bakandan yedisinin hükümet
dışında bırakılmasına kızmışlardı. Sözkonusu bakanların
hepsi koyu sağcıydı, feminizmle hiçbir ilgileri yoktu, ancak bu
girişim kadınların yönetim organlarında yetersiz biçimde temsil
edildiği gerçeğini vurguluyordu.
İşsizliğe Karşı Eylem
"95 Aralık" kabarması, hükümet politikası ile ekonomik bunalımın
etkileriyle mücadele etmek için sabırla örgütlenen ve alternatif
oluşturan grupları ön plana çıkardı. Bu gruplardan biri olan ve
"İşsizliğe karşı eylem!" sözcüklerinin Fransızca'daki
başharfleriyle kısaca "AC!" olarak anılan grup, sendika
hareketinden eylemcileri; işsiz ve yarı-işsiz işçi gruplarını;
konut hakkı, insan hakları, ırkçılıkla mücadele, göçmen
hakları, barış hareketi, çevre hakları için çalışan
grupları; solcu öğrenci birlikleri ile ilerici iktisatçıları ve
sosyologları biraraya getiriyor.
AC! sokak gösterilerinin hepsinde vardı ve -Paris şehir merkezindeki
terk edilmiş bir binayı işgal ederek orada oturan konut
eylemcileriyle birlikte- Georges Pompidou Sanat Merkezi'nin
işgaline öncülük etti. "Mevcut sosyal hareketin kalıcılığını
sağlamak... grevciler, öğrenciler ve toplumun dışlanan kesimleri
arasında diyalog başlatmak ve bağ kurmak" için kendilerine yer
verilmesini istiyorlardı.22 Bu isteklerini kabul ettirdiler ve büyük
salon ortasında işi olmayanlar, evi olmayanlar, çalışma ve göç
izni olmayanlar, sigortası olmayanlar ve parası olmayanlar için
"Forum des Sans", (yani, birşeyi olmayanlar forumunu)
oluşturdular. AC! ayrıca alternatif ekonomi programını da açıkladı.23
Liberal Cennetin Acı Gerçekleri
Resmi rakamlara göre, son yirmi yılda Fransa'da çalışma saatleri
yüzde onbir azalırken yaratılan toplam servet yüzde elli iki
arttı. Bir başka deyişle, teknolojik ilerleme ve beceri düzeyinin
artışı sayesinde, toplum bir bütün olarak daha az çalışırken
daha çok servet üretiyor. Buna karşılık, halkın satın alma
gücü gerçekte azalmış bulunuyor, işsizlik son hızla artıyor,
işi olanlar ise uzun süreyle daha sıkı çalışmak zorunda
kalıyorlar. Peki o zaman emekçiler tarafından üretilen bu fazla
servet nereye gitti? Cevap çok açık: nüfusun en zengin
tabakalarına kâr ve gelir artışı olarak gitti. Bugünkü
Fransa'da ailelerin en zengin yüzde 10'u ülke servetinin yüzde
54'ünü elinde tutarken, en yoksul yüzde 50'si sadece yüzde
6'lık bir paya sahip bulunuyor.
1983 ile 1995 arasında, Fransa'da üretilen toplam servet içinde
ücretlerin payı yüzde 68.7'den yüzde 58.7'ye düştü. Varlık
vergisine tabi kişi sayısı (yaklaşık 725 bin ABD dolarlık veya
fazla varlığı olanlar) 1985 ile 1991 arasında yüzde 68.4 artarak
161 bin kişiye ulaştı. Bu kişiler 6,600 milyar dolarlık
varlıkları üzerinden yılda yalnızca 2.2 milyar dolar vergi
ödüyorlar. Sözü edilen 161 bin kişiden 620'sinin varlığı 25
milyon doların üzerinde bulunuyor. L'Oreal kozmetik
imparatorluğunun sahibi Liliane Bettencourt 7.1 milyar dolarla
birinci sırada yer alıyor.24 Bu servet yoğunlaşması yeni işler
yaratmamıştır ve esas olarak para spekülasyonu, borsa oyunu ve
benzeri yollarla elde edilmiştir. İşçi sınıfının ücretlerini
dondurmak da yeni işler yaratmamıştır. Zenginlere ve şirketlere
tanınan vergi indirim ve muafiyetleri de yeni iş yaratmamıştır.
Bu
fazla paralar yeni iş yaratmak yerine "piyasalar"da çabucak kâr
sağlamak için oradan oraya akıyor ve işsizliği ve pahalılığı
arttıran şirket birleşmelerini ve şirket devirlerini finanse
ediyor. Halbuki hükümet ihtiyaç duyduğu gelirleri zenginlere ve
büyük şirketlere vergi koyarak, ayrıca istihdam ve kitlesel
tüketim yoluyla kaynak yaratarak elde edebilirdi. Buna karşılık,
hükümet ihtiyacı olan parayı zenginlerden olağanüstü yüksek
faizlerle borçlanarak temin etme yoluna gitmiştir. Bu ise kamu
borçlarını durmadan yükselten bir kısır döngüdür.
Alternatif Var
Bu genel durumu değerlendiren AC! haftalık çalışma saatlerini
azaltan, meydana gelecek işgücü açığını yeni işçi istihdam
ederek kapatan ve işçi ücretlerinde herhangi bir azaltmaya
gitmeyen bir program temelinde çözümler öneriyor. AC!, hükümetin
ve üniversitelerin yaptırdığı araştırmalarda haftalık çalışma
saatlerinin 35 saate indirilmesiyle 1.2 ila 2.3 milyon tam günlük,
istikrarlı iş olanağı yaratılabileceğinin ortaya konduğuna
işaret ediyor.
AC!'ye
göre, bu önlemler için gerekli kaynak, vergi sisteminin kökten
yenilenmesi, spekülasyon ve sermaye hareketlerinin denetlenmesi
yoluyla sağlanabilir. Bunların yanısıra, toplum radikal biçimde
demokratikleştirilmeli, böylece emekçilere, tüketicilere ve
topluluklara çalışma koşulları, kamu hizmetlerinin kalitesi ve
yapısı, şirketlerin ve hükümetin toplum kaynaklarının nasıl
kullandığı konularında denetim imkânı verilmelidir.
Son olarak, AC!, böylesi bir gündemi kabul ettirebilmek için Avrupa
çapında geniş bir sosyal hareketin örgütlenmesi ve dayanışmanın
geliştirilmesi gereği üzerinde duruyor. Ekonomik politika
alanında, demiryolu grevi ekonominin kilit dallarından biri olan
ulaşımın nasıl örgütlenmesi gerektiği sorununu gündemin baş
köşesine oturttu.
İşveren basını demiryollarına tahsis edilen "muazzam fonlar" konusunda
yaygara koparıyordu, ancak bu fonlar esas olarak (çok hızlı TGV
treni gibi) yüksek teknolojiye dayalı temel altyapı yatırımlarına
gidiyordu ve bu yatırım kararlarını işçiler ve kamu ulaşım
şebekesini kullanan yolcular değil hükümet veriyordu. Ücretlerin
azaltılması, işsiz kalma, bilet fiyatlarının artması ve
hatların kapatılması yoluyla bu kararların yükünü niçin
işçiler ve tüketici halk üstlensindi?
Fransa'nın iyi işleyen bir ulaşım sistemine ihtiyacı olduğuna göre,
demiryolunun alternatifi nedir? Karayolu ulaşımı mı? Ancak
karayolu ulaşımı daha verimsizdir ve yol inşaatı, bakımı ve
güvenliği için hükümet tarafından büyük harcamalar
yapılmasını gerektirir. Kirlilik, gürültü, kaza, stres ve
benzeri etkenlerin yol açacağı olağanüstü maliyetlere
değinmiyoruz bile. Üstüne üstlük, Fransız hükümeti geçenlerde
otomobil satın alan herkese bin dolarlık destek vermeyi
kararlaştırdı. İşveren basınında göklere çıkarılan
"rekabet gücü yüksek oto sanayii" konusunda bu kadarlık bilgi
yeter sanıyorum.25 Özel mülk sahiplerinin dilinde "rekabet gücü
yüksek" terimi sadece ve sadece kârlı anlamına geliyor.
Yeni Aydınlar Ortaya Çıkıyor
Protesto hareketi, sağ eğilimli Sosyalist Parti hükümetlerinin yıllar
süren yönetimi ve 1980'lerde bir kısım aydının dönerek Yeni
Sağ akıma kapılanması sonucunda paramparça olan solcu aydın
kesiminin yeniden ortaya çıkışına da tanıklık etti.
Solcu aydınlar, her şeyden önce, "reform", "muhafazakâr",
"çağdaş", "çağdışı" ve "korporatist" gibi
terimlerin utanç verici biçimde istismar edilmesiyle uğraştılar.
Sağa ve kendilerini "çağdaş Sol" ilan edenlere göre, son
elli yılda kazanılmış sosyal ve demokratik hakları savunmak
"çağdışı" ve "muhafazakâr" olmak demektir; bu hakları
budayıp 19. yüzyıldaki seviyeye indirmek ise son derece "çağdaş"
ve "reform-yanlısı" bir tutumdur. Aynı şekilde, eğer bir
sendika ve bu sendikaya üye işçiler işyerlerini ve sosyal
haklarını savunur ve aynı savunma gayreti içinde olan öbür
sendika ve işçilerle ittifak yaparlarsa, Sağ bu davranışı
"korporatist" olarak damgalar. Buna karşılık, sendika
üyelerinin iradesine karşı gelerek büyük patronları ve hükümeti
destekleyen acaip sendika lideri "sosyal sorumluluk sahibi" bir
lider olarak övülür. Vahşi ve yıkıcı spekülasyonlar yaparak
milyonlarca dolar kazanan zenginler ve finans grupları "rasyonel"
biçimde hareket etmektedir, ne var ki, insanca bir ücret ve onurlu
bir emeklilik için mücadele eden işçiler ise "bencil" bir
biçimde "imtiyazlarını" savunmaktadır. İşsizlik füze
hızıyla artarken işçileri daha uzun saatler boyunca daha yoğun
çalıştırmak ve daha geç emekli etmek ise "çağdaşlık"tır.
Onbinlerce kişinin başını sokacak bir kulübesi bile yokken
spekülasyoncu banka ve tröstlerin elindeki dairelerin boş
tutulmasına müsaade etmek "çağdaşlığın gereği"dir.
Grevcileri destekleyen solcu aydınların birçoğu aslında çok gençti. Bu
durum protesto hareketinin bir başka büyük başarısını
oluşturmaktadır, çünkü ülkedeki eleştirel düşünce ve
protesto bayrağının yeni kuşak tarafından devralındığını
göstermektedir. 1980'lerin ortalarında ve sonlarında çalışma
hayatına atılan genç işçiler ön plana çıktılar ve hareket
boyunca varlık ve deneyimlerini hissettiren 1960'lar ve 1970'ler
kuşağından işçi eylemcilerin yardımına koştular. Binlerce
lise ve üniversite öğrencisinin siyasal yaşama girişini de
unutmayalım. Bu süreç gençler ve yeni üniversite mezunları için
geçerli asgari ücretin azaltılmasına karşı 1994 başlarında
yapılan protesto hareketiyle başlamıştı. Hem 1994'te hem
1995'te yeni ve eski kuşak arasında dayanışma gösterilerine
tanık oldu; protestocular işverenlerin eski işçileri çıkarıp
yerlerine daha düşük ücretle ve iş güvencesi olmadan çalışacak
gençleri almalarını sağlayan önlemleri reddediyorlardı.
Hareketin Zayıf Yönleri
Kuşkusuz Aralık hareketinin kusursuz olduğu söylenemez. Bütün
militanlığına ve dinamizmine rağmen, Aralık hareketi, Fransız
Solu ile sendika hareketinin örgütsel ve siyasal zayıflığını
bu kadar kısa sürede telafi edemezdi. Grevin özel sektöre de
yayılabileceği yönünde kimi belirtiler ortaya çıktıysa da,
özel sektör işçileri greve çıkmadı, grev kamu sektörüyle
sınırlı kaldı. Bu durumun temel nedenleri tabii ki daha önce
sıraladığımız gibi korku, moralsizlik ve örgütsüzlüktü. Ne
var ki, sendikaların ve Solun liderlerinin bu konuda
sorumluluklarını kabul etmeleri gerekiyor.
Korumasız
durumdaki özel sektör işçilerinin greve çıkması için, sendika
ve parti liderlerinin onların kaygılarını giderecek ve
işverenlerin misillemesine karşı sağlam bir savunma hattı
oluşturacaklarına dair teminat verecek bir tutum içinde olmaları
gerekiyordu. Oysa sendika liderleri hareketi koordine edecek ulusal
bir grev komitesi oluşturmadılar. Hareketin hiçbir aşamasında
genel grev çağrısı yapmadılar. Aynı sektörlerde örgütlü
sendika yönetimleri bile ulusal bir önderlik komitesi kurmadılar.
Bu tutum, medyada yer alan sayısız haberin de doğruladığı gibi,
tabandaki işçiler arasında hareketin genişletilmesi ve birlik
yönünde her gösteride ortaya konan güçlü arzuya ters düşüyordu.
Bu tutum, ayrıca, Başbakan Juppe'nin istifa etmesi yönünde
gösterilerde gitgide daha yüksek sesle dile getirilen çağrıları
da dikkate almıyordu.
Sosyalist Partinin Tutumu
Solun geleneksel siyasal önderlikleri çok daha kötü bir performans
gösterdi. Başbakan Juppe Kasım ortasında reformlarını
açıkladığında Sosyalist Parti (SP) tamamıyla program
tartışmalarına gömülmüştü. Sosyalist yöneticilerin kimisi
Juppe'nin "cesaret"ini kutladı, kimisi ise daha eleştirel bir
tutum takındı. Ancak hareket başladığında (cumhurbaşkanlığı
seçiminde kaybeden aday Lionel Jospin tarafından temsil edilen)
parti önderliğinin çok yumuşak bir dille de olsa harekete destek
verdiğini belirtmesi bile çok uzun zaman aldı. Bir yazar alaylı
bir dille, sınıf mücadelesinin oyun bozanlık yaptığını,
ülkeyi kurtaracak yeni parti programını hazırlamak için SP'nin
gerek duyduğu altı aylık sürenin bitmesini beklemediğini yazdı.26
SP esas olarak hareketin siyasal bir nitelik taşımadığını, sadece
sosyal bir hareket olduğunu ve hükümetin varlığının
sorgulanmadığını vurgulamaya çalıştı. Aralık başlarında
sekiz bölgede yapılan ara seçimlerde beş bölgeyi SP adayları
kazandığı halde SP bu tutumunu değiştirmedi. Oysa ara seçim
sonuçları geleneksel olarak sağın kalesi olan kırsal bir bölgede
bile halkın hükümete karşı Solu destekleme niyeti taşıdığını
ortaya koymuştu.27 On yılı aşkın bir süre bizzat sağ eğilimli
bir ekonomik politikayı uygulayan SP galiba Juppe'nin önerdiği
politikalardan daha farklı bir şey yapma niyetinin ve yeteneğinin
olmadığını hissediyordu.
Komünistlerin Yaklaşımı
Komünist Parti'ye gelince, FKP üyeleri ve yerel örgütleri hareketin
oluşturulmasında belirleyici bir rol oynadılar. Son yirmi yılda
seçmen desteğinde bir düşüş görülmekteyse de, FKP işçiler
arasında ve işçi sınıfı semtlerinde hâlâ güçlüdür. Ne var
ki, FKP önderliği de, tıpkı SP gibi, hareketin (siyasal değil
de) "sosyal" niteliği konusunda ısrarlıydı ve pek ortalıkta
görünmemeyi tercih etti. Hareketin hiçbir aşamasında FKP
hükümetin feshini ve seçimlere gidilmesini talep etmedi. Büyük
olasılıkla FKP, bunalımın siyasallaşması durumunda bundan en
çok SP'nin yararlanacağını hesap ediyordu.28 Bu zaaflar,
Fransız Solunun, ekonomik bunalım, on yılı aşkın SP yönetimi
ve Doğu Bloku ülkelerinin çöküşünden kaynaklanan siyasal ve
örgütsel dağınıklığını açıkça gözönüne seriyor. 95
Aralık'ı 68 Mayıs'ından çok farklı kılan etkenler işte
bunlardır.
Sonuç
Bir yandan, Fransız halkının çoğunluğu arasında güçlü bir
direniş eğilimi gözleniyor. Öte yandan, hükümeti devirip derin
bir ekonomik bunalımın ortasında ekonomik ve sosyal politikaları
köklü biçimde değiştirme niyet ve yeteneğine birlikte sahip
olan inanılır kitlesel bir örgüt gücü bulunmuyor. Fransa'da
eleştirel düşünceyi benimsemiş güçlerin önündeki büyük
ikilem ve büyük sorun budur. Fransız toplumu bunalım içindedir
ve bu bunalımdan kimin kârlı çıkacağını görmek için sanki
bir "yarış" var. Solun siyasal ve örgütsel bunalımı orta ve
uzun vadede de devam edecek olursa, ülkenin sosyal ve ekonomik
gerilemesi de devam edecektir.
Hatta
belki de işler çok daha kötüye gidecektir. Neo-faşist Milli
Cephe şimdilik marjinal bir konuma itilmiş de olsa, geçen Mayıs'ta
yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde tarihindeki en yüksek
oyu aldı. Gerçekten de neo-faşistler, işçilerin ve yoksulların
derinleşen hoşnutsuzluğu ve çaresizliği karşısında kendi
"radikal" çözümlerini -işbaşındaki hükümetin kimi
öğeleriyle birlikte- sunmaya kuşkusuz hazırlanıyorlar. Kimi
hükümet politikalarında neo-faşistlerin etkisini şimdiden
görmeye başladık.29 Milyonlarca düşünen insanın Aralık'ta
siyasal arenaya -kendi temel maddi, sosyal ve manevi çıkarlarını
savunmak üzere- girmesi, ister istemez uzun sürecek isyan ve
yenilenme yolunda atılan ilk adımdır. İçinde bulunduğumuz bu
mutsuz, acımasız ve hoşgörüsüz çağda biricik umut kaynağı
böylesi kitle eylemleridir. "Bu hareket bizlere, bir yukardakiler,
bir de aşağıdakiler olduğunu; bir seçkinlerin, bir de tabanın
bulunduğunu hatırlatıyor. Bu niteliğiyle de, Fransız toplumunun
Milli Cephe'nin arzuladığı şekilde ırk temelinde bölünme
sürecini geciktiriyor."30
Protesto
hareketi, sendikal ve sosyal hareketler içerisinde Aralık ayı
boyunca etkisini duyuran eleştirel sol güçlerin yelkenini
şişirecektir. Daha genel olarak, sendikal örgütçülüğün ve
sosyal eylemciliğin saygınlık ve inandırıcılığında büyük
ve çok gerekli bir artış meydana gelmiştir. Hiç olmazsa
şimdilik, işçi sınıfı kahramanı olmak yeniden "hatırı
sayılır biri" olmak anlamına gelmiş bulunuyor.
Şimdilik, hükümet demiryollarını yeniden yapılandırma planını askıya
almak ve kamu sektöründeki emeklilik sistemini değiştirme planını
geri çekmek zorunda kalmıştır. Devlet mülkiyetindeki demiryolu
şebekesinin başkanı görevden alındı ve yerine işçilerin
kaygılarını daha çok gözettiği düşünülen bir başkası
atandı. Vergi sistemini yüksek gelir gruplarına yeni haklar
tanıyacak şekilde değiştirme planı ise ertelendi.
Hükümet istihdam sorunlarını tartışmak üzere sendika liderlerini 21
Aralık'ta "sosyal zirve toplantısı"na çağırdı. Zirvenin
sonuçları, en yumuşak deyişle, yetersizdi.31 Hükümet sosyal
sigorta reformlarını kabul ettirmeyi başardıysa da kısmi bir
yenilgiye uğradı. Yılbaşında açıklanan rakamlar istihdam
alanında durumun kötüye gittiğini, düşük büyüme hızının
yeni iş alanları yaratmadığını gösteriyor. İşsizlik bu yıl
tekrar artacak. Önümüzdeki aylarda yeni çatışmalar beklemek
için her türlü neden var.
Fransa bir yol ayrımına gelmiş bulunuyor; neo-liberal Avrupa Birliği
projesinin geleceği ise her zamankinden daha belirsiz görünüyor.
[Monthly Review dergisinin Mayıs 1996 tarihli 1. sayısından çevrilmiştir.]
NOTLAR
1. Roger Trefeu, "SNCF: l"etincelle", Politis, 7 Aralık 1995.
2. Ignacio Ramonet, "L'espoir", Le Monde Diplomatique, Ocak 1996.
3. Pierre Bourdieu, "Je suis ici pour dire notre soutien...", Liberation, 14 Aralık 1995.
4. Dominique Mezzi, "Europe's trade union-New radicalism?", International Viewpoint, Haziran 1995.
5. Erik Izraelwicz, "La premiere revolte contre la mondialisation", Le Monde, 7 Aralık 1995.
6. Her zamanki keyifli haliyle Zapatista önderi Kumandan Marcos, güney
Meksika ormanlarındaki karargâhında kendisiyle söyleşi yapan
Fransız gazetecilere şu soruyu sordu: "Chirac'la bu kadar
sorununuz varken, hâlâ Chiapas'la ilgileniyor musunuz?", Charlie Hebdo, 20 Aralık 1995.
7. Paul-Marie Couteaux, "Defense et illustration de services publics";
Asdrad Torres, "Une nouvelle proie, les telecommunications", Le Monde Diplomatique, Ocak 1996.
8. Jean-Louis Michel, "De Berlin a Rome et Bruxelles", Rouge, 14
Aralık 1995; Sylvain Ephimenco, "La Belgique redoute la contagion", Liberation, 14 Aralık 1995.
9. Michel Cahen, "Le nouveau proletariat vous salue bien!", Le Monde, 7 Aralık 1995.
10. Catherina Bedarida ve Luc Leroux, "Dans les theatres, des artistes
se placent au service de la contestation sociale", Le Monde, 12 Aralık 1995.
11. Eylülden beri hiçbir bomba patlaması meydana gelmediği halde
Vigipirate uygulaması yılbaşında uzatıldı.
12. "Marseille transport workers agree to end strike", Reuter, 9 Ocak 1996.
13. Laurent Jaffrin, "Quand les journalistes parlent dans le vide",
Le Nouvel Observateur, 14-20 Aralık 1995.
14. Erich Inciyan, "La gendarmerie autorisee-ficher les opinions
politiques", Le Monde, 16 Aralık 1995. Protesto sağanağı
sonunda kararname iptal edildi.
15. Pascale Kremer ve Marie-Pierre Subtil, "L'indefinissable legerete
des Parisiens par temps de greve", Le Monde, 9 Aralık 1995.
16. Bertrand Leclair, "Roger Caillois, la greve et les totems",
Politis, 14 Aralık 1995.
17. Luz, "Liberez le Metro", Charlie Hebdo, 13 Aralık 1995.
18. Michel Delberghe, "Les etudiants reclament des profs, des credits,
des locaux", Le Monde, 21 Aralık 1995; Nathalie Guibert, "A la
fac Pasqua, heureux... mais lucides", InfoMatin, 13 Aralık 1995.
19. "Appel de la coordination nationale etudiante", 1 Aralık 1995.
Paris'te 5 Aralık gösterileri sırasında Paris-Saint Denis
Üniversitesi öğrencileri tarafından dağıtılan broşür.
20. "Les universites beneficieront de 900 millions de francs", Le
Monde, 21 Aralık 1995.
21. Gaelle Lucy, "Un succes immense!" Kürtaj ve Gebeliği Önleme
Hakkını Savunan Dernekler Koordinasyonu (CADAC) sözcüsü Maya
Surduts'la yapılan söyleşi, Rouge, 30 Kasım 1995.
22. "Beaubourg occupe par les sans' ", Liberation, 14 Aralık 1995.
23. "Chomage, Precarite, Exclusion, Agissons!", AC! broşürü, Aralık 1995.
24. Roger Trefeu, "Les gagnants de la crise", Politis, 14 Aralık
1995; Christine Mital ve Thierry Philippon, "Quand la rue bouscule
la pensee unique", Le Nouvel Observateur, 14-20 Aralık 1995; Ligue
Communiste Revolutionnaire, "Face au plan Juppe, changer
radicalement" Rogue'un eki, 14 Aralık 1995.
25. "French workers determined to preserve traditional ways", Wall
Street Journal, Globe and Mail'de yeniden basılmıştır, 26 Aralık 1995.
26. Denis Sieffert, "L'electrochoc", Politis, 14 Aralık 1995.
27. "Partielles: la gauche gagne cinq sieges", Liberation, 11-12 Aralık 1995.
28. Ariane Chemin, "Le Parti communiste persiste a n'evoquer qu'une
crise sociale' ", Le Monde, 14 Aralık 1995.
29. Alain Bihr, "En France, desesperance populaire et demagogie
politique" ve Rinke van den Brink, "Menacantes percees de
l'extreme droite", Le Monde Diplomatique, Aralık 1995.
30. Beatrice Jerome, "Les intellectuels doivent faire entendre le refus
de la rue", Philip Corcuff'la söyleşi, InfoMatin, 11 Aralık 1995.
31. "Les syndicats de province decus par le sommet de Matignon", Le Monde, 24-25 Aralık 1995.